11 Kasım 2023 Cumartesi

Anlık Öykü : Kıyı


KIYI 

“Karanlığın kendine özgü dinginliğinin ortasında bir kayık duruyor. Kayığın üstünde bir kız. On yedi on sekiz yaşlarında. Denizin köpüklü dalgaları arasında kayık bir görünüyor bir kayboluyor. Kıyıdan, “Sara! Sara! ” diye bağıran adama çeviriyorum gözlerimi. Öyle yüksek sesle bağırıyor ki, kayıktaki genç kızın adının Sara olduğunu kıyıdaki herkes; bankta oturanlar, sahildeki kafede bira içenler, eşofmanın hışırtısının tiz sesi etrafa yayılan altmışlık adam (yürümekle koşmak arasında bir tempoda giderken, temposunu bozmadan denize bakıyor) öğreniyor. Çatallı bir sesle, “Yine mi!” diyor bağıran adam. İsmi binlerce kez söylediğini, sesinden çok omuzlarındaki çökük duruştan anlıyorum. Bir de ‘yine mi!’ deyince tabii. Bir süreğenlik var. Yorgun görünüyor, bitkin, yılgın. Sessiz. En çok da umarsızlığı dikkatimi çekiyor. Telaşına bakılırsa, bu ilk deniz çıkartması değil.” 

“…”

“Sara, belki de yedi kat yabancıdır. Adını bildiği bir yabancı. Belki de kimsesiz. Ya da birinden, bir şeyden kaçan zavallı bir kızcağız.  Kürekler sadık birer köle gibi itaat ediyor ona. Böyle kararlı ve emin şekilde kürek çeken birisi içgüdüsel bir dürtü duyuyor olmalı. Gitmek istediği yere ulaşmak için karşı konulmaz bir arzu. Onun olağandışı bir şey yaptığını düşünmüyorum. Ama kıyıda oturmuş, anormal bir olay gibi onu izliyorum. Kıyıdan Sara’ya bakarken onun özgürlüğünü kıskanıyorum. Koca denizde yapayalnız olduğunu görmek ürpertici, mavi devi çok sevmeme rağmen gecenin karanlığında içinde yalnız ve kimsesiz kalmak korkutucu geliyor, kıyıdan ona bakarken. Sevdiği şeyleri insan kendince sevmek istiyor. Biraz uzaktan biraz dışarıdan. Sakin ve yumuşakça. İç içe olmanın verdiği bazı zorunluluklar, sevgiyi köreltiyor. Silikleştiriyor, değersizleştiriyor. Ne var ki bu kış günü Sara’nın soğuk, dalgalı denize, güvensiz bir kayıkla açılmasını garip bulamıyorum.” 

“…”

Vakit ilerledikçe adam etrafa koşuşturmaya  başladı. Aynı anda kız kürekleri bıraktı. Ayağa kalktı. Siyah dalgaların üstünde kayık ha devrildi ha devrilecek. Denizin siyaha bulanmış beyaz köpükleri ile bulutun karıştığı tam o yerde duruyor kayık. Gökyüzüne biraz daha yakın. Kollarını kaldırıyor, kanat gibi sallıyor havada. Kolları ışıldıyor, yakamoz vuruyor su tanelerine. Ne hoş bir manzara. Ortada bir kargaşa, bir gerginlik var. Bunun, kıyıda umursamazcasına kayığa bakanlar ile beraber ben de farkındayım. Manzaradan keyif aldığımı utanarak gizliyorum.”

 “Körpe bir vücudu, yeni doğmuş bir bebeğin sırtı var Sara’nın; pembemsi sarımsı. Yavaş tempolu bir müziğe eşlik edercesine bir ritmi. Kıyıdan bakınca onun, bu kızılca kıyamet dünyadan uzaklaşmak ve kendi dünyasına gitmek isteyen bir melek olabileceği geliyor aklıma. Buraya ait olmayan. Adamın ortalığı velveleye vermesiyle, gözler yeniden beliriyor. Bir balıkçı kayığı bulup kızın yanına doğru hızla kürek çekmeye başlıyor. Yanına kadar geliyor. Uzatıyor elini. Kızın üzerindeki elbise uçuşuyor rüzgârda, ince mi ince. Elbisenin altından küçük göğüsleri, ince bacakları gölgeleniyor ara ara. Çıldırmışçasına sallanan kayıkta kız ayakta, suya düştü düşecek. Bağrışmalar başlıyor. Kıyı kayıktan daha kıyamet. Sara kıyıyı görse de o denize, önüne bakıyor; umurunda değil arkası. Ne adam ne kıyı. Adam fırsatını yakaladıkça elini uzatıp kızı yakalamaya çalışıyor. Herkeste bir telaş. Bir tek ben, Sara. Sakin.”

“İnsanlar aralarında konuşuyor. Bir sürü laf dolaşıyor etrafta. Sahil güvenliği arayanlar polis çağıranlar. Kıyıdaki sesleri duyuyor Sara. Yüzü seçiliveriyor kıyıdan vuran şehir ışıklarıyla. Çocuksu bir kadın. Yüzü bir çocuğun masumiyetine sahip, vücudu bir kadın. Beyaz dişleri parlıyor. Gülüyor çünkü. Korkmuş görünmüyor. Aksine mutlu gibi. Onun bu rahatlığı beni eğlendiriyor. Eğlendiğimi kimseye belli etmemeye çalışıyorum. İnsanlar tarafından linç edilmek istemem.”

“…” 

“Sara’nın yanında şimdi ben olsaydım diyorum kendime. Kendi sesinde sağır olana kadar bağırmasını söylerdim ona. Dilediğince bağır, burası insanların yeri değil. Kimse karışmaz sana. Kalbini ve aklını, bilinmez yollarda gezinen düşüncelerini söyle dalgalara ve seni engelleyen eksikliklerinden kurtul. Çılgınca çekerdim kürekleri. Herkese özgürlüğümü kıskanmamalarını söylerdim.”

“Kıyıda film izler gibi izleyen güruh söylenip duruyor. Bu saatte girilir miymiş, ölmeye mi çalışıyormuş, kafayı mı yemiş...”

“…”

“Bankta oturanlardan bir kadın, kibar insanlara has bir tavırla “Otistik mi acaba?” diye sordu yanındakine. Onun bu konuda yetkin biri olmadığını ve hatta bilmişlik tasladığını ‘Zihinsel özürlü herhalde,’ diye yanıtlayıp kaba kaba gülmesinden hemen anladım.” 

‘Otizm zihinsel özürlü demek değil... Sadece başka bakarlar her şeye,’ diye seslendim. Herkes kafasını bana çevirince orada olmanın ağırlığı çöküyor üzerime. Söylediğimi karşıdakilerin duydukları kesin ama ne demek istediğimi anlamıyor kimse. ‘Dikkat çekmeye çalışıyor işte. Şımarıklık bu yaptığı...’ Ve daha bir sürü laf söylemeye, ileri geri konuşmaya devam ediyorlar. Ayıplayıcı, duyarsız ve küstah suretler, duygudaşlık yoksunluğunu olanca korkunçluğuyla gösteriyor işte… Anlayışsızlık somutlaşıyor böylece. Sara’nın yapmakta olduğu şeyden çok, bu anlayışsızlık korkutuyor beni. Sara dünyayı anlamaya çalışma derdinde değil. Onun adına diğer herkes yelteniyor buna. O an, kayıkta olmayı çok istediğimin farkına varıyorum. Sara’nın yerinde olmak istediğimin.”

“…” 

“Adam kayığa atlıyor sonunda. Tam o anda Sara görüyor beni. Kıyıda, uzakta duran beni. Tanıdığı hiçbir şeyin olmadığı bir dünyada bildik birini görmüş gibi bana el sallıyor. Merhaba gibi bir el sallayış; hoşça kal ve merhaba arasındaki incecik ayrımı anlamam tuhaf. Onca kalabalığın içinde beni fark etti. Ben de onu. Sadece benim ve onun olduğu bir dünya. Beni gördüğüne göre onu kıyıya çağırmalıyım. Ama içimden gelmiyor. El sallıyorum.” 

“İkisi de aynı kayıkta. Dalgalar, adamın kayığa çıkmasına kızmış gibi büyümeye başladı. Sara, deniz, dingin gökyüzü; hepimiz adamın kayığa çıkması ile büyük bir hayâl kırıklığı yaşıyoruz. Gök daha bir kararıyor. Bir anda. Kayığı alıyor. Köpüklü siyah. İçine.”

“Gitti çocuk! Adamı da götürdü! Boğuldular mı?!...”

“Yok boğulmadılar da, deniz bomboş kaldı sanki kimsesiz gibiydi. Dalgalar durulmuştu. Parmağımın ucunda ipince bir çizgi oluncaya kadar dalgaları izledim...”

“Sonra. Sonra ne oldu?”

“Sonra. Suyun yüzeyinde iki kafa göründü. Kayık ters dönmüş. Babamla ters dönmüş kayığa tutunarak sahil güvenliğin gelmesini bekledik...”

 

 

 

12 Eylül 2023 Salı

Öykü: Tek 'Kişilik' Oda

TEK 'KİŞİLİK' ODA

1-Bitiş

Kapıyı çekip çıktım evden. Her bir metresini özenerek döşediğim, sonsuza dek mutlu yaşayacağımı sandığım aşk yuvamı terk ettim. Güzel bir ev yetermişçesine, anlamsız, boş bir çabaydı benimki. Şimdi gözümde yok ev. Dün gece her şey bitti. Bana yaptığın şeyden sonra birden gözlerimdeki sis bulutları kalktı. Erkan işe gider gitmez, Berrin’in ofisinin arka odasına attım kendimi. Hem ofis hem ev. Başka gidecek yerim de yok. İşim yok, ne de bana kol kanat gerecek ailem. Evlendikten sonra ellerimden bir bir kaydı hepsi.

Berrin tek arkadaşım. O bitirdi okulu, iç mimar oldu. İkimizin hayallerini süsleyen iç dekorasyonları hayata geçiriyor. Nasıl heyecanlıydık okulun ilk yıllarında. Kafamızda çeşit çeşit ev tasarlardık. Derken; şimdi korkunç olarak tanımladığım ama o zamanlar bir mucize gibi gelen bir şey oldu; son sınıfa geçtiğim yaz evlendim. Okulu da bitiririm evlenirim de, dedim. Ama işler böyle yürümedi. Ne okulumu bitirdim, ne de mutlu bir evliliğim oldu. Bu ofisten bozma tek kişilik odada şimdi oturmuş derdime yanıyorum. Yarası geçmeyecek bir acı hissediyorum. Öyle kötüyüm ki, her geçen saat daha çok kararıyor yüreğim. Ailemin, arkadaşlarımın ve en çok da, düşlerimin beni terk etmesine izin verdiğim için kendime öyle kızgınım ki...  Hıncımı başkaları yerine kendimden çıkarmam bundan; oysa pek çok suçlu bulabilir hepsini yargılamadan şuracıkta asabilirim. En başta, bana özgürlüğümü vermeyen ailemi, sonra da onlardan görevi devralmışçasına devam eden kocamı. Fakat bu küçük pencereli odada tek başımayım; insan kendisiyle ve hatalarıyla bir başına kalınca, suçlayacağı tek kişi kendisi zira.

Bu oda, benim yapamadıklarımın bana miras bıraktığı koskoca bir boşluk. Pişmanım hem de çok. Geleceğimi bir kalemde uğruna sildiğim adam sen miydin? Kimse bana, ‘herkes sevdiğini  öldürür’ dememişti ki! Beni görmezden gelen, hem ruhumu hem de bedenimi değersizleştiren o âşık olduğum adamdı. İşte, beni yakıp kavuran bu acı. Dünyadaki ne çok acıdan daha çok acıtıyor. Terli yüzün,  ağzıma damlayan tükürüklerin aklımdan çıkmıyor! İşte sonunda başardın! Sevgiyi öldürdük ve bir daha doğmayacak.

2-Kopuş

Evliliğin ikinci yılıydı. İşyerinin organize ettiği büyük bir yemek yapılacaktı. Erkan bütün yıl boyu bunu beklemiş her şeyi ayrıntısıyla o planlamıştı. Çeşme'de bir balo salonu kiralandı. Beni de dâhil etmiş masa düzeni,  salonun dekorasyonu, kullanılacak malzemelerin seçimi konularında yardımcı olmuştum. Heyecanlıydım o gün. Bir şeyin içinde olma hissi beni sevindirmiş, çalışma hayatına dair kaygıları olmayan dingin ve sıkıcı hayatıma bir hareket gelmişti.  Sırf o gece için bir tuvalet bile aldım. Yemek saatinde beni evden alacağını söyleyip evden çıktı. Çıkış o çıkış. Sanki bunların hiçbirinde ben yokmuşum hatta onun hayatında değilmişim gibi. Ne telefonlarıma cevap verdi ne de aradı. Gecenin bir saati gelip beni alacak zaman bulamadığını söyleyip işin içinden çıkıverdi. Lacivert saten tuvalet üstümde, saçım yapılmış, makyajım en ince ayrıntısına kadar düşünülmüş olarak onu beklerken bir şişe şarabı devirdim. O evde, onun yanında ne olduğumu ilk defa o gün anladım. Bende bir şey koptu. Kopanın yerine hoşuma gitmeyen, beni gerçek anlamda tanımlamayan başka bir şeyin yerleştiğini ayrımsadım. Beni unuttuğunu söylediğinde ona hiç kızmadım. Sinirlenmedim. Hatta ona hak verdiğimi, onca şeyin arasında bir de beni almak için eve uğramasının ne kadar yakışıksız olacağı gibi bir şeyler gevelemiş ve konuyu kapatmıştım. Ama aslında kalbimde derin dehlizler açılmıştı.

Ona karşı gelmeliydim. Ta en baştan... ‘Okulunu bitirip bitirmemen hiç önemli değil canın ne isterse onu yapabilirsin’ dediği zaman sevmek yeterli gelmişti bana. O an kendimi sevmekten vazgeçmiş ve hatta geleceğimi ve umutlarımı heba etmişim; ne korkunç bir cinayet! İnci Kalyon öldü! Yerine kendini, kim olduğunu unutmuş bir kadın doğdu. O beni değil, kendi yarattığı imgeyi seviyordu. Erkekler böyledir. Kendi imgelemlerine oturtabildikleri kadınları severler. Kadın ise başka. Kadın, değiştirebileceğine, iyileştirebileceğine inandığı erkeği seviyor. Bunun için inatla, ısrarla, hırsla çabalamaya devam ediyor.

Gecenin  bir saatinde bana ait olmayan bu odada kıvranıyor bu kadın. Kendini kendine kırdırmanın zulmünü yaşıyor... Midem kalkıyor. Acı bir sıvı doluyor ağzıma. Üstüm başım, ellerim, pişmanlıkla ağdalaşmış sarı siyah kusmukla doluyor. Ne kadarını temizleyebileceğim? Hiç geçmeyecek sanki; kirletilmiş ve eskimiş bir bez parçası gibi kuytu köşelere atılmış hissini yüreğimde taşıyacağım ömür boyu. Ve nasıl düştün İnci bu hale, neden kıydın kendine, diye sorup duracağım, tek kişilik odaların duvarlarına. Şimdi bu izbe odada kendimi infaz ediyorum. Sıkıyorum ellerimi, tırnaklarım etime giriyor, kanatıyorum. Durmuyor kan. Yatağa akıyor.

 

                                               ***

3-Uyanış

 Sabahın ilk saatleri. Gözümü kırpmadan, yutkunmadan, handiyse nefes bile almadan bütün gece karanlığa baktım. Yorgunum. Sabahın, doğayı uyandıran enerjisinden bende eser yok. Sabah olsa ne olur? Elinde hiçbir şeyi olmayan bir kadın ne yapacak sabah olsa? Kapatıyorum gözlerimi, karanlığa sığınmak istiyorum. Odanın dışından hafif müzik sesi ve kaşığın bardakla çınlaması geliyor kulağıma. Hayatın benim dışımda sürdüğünü görmek içimi daha da burkuyor. Keşke herkes benim gibi olsa şimdi. Üzgün, yılgın, çaresiz, işsiz, yalnız, kırgın, pişman…, böyle olmadığını bilmek beni daha da kahrediyor.

Berrin geçmiş ofise. Yani, ofis olarak kullandığı geniş salona. Odanın kapısını aralayıp kafamı hafif eğince ofis görünüyor, onu izliyorum biraz. Gece boyu çılgınca sevişti sevgilisiyle. Vücudunda kanlı canlı görünüyor yaşam sevinci, keyif kalıntılarını yakalıyorum mimiklerinde. Çağırıyor yanına. Gecesi hakkında birkaç laf ediyor. Normal bulurdum bu konuşmalarımızı. Hayata dalmaya çekinen bir akvaryum balığı gibi ürkeğim, diken gibi batıyor göğsüme.

“İnci, ellerine ne oldu böyle?” diye soruyor tüm gece kanayan ellerime bakarak. “Anlatmak istemiyorum. Boş ver,” diyorum.

“Çizsene, eskiden olduğu gibi. Hep çizerdin, ben hayrandım sana o zamanlar…” Üstü boşaltılmış küçük masayı gösteriyor. Oturtuyor beni apar topar. Kâğıtları kalemleri yığıyor önüme. Alıyorum kalemi elime. Bir anda başlıyorum karalamaya. Suyla dolu bir bardağın taşması gibi hızla. Kâğıt doluyor. Sonra yeni bir boş kâğıt daha sonra bir tane daha. Felsefi bir hiçlik savunucusuymuşçasına, dizeleri dağılmış bir şaircesine. Kocası tarafından ihanete uğradığını ölüm döşeğinde öğrenen mutluyken o an mutsuz ölen annemi. Ve çaresiz kalan kızını. Âşık olduğu kocası tarafından tecavüze uğramış, onu nelerin beklediğini bilmeyen kaygılı, genç kadını. Çiziyorum. Beni çiziyorum. Saatlerce. Ofise birileri giriyor, çıkıyor. Telefonlar çalıyor. Konuşmalar, kadın sesleri, erkek sesleri. Bense çiziyorum durmadan. Dünyanın son günüymüş ve nefretimi kâğıtlara boşaltabilecekmişim gibi. Kalemi bıraktığımda yine aynı düş kırıklıklarıyla, gerçeklerin var olma sebebini kabullenmeyi ve bana kalanlarla yetinmeyi istiyorum. Ama yetmiyor. Sonra yeniden doluşuyor beynime ateş gibi bir katran.  Körfeze vuran günbatımı odaya vururken, akşam olduğunu fark ediyorum.

Körfezdeki puslu yakamoza bakarak balkonda oturuyoruz Berrin ile. “Çizmek iyi geldi biraz,” diyorum. Ama biliyorum bunun geçici bir rahatlama olduğunu. Susuyorum, bu kısacık rahatlama anımın yerini yine huzursuzluğa bırakacağım telaşı ile. Gece boyu konuşmalarımızla dolduruyoruz körfezin üstündeki sisi. Okul anılarımızı, gençlik sevdalarımızı, şarkıların körpe kalbimize yaptıklarını, hayallerimizi, ideallerimizi... İnci’yi hatırlatmaya çalışıyorum kendime. Ben kimdim? Ne istiyordum? Sonra birden, içimde bir yara var ve o kanıyor gibi içim burkuluyor. İçimde açılmış yaranın oluk oluk kanayıp ağzıma dolduğunu hissediyorum. Aklıma o geceler bana yaptıkları geliyor. Kuş gibi çırpınıyorum; içime bir serçe girmiş de kafesten çıkmak ister gibi. Tükürüklerimi atsam ağrım geçer mi? Tuvalete koşuyorum. Ruhumun ağrısı bedenime böyle sirayet ediyor. Kusuyorum yine, içimdeki acıyı çıkarmak istiyorum. Birbirinden ayırmak imkânsız. Ruhum hastalanınca hücrelerime, hücrelerim vücuduma, vücudum anneme ulaşıyor ve annem aklıma düşüyor. “Annem aynı böyleydi...”, “Nasıldı Nefise teyze?”

“Körfezdi o. Körfezin güzelliğini saklayan bu sis annemin gözlerinde dururdu. Buğulu bakardı hep. Sisli bir hüzün olurdu gözlerinde. Gerçek duyguları sisin arkasında saklanırdı. Sisin körfezi sakladığı gibi. Şimdi daha iyi anlıyorum. Yaşadıklarımız değil yaşayamadıklarımız gözlerimize sis gibi oturuyor. Sessizce çığlık atarak saklıyoruz kendimizi… Keşke yanımda annem olsaydı.”

“Ne derdi sana?”

“Bilmem. Anlatamazdım ki. Söyleyemezdim; utanırdım ondan... Kızının bu hale düştüğünü görseydi kahrolurdu. ‘Sen benim gibi olma,’ demişti bir gün. Ne yazık ki oldum işte! Bunu hayâl etmemiştim ki; başarılı olacaktım, çok sevilecektim, sevecektim. Basit olmalıydı her şey…  Çaresiz kalmış annem, gidecek yeri olmadığı için terk edememiş babamı. Aynı kaderi yaşıyoruz, genlerimiz böyle kodlanmış bizim Berrin!”

                                               ***

4-Başlayış

Ertesi sabah diğer günlerden farklı bir kaygı ile uyanıyorum. Koşuyorum banyoya. İçimdeki tüm pislikleri çıkarmaya yelteniyorum. Çıkmıyor. Külçe gibi oturuyor içimde. Ofis kenarlarında bir fare gibi yaşıyorum. Kimsem yok, işim yok, evim yok. Ben ne yapacağım şimdi? Beni çaresiz görmemeli kimse. Özellikle o! Fakat bir yandan da kendimi özgür ve iyi hissetmem tuhaf. Bu ikircikli duygular beni en çok yoran şey. Özgür olma hissi insanı telaşa sürüklüyor ve ardından kaygı başlıyor. Doğa kanunu kadar gerçek, yalın ve tertemiz bir kaygı. Bunun farkına vardığım anda daha çok zinde hissetmeye başlıyorum.

Berrin'in bitmeyen ısrarı üzerine bugün dışarı çıkıyorum. Bostanlı’nın kafeli sokaklarında yürüyorum. Her şey faklı görünüyor. Günler sonra yeni bir dünyaya bırakılmış gibi bir yabancılık duyuyorum hayata. Karşıdan karşıya geçiyorum. Bunu seçebilme özgürlüğü hafiften gülümsetiyor beni. Ne çok tutsak etmişim kendimi. Evet kendim. Bunu yapan benim. Bir martı uçuyor tepemde, bir uzaklaşıyor bir yaklaşıyor. Kendince bir yol çiziyor. Martının kendi kanatlarıyla sahip olduğu şey onun, yalnızca ona ait.  Bir kedi gibi kıvrılıyorum kaldırımın bir köşesine. Bir dilenci gibi. Gözünü kaçırıyor herkes, bana öyle geliyor. Önüme çıkan ilk eczaneye giriyorum. Gebelik testi alıyorum. Yine Berrin'in ısrarı ile. Gerçeklerden kaçamayacağımı hissettiğim gibi... Vitrinin camındaki yansımama gözüm takılıyor.

O an çok ilginç bir şey oluyor.  Üzerimdeki elbise kendi başına yürüyor! Elbisemi görüyorum fakat içi boş, gövdem koca bir delik. Sokak ortasında bakakalıyorum. Hayalet olmuşum! Varım ama yoğum, buradayım ama görünmüyorum. Telaşla bir tekel büfesinin önüne geliyorum. Büfeci telefonda konuşuyor, bana bakmıyor. “Kısa Camel alabilir miyim?” diyorum. Parayı bir hamlede alıp, sigara paketini koyuyor. Telefonda konuşmaya devam ediyor. Sesim duyuluyor demek. Bedenimle değil de sadece sesimle buradayım hissine kapılıyorum. Sustuğumda varlığım yok! O zaman hiç susmamalıyım… Büfeden ayrılırken her şey daha da tuhaf geliyor bana. Lokma pişiren bir kadın köşeye açmış tezgâhını. Yanık şeker kokusu doluyor genzime. İzmir’de olağan bir durumdur, ölenin arkasından lokma dağıtmak. Kim bilir kim öldü... Artık huzurludur belki. Ölmek huzurlu geliyor bana. Lokma dağıtan kadını izliyorum biraz. “Kolay gelsin,” diyorum. Bir tüy boynunu gıdıklamış gibi kafasını hafifçe oynatıyor. Havaya bakıyor, bana değil. Çubuğa batırıp bir lokma vermesini bekliyorum. Kadın tezgâhını temizlemeye devam ediyor. “Başınız sağ olsun,” diyorum. Yanıt vermiyor, uzatıyor lokmayı. Hâlâ bakmıyor bana. Kadına değmeden geçmek için yola iniyorum. Camdaki yansımama bakıyorum. İçi boş ama elbisem burada neyse ki… İnsanlar geçiyor, telaşlı, telaşsız, dalgın, tedirgin ve daha pek çoğu, fakat beni kimse görmüyor. Sakin ol diyorum kendime. Yavaş yürüyorum. Elbisemin bana yetişmesini bekliyorum. Vücudum kaskatı. Tenim ne kadar soğuksa elbisemin rüzgârla hareketi o kadar ılık, yumuşak. Ben vücudumu göremezken elbisem ahenkle rüzgâra eşlik ediyor. Adeta bana başkaldırıyor elbise. Kaldırıma masalarını dizmiş bir kafe çıkıyor önüme. Oturuyorum. Önümdeki küçük masaya sigaramı koyuyorum. Yine görünmedim. “Bakar mısınız?”

“Yalnız, self servis,” diyor sakallı genç adam. İçeri girip, “Bir Türk kahvesi bir de ateş,” diyorum. Sakallı, arkasındaki diğer gence sesleniyor: “Sende ateş var mı?” Gözleri aşağı bakarak çakmağı uzatıyor. Alıyorum. “İsminiz?”, “İnci”, “Soy isminiz?”, “Kalyon. İnci Kalyon.”

Sipariş formunun üzerine yazıyor adımı. “Sesleneceğiz size,” diyor hiç yüzüme bakmadan. Kızlık soyadımı söyledim! Sana ait hiçbir şey duymak istemiyorum, soyadını bile. Uzun zaman oldu söylemeyeli. İnci’ye, gerçek İnci’ye, genç, hayat dolu, idealleri olan, güçlü ne yapacağını bilen, kararlı İnci’ye seslendim; onu çağırdım. Adımı seslenince içimde bir şey kıpırdandı. Demek ölmemiş! Unutulmuş, üzgün, kızgın, hayâl kırıklığına uğramış olsa da hâlâ yaşıyor. Birisi ölecekse o değil, o yaşamalı!

“Ne dediniz anlamadım?”, “Az şekerli olsun.” diye değiştiriveriyorum söylediğimi. 

Aklım bir karış havada, kafamdaki kocaman boşluk hâlâ duruyor. Gece olana dek geziniyorum sokaklarda, saatlerce. Sahile iniyorum, Karşıyaka'ya yürüyorum oradan. Sessiz sokaklarda, İzmir'in tüysüz kedileriyle beraber. Onlar beni görüyor…

 Üstüme çullanan akşamın ağırlığıyla varıyorum ofise. Ağır, yoğun bir yorgunluk var üzerimde. Tüm gün kapalı kalmış nemli odaya giriyorum. Bir yabancı geliyor oda bana. Sanki günlerdir beni misafir eden o değildi. Bir not var yerde, kapıdan içeri iteklenmiş, hafif hırpalanmış bir kâğıt parçası.

-Erkan senin burada olduğunu anlamış. Ben ısrarla yok demiştim telefonda. Belki de ısrarım ters tepti. Geldi bugün. Çok sinirli. Neyse ki sen gitmiştin. Nerede olduğunu söylemedim. Bayağı bekledi. Yarın gelip seni eve götürecekmiş, ‘affedecekmiş’ seni, bu saçmalığa bir son verecekmiş. Lafa bak! Yüzüne tükürmemek için zor tuttum kendimi. Sen yapacaksın, değil mi?-

Saçımın ucundan ayak parmaklarıma yürüyen, gözlerimi karartan, bana ait olmayan ama zorla sahip olmak için beynime girmeye hazır bir korku var kâğıtta yazılanlarda. Defalarca okuyorum. İçimi burkan bir çeşit varlık, tutkun bir sakınımla dimağımda günlerdir saklıydı. Ben her okuduğumda harekete geçmek için güç aldı adeta. Kâğıdı fırlatıyorum. Karanlığın içinde kayboluyor. Banyoya giriyorum. Gebelik testi. Çubuğun üstünde iki çizgi. Sokaktan usulca geçen arabada çalan şarkı umarsızca dolduruyor odayı. Pencereyi açıp söylemeye başlıyorum birden. Pek bilmediğim bir şarkı. Nasıl aklımda kalmış şarkının sözleri, şaşırıyorum. ‘Bir gül biter içimde. Tam bildiğin biçimde. Gecenin tam üçünde…’Bu benim şarkım olsun. Kendimle benim aramda, genç İnci ile bu İnci arasında. Ay var odada. Işığı açmıyorum. Gün boyu var olduğumu bana gösteren, ılımış elbisemi çıkarıyorum. Çırılçıplağım. Karnıma sürüyorum elimi. İnci Kalyon buradasın işte, sonunda görüyorum seni. Geçen akşam sıkarak kanattığım ellerimin yarası kaşınıyor. Bandı çıkarıp kaşıyorum usulca. Haz verici ve beni uyanık tutan bir coşku içimi kaplıyor. Şimdi her şey başka! Bugüne dek beni kalbimin derinlerinden tutan şey, ansızın kollarından bırakıverdi. Boşalıverdim. 'Dünyanın tüm acımasızlığına, başkalarının yargıcı bakışlarına karşı hayaletim ben. Elbiseli bir hayalet. Bir ‘onlar’ görmüyor beni… Ben, yalnızca üzerimdeki elbise ile görünen bir kadın, bir eş değilim!’ diye bağırıyorum. Dolunayın sarı beyaz ışığı altında kendime bakarken farkına iyice varıyorum. Beni ben yapan ve bana gösteren bir şey var, tek bir şey; sadece kendime, varlığıma inancım. Ondan vazgeçmeyeceğim.  

 

 

 

 

 

22 Ağustos 2023 Salı

Anı: Sana Gitme Demem


    SANA GİTME DEMEM

 

Gülün dikenine konan kelebeğim.

Narin elleri buz gibidir şimdi. Mavi gözleri gri çökük. Pencereyi açıp serin İzmir sonbaharına baktım. İnsan sevdiğine çektirirmiş, şöyle ağız dolusu küfür edesim var ona. İsyan etmek yasak bizim evde, susmak sessizce kimseye belli etmeden üzülmek, kapalı odalarda ağlamak doğru olan. Harcayacak gücüm de yok zaten. Bittim. Biteli aylar oluyor. Uzak tuttuğumu sanırken, ölüm ağzıma yakıştıramadığım bir sözcükken, kalbime doldu taşıyor. Sinsice bekleyen dev bir canavar gibi duruyor kapımızın önünde. 

Asansör kalabalık yine. İçindeki insanlarla birbirimize, bizim göremediğimiz bir bağla bağlayan tek ortak yanımız var. Onlar da bahsetmiyor ve isyan etmiyor. Susmak daha zor oysa.

Kapısı açık odaların içinde yaşananlar renklenmiş, gözüme vuruyor. Hastane değil resim galerisi sanki. Boya kokusu geliyor her odanın beyaz soğuk duvarından. Burnum yanıyor. Etrafta serkeş gezen hüzünlü bir başkaldırı, tabloların yalansızlığı buraya yakışmamış. Renkler gerçek yalan olan bizleriz. Kalacak olanlar ve gidecek olanlar. Kalacaklar yalan gidecekler gerçek. Her an orayı terk edebilir ya da renklerini yere akıtıp ardında gri kara soluk bir tablo bırakıp gidebilirler. Odaya birkaç adım kaldı. Son tablonun önünde durdum, oyalandım. Ha gayret, giriverdim içeri.

Kocaman bir gülüşle. Öyle büyüktü ki gözlerimin yaşı ışıl ışıl parladı. Kelebeğim kanatlarını çırpıyor. Annesini kreşin kapısında gören küçük bir çocuk gibi. Ne zaman annen oldum ben. Keyifli bir kahkaha ile girdim içeri. Her şey yolunda anneciğim, merak etme. Sen gidince biz hiç üzülmeyeceğiz senin emin ellerde olduğunu bilerek mutlu mutlu yaşamayı sürdüreceğiz. Rahat rahat git sen kelebeğim, dudak kenarımdaki kalkık çizgilerde böyle söylemek yersiz fakat gerçekleşiyor. Grileşmiş gözlerinde bizi bırakmak istemediğini görüyorum. Üzgün bakıyorsun, gitmekten korkuyorsun sanırlar. Merak etme, sana gitme demem kelebeğim.

Böyle anlarda hep çocukluğumu, içine sıcak süt koyduğun kırmızı termosu anımsarım. Nerede acaba o termos? Sütün yanına geceden yapılıp bırakılan mozaik pastalar geldi aklıma şimdi. Kokusu evin her tarafını sarardı. Gecenin bir yarısı Mesut ile uykumuzda sırıtırdık. Her öğlen işten eve gelip yemeğimizi ısıtırdın sen. Ders çalıştığımız odada sobayı harlardın ya, mozaik pastayı erimesin diye salondaki masanın üstüne bırakırdın. Süt soğumasın diye kırmızı termosta.

Aklıma şimdi geldi, sen hangi ara öğle yemeğini yiyordun o zamanlarda? Yemiyordun değil mi? Yemeden iş başı. Bir de dikiş dikerdin sürekli. 18 yaşıma kadar giydiğim en gözde elbiselerim, montlarım, askılı bluzlarım senin diktiklerin. Hâlâ da öyle galiba! Her bayram yenilerimiz olurdu. Büyük bir özenle temiz tutar sonraki bayramda da giyebilmek için saklardık. Ama üzerimize olmazdı, küçülürdü. En derin hayâl kırıklığını yaşardık o zaman. Sırf biz mutlu olalım diye otururdun meşhur dikiş makinesinin önüne. Mutfak ocağının altında kocaman bir fırınımız vardı. Bizim zenginliğimizdi o ve içinden mucizeler çıkaran sen!

 Ciğerine takılı hortumu hemşire çıkarırken gözünü benden ayırmadı. Gıkı çıkmıyor. Gözlerindeki kalabalık, acısı dolu. Geçecek kelebeğim bitecek. Hiçbir şeyin unutulmadığı her şeyin anımsandığı minicik bir an olmaya görsün. Su yeşili gözleri gizlendiği yerden parlayan bir yıldız gibi çıkıverdi. Yıka beni…

Açılan berrak alnının altında pembeleşti. Cömert bir gülücük yayıldı yanaklarına. Bir an dünyanın nimetlerini yaşamaktan keyif aldık ikimizde. 

Magmalaşmış bir anne sızısı çörekleniyor içime. Gözümde canlanan her bir karenin içindeki o tek varlık. Bir daha asla görmemek ve koklayamamak. Küçücük bir kız çocuğuyum, masum. Ürkek, ihtiyar bir kadın gibi güçsüzüm, yorgunum. Dört yaşımdaydım, kreşe bıraktığı ilk gündü. Merdivenlerinden ince topuklu ayakkabılarının melodik sesiyle uzaklaşıyordu. Anne, anne gitme, diye bağırdım. Koşarak geldi yanıma sımsıkı sarıldı bana. Seni asla bırakmam. Attığım çocuksu çığlığın yüksek notalarını duyuyorum şimdi. Yine o büyülü ayakkabı sesini duyana kadar aynı coşkuyla bekledim seni.

Bezi hafifçe aşağıya doğru çektim. Kalbinde mor menekşeler ve göğüs kafesinde kırmızı güller açmış. Güneşe yüzünü çevirmişçesine tavandaki floresan lambaya kalktı kafası. Alnındaki gergin kırışıklık yok oldu ve dudakları inceldi, yayıldı. Gülümsedim. Ayaklarım geri giderek girdiğim ıslak odadan çıkmak istemiyorum. Ama sana gitme demem artık.

 

 

21 Ağustos 2023 Pazartesi

KÖPEK DİŞLERİ

 

KÖPEK DİŞLERİ

Yavaşça yanına uzanıyorum. Öyle yavaşım ki ciğerlerimde dolaşan havanın sesini duyabiliyorum. Gürültülü, vahşi, anaç. Cüssemin yatağa kurulma gerginliğiyle çarşaftan hışırtılı sesler çıkıyor.  Ay vurdu. Örtmek gerek. Battaniyenin çarşaftaki yolculuğu uzun, hışırtılı. Gök yere indi, yer göğe çıktı. Ak boğumları örtüyor. O kıpırdıyor. Üzerinde eğreti duruyor gök mavisi battaniye.  Yolculuğun bitmesini beklerken dişlerimi sıkıyorum. Dudağımı ısırıyorum, ağzımın sularını yutkunuyorum.

Durduramıyorum coşkumu. Bir şeylerin arasında sıkışıp kalmış gibi, kıpırdanıyorum. İçimden geçenler uykumu kaçırıyor. Başka şeyler düşünmeye çalışıyorum. Odanın ay ışığında,  gözlerimdeki parıltıyı yatağın yanındaki aynada görüyorum. Sonra köpek dişlerimi. Gömülü kalan köpek dişlerim aynada. Ben onlarsız yaşadığımı sanırken, onlar içimde, etimin içinde var olduklarını ve görünmeseler de yaşamaya devam ettiklerini gösteriyorlar bana.  Bir belgesel anımsıyorum. Ceylanı gören kurdun gözleri, kısık keskin ve canlı. O kurdu yanımda, içimde hissediyorum, ruhuma girdi. Beni ele geçirdi sanki. Korkuyorum kendimden, yapacaklarımdan. Kapatıyorum gözlerimi. Açınca geçsin, bir iki üç… Sık dişini, ısır dudağını.

Komodindeki yarım bardak suyu içiyorum. Nefesimi tuttuğumu o an fark ediyorum. Bir bırakışım var ki açık olan göğüs uçlarım ürperiyor. Bir tutam ay ışığı hâlâ oynuyor üstünde. Bana garezi var onun, ezelden beri. İçimin yağlarını eritiyor haspa! Yanaklarından süzülen ay, pembesini gösteriyor bana, cennet gibi…

Tanrım beni affet. Isırıyorum bir parça. Kıpırdanıyor, bacakları gıdıklanıyor. Bu benden mi çıktı? Yoksa ben mi ondan doğdum, onunla doğdum?  Hazdan bir parça duruyormuş içimde. Boyut değiştirmiş. Yaratmanın hazzına dönüşmüş. Anne dediğin böyle bir şey. Doğa gibi, toprak gibi, ana. Yavrusunu yiyen ilk ana da ben değilim dünyada. Bazı hayvanlar yiyor. Hangisiydi? Çok da uzağa, vahşi doğaya gitmeme gerek yok. Kedi. Kedi değil miydi? Hoş, kediler diğer yavrularını korumak, onları besleyebilmek için yer yavrusunu. Biz insanoğlu, yavrusunu böyle yemeyiz. Belki daha farklı yollarla. Doğru bir çıkarım da değil. Daha tutkusal bir gerçeklik var bunda. Gizil bir vahşilik, doğal bir anaçlık. Parmağım ilk boğumunun üstünde duruyor. Biraz dursam burada!

Kolunu tutuyorum, yumuşak. Sonra. Her seferinde doyma noktasından uzaklaşıyor daha çok doyumsuz oluyorum. Dudaklarında kalanlar mememin şişkin ucuna yapışık. Beyaz beyaz akıyor. Kollarımı atıyorum yatağın ucuna. Onlarla işim artık yokmuş gibi. Güneş kadar aya, hayat kadar ölüme, haz kadar huzura ulaşıyorum o an. Çek içine beni, ısırıklarımı doldur.

Ay ışığı üzerimizde, kurt içimde... Her şey onunla başladı ya…


11 Ağustos 2023 Cuma

BALIK CESARETİ

   

 
    

BALIK CESARETİ

 

 

Gölün dibindeyim. Soluksuz kalana kadar duruyorum. Zaten hep burada yaşıyordum. Yüzgeçlerimin çıktığını, kısa, hızlı, ıslak nefeslerde küçük bir balık endamıyla guluk guluk sesler çıkararak yüzdüğümü, balık arkadaşlarla oynaştığımı anımsıyorum. Bacaklarına sürtünüyorum, arasına, içine. Gıdıklıyorum. Kumral bacak tüylerin kalkıp iniyor soğuk ve gergin tenimde. Gıdıklanıyorum. Beni yakalamaya çalışıyorsun. Tutuyorsun da. Bir balık kahkahası kopuyor denizde. Küçük baloncuklar yatmadığımız yatağın pürüzsüz çarşafı kadar soğuk ve ölgün gölün yüzeyinde dans ediyor. Göl sırdaşımız bu saatten sonra. Başka çıt yok. Yakamozdayız. Göle yansıyan yıldızların iç çekerek söylenişleri geliyor kulağıma. 'Bırak. Kendini bırak.' Sonrayı merak etmediğimi mi sanıyorsun? Deniz tuzundan dudakların, benimkinin üstünde duruyor. Şu an bile… Saatler öncesinden. Gecenin enkazı bedenim, hâlâ nemli. Hep öyle kalsaydım belki de…

Yüzüme uzun derin sonsuz bir gülümseme oturdu. Otobüsün loş karanlığında parlayan. Yan koltuğa oturan genç adam; “İyi yolculuklar ağabey, yolculuk nereye?”

Hiçliğe, boşluğa. Hiçlikteki o boşluğa, gömülmeye…

Bu son yolculuğum, bir daha gitmeyeceğim, artık hiç gelemeyeceğimden.

“Git, bekleme.” Elimin beş parmağı kalktı pencereden.

“Gitme kal...” İçim ayrı dışım ayrı konuşuyor.

 "Haydi git!" Gitmezsen, olacaklardan sorumlu değilim bu andan sonra.

Yıldızların altındaki o göl  parlıyor gözlerimde. Dayanamıyorum. Camdan, kırılgan ve pürüzsüz bir heykel gibi bekledikçe sen, ben sana yüzmek için açarım yüzgeçlerimi.

Otobüs yürümeye başladı. "Durun durun!"

“Otobüsü durdurun?”

Koşuyorum balık cesaretiyle, sana doğru.

4 Ağustos 2023 Cuma

Son Resim

SON RESİM

 

Banka oturdum. Gün batarken, bir dakika bile olsa, gözlerimin hizasına gelmeni bekliyorum. Yanımda deniz, önümde sen, üçümüz baş başayız, o gün gibi. Sessizlik istiyorum. Dünya telaşı, bilirsin. Yürüyenler, koşanlar, oturanlar. Altıma kıvrılmış kedi, arkamdaki uzun ağacın yaprakları, dala konan kuş, kaldırım taşlarının ritmi, dalganın betona vuruşu. Ne çok ses var. Senin öncende kalıyor hepsi. Dünya telaşı dediğime bakma sen, düpedüz senin gidişinin telaşı işte.

Artık daha iyi hissediyorum seni. O günden sonra hele, bana bir şey oldu. Bir köpeğin, bir kedinin o güçlü, mükemmel algısı var bende, duyargalarım hiç durmuyor. Cemre düştü. Burnum bayram etti, kulaklarım her şeyi duyuyor artık. Denizin, kedinin, asfaltın kokusu, sesi. Seni iliklerimde hissediyor, içine giriyorum; içime giriyorsun. Asfaltta tekerleğin ciyaklaması, akşamın iniltisi. Rüzgâr esiyor kulaklarıma. Biraz hırçın, ona kalsa esip gürleyecek ya, sen varken. Hükmediyorsun ona. Çekiniyor, korkuyor senden. Ben de nasıl korkmuştum! Korkum yok artık, korkacak bir şeyim kalmadı ki, şimdi sana tutkuyla bağlıyım ben. Tam bu anlarda serkeş bir çırpınış başlıyor bende, kalbim çarpıyor. Gidiyorsun, bitiyor bir gün daha. Böyle böyle bitecek bir gün. Hiç bitmeyecek değil tabi. Dünle aynı, tekdüze, tekinsiz, sakınımsız. Bu canımı sıkıyor benim. Yalnızlık kadar zor. Hiçbir şeyim kalmadı bir sen varsın. Asıl bu koyuyor, ondan.

“Tartar tartar tartar…” 

Bir balıkçı motoru yanaşıyor limana. Annesinin koynuna sokulan bebeğin huzuru var motorun sesinde. Yavaşça susuşunda.  Yüklü, belli. Marmara’yı boşaltmış tekneye, Silivri balıkçıları. Martılardan bile belli. Çıldırdılar! Balık ve yosun kokusu yayılıyor sahile. Köpük sıçrıyor kaldırım taşlarına. Elim tuz oldu, su soğumuş. Sonbahar nemi bu, kışa var daha neyse ki.

Kaptan susturunca motoru, anlaşıldı; gitme vaktin iyice yaklaştı demek. Başlamışsındır, renklerle oynamaya. Onları da hissediyorum. Tenime yavaş ve sinsice işliyor. Yüzüm kırmızı oluyor, ellerim alev sarısı, kollarım deniz yeşili. Şehvetli bir kadın gibisin şerefsizim… Seversin çok. Sen yok musun sen? İnsanın aklını alıyorsun. Âşık gibi divane geceye vuracağım ardından, dalgaların betona vurması gibi. Ama bak şunda haklısın; ateş sarısı alaca rengin, en gözde olanı. Hiç acelen yokmuş gibi keyfini ala ala bu renkte kalırsın ya. Of, o güzelliğine!  Karşında eriyorum işte, görmüyor musun? Biliyorsun ve küstahça gülümsüyorsun.

Işığın gözlerimi aldığı gün, işte tam böyle karşımdaydın. Uçuruma yuvarlandığımız o anda çizdim ben gözlerime seni. Çizmişim. Herşeyi unuttum. Hatırlıyorum, Aysel’in yasemin kokan saçları savruluyordu önümde ama ben sana kilitlenmiş, seni kokluyordum. Oğlum, miniğim Kemal’imin cıvıltılı gülüşleri kulağımda… Bir o kaldı beynimdeki uğultuda. Severdi arabada gezmeyi. Uçurumun yankısında, senin şımarık çığlığında, orada kaybolup gitti. Kemal’im şimdi yirmi ikisindeydi. Nasıl görünür gökyüzünün pembesi, denizin yeşili, yaprakların moru? Bilmez o… Gözümde kalan o son resmin, işte tüm gördüğüm bu.

Önünde serili denizin üstünde kahkahaların. Dalga geçmiyorum seninle, duyuyorum onları. Sağır değilim hiç değilse. Denizle arandaki fısıltı geliyor kulağıma; sen olmasan o renksiz kalırmış da, sen olunca koyu coşkun mavi oluyormuş da akşamına alaca renge dönüyormuş da, dinginleşiyormuş. Laf...

Sustu dalgalar. Sessizlik oldu. Ardından kanat çırpınışları, zavallı martıların. Yükseğe uçmanın derdindeler belli. Sana ulaşmaya çalışıyorlar herhalde. Güleceğim tuttu. Bana benzetiyorum onları. Kanatlarım olsaydı, ben de…

Kızıla döndün. Veda rengin. Sana ait değil artık, bu veda benim. Zavallı ben! Her şeyimi aldın kalleş! Ailemi, coşkulu ve özenli hayatımı, ruhumu, aklımı… Hâlâ daha peşindeyim ya; uslanmaz bir deli coşkusuyla, her sabah ve her akşam senin önümden geçmeni bekliyorum ya! Olsun.

Işığın göz bebeklerimden giriyor. Tam karşımdasın şimdi. Hizama geldin demek. Beynimde resim beliriyor. Hep o aynı resim. Görmeye ne hacet! Orada yaşıyorum zaten.

Kestane satan kadınla sözleşmişsin yine, bağırmayı kesti birden. Zaman da susuyor. Ne büyülü bir an. İyice devleşiyorsun. İçine alıyorsun dünyamı. Her seferinde bir daha kapılıyorum ya sana, olacak iş değil! Senin kadar uzaktayım her şeye. Sana yakın bir yer bulup sıkıştırdım kendimi oraya.

Yüzümü kaldırdım havaya. İmbat sonrası dinginliği okşadı yüzümü. Gösterini bitiriyorsun. Aceleci, gölgeli bir serinlik yalıyor vücudumu, hani şu aklını başına getiren cinstekilerden. Hiç işte! İmkânsız bir kavuşma bu bizimkisi. Beni bırak artık, umutlandırma, yeter! Bırak da kabulleneyim…

Arkamdaki çay bahçesinin yeni yetme garsonu geliyor yanıma. 

'Amca çay vereyim mi dünkü gibi? Güneşe veda çayı. Aysel dediydi böyle.  '

'Ver.' diyorum. Bir koşu alıp geliyor. 

'Güneş kırmızısı çay, buyur amca. ' diyor.

Senin her yerde olman, her şeyde. Benim içimdesin ya daha ne! Çayımı içiyor ve kalkıyorum.

Sopamı açıp zifiri karanlığımın içinde, aksayarak uzaklaşıyorum.

 

31 Temmuz 2023 Pazartesi

Anı: Döl


                       DÖL

Dağlar denize Akdeniz’de paralel, Ege’de dik uzanır. Bunu unutmadım hiç. Şimdi bu manzaraya bakarken, coğrafya bilgimi kendime ispatlıyorum. Denizi dimdik kesen bir dağın karşı sahilinde, küçük bir kasabadayım, Sığacık’ ta.

Sırtı çarşıya, denizi sola verip yürürken yol kenarında dizilmiş iki katlı binaların sonuncusunda bir pansiyonda kalıyorum. Sahibesi Çağlar Hanım, Kanada’nın Amerika sınırında bir sanayi kentinde yirmi sekiz yıl yaşadıktan sonra, gelmiş buraya. Oraların eksi yirmi derecelerdeki soğuğunda donmuş kanını burada ancak ısıtır, diye geçiyor aklımdan. İnsanlar ailesinin gömülü olduğu toprakların üzerinde ölmek istiyor. Galiba  kan çekiyor.

 Kasaba, pansiyonun az ilerisinde bitiyor. Denizin ardından yükselen yaban bir dağ saklıyor kasabayı. Güneşin batışını izlemek için pansiyonun önünde kaldırıma dizili küçük tahta masalardan birine oturuyorum. Ilık bir rüzgâr esiyor. Dingin, telaşsız bir hava. Tablo gibi bir manzara duruyor önümde. Kollarımı uzatsam sarılacak kadar yakınımda. İçine giriverecek gibiyim.  Doğanın sakinliğinin ardındaki o büyüleyici coşkuyu hissediyorum. Benimle konuşuyor gibi geliyor bana. Belki de olağan karşılanan bir durumdur burada. Alacalı deniz ve karşıdaki dağla saatlerce dertleşmek. Bir parçası olduğumu düşünmeden edemiyorum. İçindeki enerji, damarlarımda akan kan kadar canlandırıcı ve güzel.

 Pansiyon çalışanlarından yanık  tenli ve genç olanı mutfak penceresinden bir göz attı bana. Elinde domates bıçağıyla adeta evindeymiş gibi seslendi sonra:

“İçecek bir şey ister misiniz?”

Yanıma kadar gelmeye gerek görmüyor. Göstermelik tavırlardan, büyük laflardan bıkmıştım,  bu rahatlık hoşuma gidiyor. Ne içsem diye düşünürken, delikanlı:

 “Güneş batışına soğuk bir beyaz şarap iyi eşlik eder. Bir şişe açmıştık. Bir kadeh verebilirim size.”

 “ İyi fikir.” diyorum.

Önümde halı gibi serili denizin ardına bakıyorum. Yamaçtaki ıssız eve gözüm dalıyor. Tepesindeki tekdüze rüzgâr türbinleri olmasa yalnız, ürkek, adeta rengi alınmış tek başına bir ev. Manzaraya enteresan bir çekicilik, sebebini tanımlayamadığım bir hüzün vermiş bu ev. Evin içinde yaşayan hayatları merak ediyorum o anda. Delikanlı, buğulu kadehte şarapla masama geliyor. Soruyorum ona: “ O evde… Şu karşı evde. Birisi yaşıyor mu?”

“Ben geldim geleli orada kimseyi görmedim. Ama geceleri ışığı yanar evin. En iyisi siz onu Çağlar Hanım’a sorun,” diyor ve imalı bir bakış atıyor.

Çağlar Hanım bir müşterisini odaya yerleştirip yanıma geliyor. İlginç yaşamı, hayata farklı bakışı, enerjisi, pansiyona başka bir hava veriyor diye düşünüyorum o yanıma otururken. Yüzünde ilk bakışta anlamlandıramadığım ama zamanla düşüncelerime yerleşen harika bir uyum var. Mona Lisa’nın yüzü gibi ikiye bölünmüş. Bir tarafı hüzünlü ve umarsız, diğer tarafıysa Akdeniz enerjisinin ve ölçülü rehavetin neşesiyle gülümsüyor. Onda bir şeyler anlatmak ister bir hava var. Tıpkı doğa gibi; doğallık ve naiflik akıyor üstünden. Dudaklarının ucunda bekleyen kelimelerin sabırsızlığını seziyorum.

 “Karşıdaki evi sormuşsun. Madem yazıyorsun sana bir hikâye anlatayım, yazarsın belki,” diyor. İşte diyorum içimden, bu doğanın konuşması…

“Savaş zamanı kimsecikler vermedi bu dağları. Geçit yok dediler.” Deyip susuyor Çağlar Hanım. Bekliyorum. Sonra, sesi daha derinden çıkmaya, galiba ondan sonra yüreğiyle konuşmaya başlıyor;

“ Düşman gitti ama kirli postallarının kanlı çamurunu evlerin içine, kadınların yüreklerine bırakıp gitti. Ben sana bir şey diyeyim mi? Zafer kadınların fedakârlıklarıyla kazanıldı…”

Gözlerimle onayladım. Henüz daha konuya girmediğinin farkındayım. Sanki anlatmak istediği hikâye için cesaretini toplamaya çalışıyor; akmıyor sözcükler, durağan.  Kafasıyla o evi gösterdi, yüzü ciddileşti:

 “Yaşlı bir adam tek başına yaşar orada," dedi.

Ev gözümün önüne kadar geliverdi. Çıplak, mezar kadar sessiz görünüyor. Birden sis bulutları kaplıyor üstünü. Gerçekten de o an bir bulut dolaşıyor. “Yağmur geliyor.” diyorum. Ama büyüyü bozmak niyetinde değilim, susuyorum.

"Gelmez. Ne zaman bu konuşulsa bulutlar saklar evi. O zaman anlarız anlatıldığını...”

O anda, içime sığmayan merak duygusu tüm vücudumu sardı. Kahkahaları duyulan bir araba geçiyor yanımızdan. Bunu duyuyor fakat umursamıyoruz ikimiz de. Bazı anlar vardır ki hiçbir şey o anki duygu yoğunluğunu bozmaz. O anlardan birini yaşıyoruz. Çağlar Hanım konuşmaya devam ediyor:

 “Savaş bitmiş. Sokaklarında acı kolay kolay diner mi? Kasabalıda çaresizlik, bir başınalık, yokluk. Kadınlar hem erkek hem anne, işçi, savaşçı da. Tencereler boş. Cepheye gitmeyen kadınlar birebir vuruşmasa da heyhat en dibine kadar yaşıyor savaşı. Öyle yaşıyor ki, içine işleyen korku ve dehşeti sonrasında yıllarca atamıyor..."

“Siyahlara bürünen Anadolu gibi.”

“Evet. Ama ateş bu kıyılara bir başka düşmüş. Düşman yatak odalarına kadar girmiş…” diyor ve yutkunuyor.

Dünya kuruldu kurulalı tüm savaşların başı ve sonu arasında olan her şey aynı. Gerçek hiç değişmiyor. Galip taraf için bile savaşın sonunda insanlar aynı yarayı alıyor. Yıkım, acı, keder, kayıp, bitimsiz bir yokluk. Deniz kokan güzel bir günde, elimde soğuk beyaz şarabım, önümde doğa manzarası var ama ben kendimi savaşın acısına sürüklemekte nedense zorlanmıyorum. Çağlar Hanım devam ediyor:

“Savaş bitince Türk komutanlar Yunan askerinin denize döküldüğünü müjdelemek için köy köy kasaba kasaba gezmişler. Buraya da gelmişler. Halk hâlâ savaşta olduğunu sanıyor düşmanın yok edildiğine bir türlü inanamıyormuş. Kasabanın sokaklarında delirmiş gibi bas bas bağırırlarmış kadınlar: - Düşman gitmedi. Hâlâ burada…- Askerler ne diyeceklerini, ne yapacaklarını şaşırmışlar. Her yanı al bayraklarla donatmışlar. Ne var ki gencecik kadınların yürekleri bir türlü ferahlamazmış. Delirenler, kaçanlar, kendini öldürenler olmuş.  Evet, evet! Savaştan çıkıp intihar eden elleri kınalı kadınlar. -Bu vatan bizim, bu topraklar, bu dağ, deniz. Erin eve dönsün hele, biter her şey.-  dermiş asker ama kadın yüzüne bakamazmış. Karnına karnına vururmuş. Asker özgürsün dedikçe daha da çok dövünürmüş…”

 “-Nedir sizi bu kadar üzen deyin hele?- demiş bir asker.

“-Benim savaşım bitmedi. İçimde döl yaşıyor. Karnımdaki ne olcek! Ne olcek onaaa? Ya bana? Erimin yüzüne nasıl bakacam?-   deyip bağıra bağıra atmış bir kadın kendini denize. Oracıkta kaybolup gitmiş. Bulamamışlar onu. Bebeği kalakalmış öksüz.”

Yüreğime bir fırça darbesi gibi değiyor kadının sözleri. O an tarihte onlarca yıl geriye gidip denizin kızıllığını görüveriyorum. İçim ürperiyor. Şu anki zaman diliminde havadaki boşluğun varlığını ayrımsıyorum. O sözler, genç kadınların elleri, yürekleri, o boşlukta asılı kalmış. Karşı dağa vurup sesleri kulağıma doluyor. Karnımdaki döl ne olcek, ne olcek bana… Sanki kulağımdan hiç gitmeyecek gibi yerleşiyor.

 Çağlar Hanım, benim sindirmemi istermişçesine sessizleşiyor. O sırada içeriden sesleniyorlar. Bana bir işaret yapıp gidiyor. Güneş dağın arkasına geçerken tatlı bir serinlik başlıyor. Deniz ölü bir göl kadar kıpırtısız. Bu deniz, dağ, ağaçlar her şeye şahit. Onlar gördü. Doğa güzel olanı gösteriyor. Çirkini, kötüyü nasıl da içinde yok ediyor. Belki de şahit olduğu ve gizlediği kötülükleri kapatmak için bu kadar mükemmel ve güçlü görünüyordur. Ama eve bakınca insanlığın ne kadar acımasız ve vahşi olduğunu görüyorum, dehşetle ürperiyorum. İnsanların neler yapabileceklerini düşündükçe deli gibi korkuyorum ve bu ılık yaz akşamı birden üşüyorum. Diğer yandan insanın düşmanı da dostu da insan diyorum. Bu ikircikli duygularıma ilaç olan tek şey bu hissettiğim doğanın gücü. Onun sayesinde içimden taşan nefret hafifliyor ve katı duygularım duruluyor.

Çağlar Hanım tekrar yanıma geliyor. Daha sonra ne oldu, diye soramıyorum. Sonra olanın ne önemi var ki. Öykü anlatmak, korları eşelemek gibidir, parmakları yanar insanın. İçime bir acı düştü bir kere. Karşımda duran manzara, çığlığın içindeki sessiz ev, coşkusunu yitirmiş kadın gibi duran deniz, sonrasında olanları anlatıyor bana. Kadının karnındaki döl orada yaşıyor. Denizin ardındaki dağ yurdu olmuş onun. Güneş evin arkasında battı. Yarın yine doğacak. Her şeyin bir sonu ve başka şeylerin başlangıcı olduğunu göreceğim. Sokak lambaları yanıyor. O sırada pansiyonun bahçesinden hafif bir müzik duymaya başlıyorum. Delikanlı bitmiş kadehimi doldurmaya geliyor. Ben denize dalıp gitmişken eliyle evi gösteriyor: “Bakın. Akşam oldu, ev ışıklarını yaktı. Demiştim size. Hep yanar.”

Çağlar Hanım etrafta dolaşıyor diğer müşterilerle şakalaşıyor. Az önce anlattıklarını unutmuş gibi. İşini bilir bir tekdüzelik hissettiriyor bana. Tıpkı bu hayat gibi. Hayatın her daim sürmesi gibi…

 “Mangalı yaktırayım artık. Acıktık değil mi?” diye soruyor.  “Evet” diyorum. “Acıktık.”

 

30 Temmuz 2023 Pazar

Seremoni -Gerçek Bir Hikaye-


SEREMONİ

Aylardır gezginim. Uzaklara, yaşadığım bu hayattan çok daha ötesine gittiğimi, başka bir hayat yaşadığımı kızlarım bilmez. Aramızdaki uçurumun büyüyeceği korkusuyla anlatamıyorum. Kızlarımın, nereye, niçin gidiyorsun gibi olağan, sağlıklı soruları da olmuyor. Duyacaklarından sonra nasıl davranacaklarını bilmedikleri için ses etmediklerinin farkındayım. Bendeki değişikliği kabullenemeyeceklerinden korkuyorum. Ben kaçıyorum, onlar sessiz kalıyor. Ben saklıyorum, onlar susuyor. Bunca zaman böyle geçip gitti. Tüm olanları, utançlarımı, gerçek duygularımı anlatabilecek miyim kızlarıma? Buna hâlâ hazır değilim.

Uzun seyahatimin son günlerini, eve gitmeden önceki birkaç günümü, Hanae’nin Cihangir’deki evinde geçirmek istiyorum. Bu kez yalnız değilim.  Karmaşık duygularla atıyorum kendimi Hanae'nin dingin göğsüne. Öyle hızlı, sonsuz ve öyle yoğun ki duygularım; artık nefesim kesiliyor. Hanae nasıl yapıyorsa dağılan duygularımı bir bardağa akıtıp bir nefeste içmemi sağlıyor. Onun bir geyşa olması, ilk aklınıza geldiği gibi bana geyşalık yaptığı anlamına gelmesin. Hanae ile dostluğumuz yaşama dair ve derin sebeplerden.  Geyşa olması, bol bol yeşil çay içmemizi sağlıyor, o kadar. Benden on yaş büyük olmasına rağmen çok daha genç, hayatı olduğu gibi yaşayan biri. Sırrının çimen rengi yeşil çay içmek olduğunu söylüyor. Öyle olmadığını bilsem de bir çayın, seyahat etmenin ya da bir seremoniye katılmanın mucizeler yarattığına inanıyorum. Çünkü yaşıyorum.

Hanae ile hep yaptığımız gibi yeşil çayımızı içtikten sonra sake içiyoruz.  Hanae neden eve gitmediğimi, önce ona geldiğimi soruyor. Aslında tek amacım  seyahatim boyunca vermeye çalıştığım kararı temize çekmek. Gitmek mi kalmak mı? Artık birini seçmem gerektiğini söylüyor. Hem gidip hem kalamam. Haklı. Onun haklı olduğunu bilmek beni telaşlandırıyor. Düşünmeye başlıyorum.

Sonra birden bir kadın giriyor içeri. Çelik mavisi gözleri, yere doğru berrak bir damla gibi akan beyaz tenli, olgun vücuduyla dikkat çekiyor Adima. Babası Alman. Sırf bu yüzden Türk kanını görüntüsüne uymuyor fakat Türk kanı fışkırıyor Adima’nın yüzünden. “İlginç bir evi vardır Adima’nın…” diyor Hanae, haylazca gülümsüyor,  “Evi görünce nedenini anlarsın…” Bunu söyledikten sonra bir anda Adima’nın gizemli evinde bir Çay Seremonisi yapılacağını söylüyor. Hanae evi ısrarla görmemi, tüm bunların bana iyi geleceğini söyleyince merakım daha da artıyor. Ve tabii çay seremonisine de. Alelade bir davet değil bu. Yapılacak törenin  anlamı ve Hanae 'nin bunca ısrarı benim için önemli. Kabul ediyoruz.

Adima'nın evindeyiz. Yüz yıllık hantal binalarla kurulmuş eski bir sokak. Cihangir’in dışarıdan ilginçliği tahmin edilemeyen, gizil evlerinden.  Dünyanın her yerinden renkli insanlar barındıran, dar köşelerinde küçük sandalye ve masaları olan, dışarıdan bakınca oldukça sıradan ve basit görünen apartman, içinde iki kıtayı birleştiren boğazı saklıyor. Daha kapıdan adımımı attığım anda beni baştan çıkaran bir enerji sarıyor ruhumu. Onca yeri dolaşmama rağmen evimin birkaç kilometre ötesinde, yoğun, bambaşka bir enerjiyle karşılaşmak şaşkınlık verici. Salondan bir ırmak gibi uzayan koridordan geçip banyoya giriyorum. Tamamen kendimi kaybediyorum; boydan boya bir kitaplık var banyoda. Pırıl pırıl, tertemiz. Cam kapaklı dolapların içine havlu, sabun gibi bilindik banyo malzemeleri yerine kitap konulmuş. Banyonun içinde adeta bir kütüphane, bir daha düşününce tersini söylemem daha doğru olur; kütüphanenin ortasında banyo var. Rüyalarımda gördüğüm evi kanlı canlı gözlerimle görüyorum. Cilt cilt ansiklopediler, İkinci Dünya Savaşı Almanya’sı ile ilgili almanaklar, resimli büyük hamur kâğıda basılmış eski dergiler. Hepsi özenli bir şekilde dizilmiş.  Tek boş duvarda bir pencere var. Hayatımdaki küçük, sırlarla dolu pencereler gibi, kendimi durduramadığım merak duygusuyla boş kalan duvardaki devasa buz camlı pencereyi açarken karşıma çıkacak manzaranın beni büyüleyeceğini biliyorum. Martı sesi dolduruyor banyoyu.  Tüm boğaz önümde serili. Denizin tam ortasındayım. Bir apartman dairesinde değil de sanki aklımda capcanlı tuttuğum rüyalarımdaki o gerçeküstü yerdeyim. Fakat burası gerçek. Hayatıma dair onca karmaşa onca hengâme bir anda yok oluveriyor içimde. Düşsel bir yolculuğa çıkmış gibiyim fakat her şey tüm gerçekliğiyle önümde serili. Bir martının içeri girme olasılığı çok yüksek, pencereyi küçük aralıyorum. Klozete oturunca kitaplık uzanma mesafesinde. Bunun konforunu tecrübe ediyor olmak muhteşem… Boğazın mükemmel görüntüsü ve kitaplar bir tuvaletin içinde. Hayâlden de öte. Hayatım boyu kullanacağım bütün tuvalet anlarını şimdi burada kullanmak istiyorum. Salondan seslendiklerini duyunca orada bir süredir kaldığımı fark ediyorum. Salona doğru yürüyorum. Renkli kapakları olan iri kitaplar banyoya giden uzun ve dar koridora yerleştirilmiş. Koridor canlı bir şölen yerine dönmüş. Bunu bilerek yaptıklarını anlayıp gülümsüyorum. Koridor adeta, “Sabırla ilerleyin! Sonunda karşınıza muhteşem bir şey çıkacak,” diyor. Yasunari Kavabata’nın Uykuda Sevilen Kızlar’ın Türkçeye çevrilmiş ilk baskısı hemen gözüme çarpıyor. Bu kitabı ne çok aramıştım. Derken, alt rafta bir miğfer görüyorum. Aşina olduğum bir şey değil tabii ama üzerindeki şekli hemen tanıyorum. Adima’nın kocasına ait. Bir Nazi subayının torunu olduğunu Hanae 'nin bana fısıldadığını anımsıyorum. Böyle biri ile ilk kez karşılaşıyorum. Dedesinin Nazi subayı olmasından utanan bir adam. Belki de kendi saf ırkından olmayan biriyle, Adima ile bu yüzden evlendi. İçimden fışkıran, miğfere dokunma dürtüsüyle parmağımı üzerinde gezdiriyorum. Ürpertici şekilde soğuk, sert ve nefret dolu. Ama bir yandan da neden olduğunu tam kestiremediğim, bir acıma duygusu hissediyorum. Hem atalarından utanıp hem de onları kabullenerek bu miğferi saklaması çok erdemli bir davranış. Hanae parmağını yavaşça ağzına götürüp benim ne gördüğümü, neden şaşkın olduğumu bilir bir ağırbaşlılıkla yere, yanına oturmamı söylüyor. 

Evin salonundayız. Sonunda Çay Seremonisi başlıyor. Seremoniyi Rafael sunacak.  Köşede duran pikaptan, tek bir müzik aletinden bir melodi odaya yayılıyor.  Geçmişin kapısı aralanmış, müzik oradan şimdiye ulaşıyor ve sonsuza dek hiç kapanmayacak gibi. Aklımın dehlizlerinde bir bu an’ı bir öncesindekileri ardı ardına yaşıyorum. Rengârenk bir halının üzerinde oturuyoruz. Bir İran halısı olduğunu, köşelerinde sembolik şekillendirilmiş farsça harfleri sorduğumda öğreniyorum. Ortama mistik bir enerji veren bir yanı var. Rafael Japonya’daki gerçek çay seremonilerinde aslında tahtanın üzerinde ince yastıklarla oturulduğunu ve başka bir sürü ayrıntıdan bahsediyor. Bu andan itibaren  kimseden çıt çıkmıyor.

Rafael. Eve girdik gireli yerde oturuyor. Öyle yakışıklı ki. Gösterişli, büyük, muntazam elleri yumuşak ritimle kıpırdıyor. Ona baktıkça kalbim hızlı atıyor.  İçimin ürpertisini, hayatın bana getireceklerine karşı duyduğum heyecanımı bastıramıyorum.  Japonya'ya gitmiş olsam bile avukat, gezgin ve Katalan birinin gerçek bir geyşa okulunda öğrendiği çay seremonisini yeniden, kendi ülkemde izleyecek olmak beni büyülüyor. Görüntüsü ile el hareketlerinin zıtlığı öyle ahenkli ki sadece bir bütün olmasına bile hayran kalıyorum. Nasıl becerdiyse uzun bacaklarını altına almış. Sıra dışı görünüyor. Rafael, diğerlerine hayatını anlatmaya başlıyor. Olgun gözlerinde bir çocuğun katıksız merakı ve masum haşarılığını yakalıyorum. ‘Kendimi onunla tamamladım’ diyor. Eşinden ayrılıp avukatlığı bırakması. Japonya’ya gidip bir geyşa okulunda zengin kültürü ve çay seremonisi geleneğini öğrenmesi yıllarını alıyor. Geldiği yerde etrafındaki insanlar, iş arkadaşları, anne babası, çocukları bu yaptığına bir anlam veremiyor. Gerçek benliğini bulmak için kurduğu hayattan vazgeçmiş.  Ürkerek ve biraz da gıpta ile bakıyorum ona. Ve sonra birden hayranlık duyuyorum. Şöyle bir bakınca, evdeki herkesin bambaşka dünyalardan insanlar olması tuhaf. Bir o kadar da sıradanlığın olağanüstü bir yansıması. İnsanlar yabancı, alıştıklarının dışında olana karşı çekingen olur; burada böyle değil. Farklılıklarımız sadece yaşadığımız ülkeler değil, yaşam biçimlerimiz, hayatımıza kattığımız değerler ve burada bulunma sebeplerimiz de başka. Tek ortak noktamız duygular. Seviniyoruz, üzülüyoruz, ağlıyoruz, acıkıyoruz, uyuyoruz. Ama farklı şekillerde. Büyüsü de burada değil mi? 

“Bastırmak zorunda bırakıldığın cinsel tercihini özgürce yaşamak için çok şeyden vazgeçmen ne acı,” diyor Adima, Rafael'e. 

 “Bu evrensel bir sorun. Bir trajedi demek daha doğru...”  

Evdeki diğer misafirin duru, bilge ve yumuşak sesi dolduruyor havayı. Buğulu ve âşık gözlerle Rafael’in bakışını görüyorum. Birbirlerine ait olduklarını, aralarında oluşan güzel, tutkulu bağı görüyorum. O an, bir anda sonsuz bir huzur hissediyorum. Sevgiye bir sınır konmamalı. İçten gelen masum bir inanışla, dümdüz sevmeli insanlar birbirini. Derken bu diğer misafir, sevgiye dair konuşmaların arasında; “Kızlarımı çok özledim,” diyor. Buram buram babacanlık ve güven yayılıyor etrafa. Kızlarından uzaklaşmak zorunda hissettiğini söylerken, vazgeçtiği hayatından ona kalanın büyük bir acı ve özlem olması beni öyle üzüyor ki. Bu acıyla yaşamak için seçtiği hayatına ve değerlerine sıkı sıkıya tutunuyor. Yaptığının doğru olduğuna inanıyorum. O anda onu anladığımı fark ediyorum. Baba olmasından gelen yoğun duyguları yaşarken, cinsel tercihinin ne olduğunun bir önemi olmuyor belli ki. Duygularını düzenli bir şekilde ayrıştırıp mükemmel bir dengede tutmak. Düşünüyorum ve bu uyuma hayran kalıyorum. Gülümsüyorum kendi kendime. Oranın büyüsünü bozmaya korkuyor nefes bile almamaya çalışıyorum. Geniş pencerelerden dışarı bakınca Kız Kulesi’ni çırılçıplak görüyorum. Siyah beyaz bir fotoğraf gibi ya da kara kalemle çizilmiş bir tablo. Hemen karşımda ve çok uzak. Benim ona baktığım gibi o da bana bakıyor ve beni küçücük görüyor. O hep orada dururken ben küçük, biçimsiz bir şekil gibi İran halısının üstüne kondurulmuşum ve bütününün bir parçası olmuşum. Hem kendi başıma bir anlamım var hem de o bütünlüğün içinde bir uzuv gibi gerekliliğim. Bu duyguyla daha bir yayılıyorum halının üstüne. 

 Rafael’in parlayan çocuksu gözlerine bakıyorum. Bir anı geliyor aklıma. Şişli ile Kurtuluş arasında küçük bir mahallede yaşardık. Evimizin karşısında diğerlerinden farklı başka bir ev vardı. Kimlerin yaşadığını pek bilmediğimiz ecnebi bir aile otururdu. Arada bir, bahçeye iki ergen çocuk çıkardı. Merakıma yenik düşüp onları gözetlerdim. Öyle düzgün ve nizami oyunlar oynarlardı ki izlerken hayran kalırdım. Katılmaya çekinirdim aralarına, ama bir o kadar da çok isterdim. İçlerinde olmayı istemekten ötürü nedense endişeye kapılırdım. Dışarıda sessiz bir gölge gibi kalmayı yeğlerdim. Bu hayatım boyu böyle devam etti. Ta ki içlerinden biri beni çağırana kadar...  O çocuklar, tıpkı Rafael ve arkadaşı gibi, güzel, disiplinli, hüzünlü, özlemli ve uçuk kaçık iki birey olarak yaşamlarını sürdürdüler.

İnce porselen fincanlara yeşil çay dolduruyor. Yosunu andıran bir koku yayılıyor etrafa. Omzuna koyduğu mor ipek mendil ile fincanların çevresini temizliyor, adeta okşuyor. Aheste aheste, hiçbir anı kaçırmadan, özümseyerek yapıyor her bir hareketi. Konuşmuyoruz ama her duyumuzla birbirimizle iletişimdeyiz. O ne yaparsa ben de yapıyorum. Bacaklarımızın üzerinde eğilerek alıyoruz fincanı. Çay seremonisinde sıranın önemi büyük; Hanae, Adima ve kocası, Rafael’ in erkek arkadaşı  ve en son Rafael. Çayın ekşimsi, acımsı tadı hiç bitmeyecekmiş gibi ağzıma yayılıyor. “Ruhunuzdaki acıları yok edecek. Bunu bilerek içmenizi istiyorum...” diyor. Yüzünde buyurgan, uzun ve keskin  bir ifade beliriyor. Rafael kendi halleriyle o kadar ilgili ki, yolculuğunu yaparken yanındaki insanları sağalttığının ve kendi yolculuklarına çıkmalarını sağladığının farkında değil. Bacaklarının üstüne naif bir kibarlıkla oturuşundan, dünyanın tüm nimetlerine ilahi bir güçle saygılı oluşundan, merakını gideriş biçimlerinden bu kibre sahip olmadığını görebiliyorum.

Bir süre daha yerde oturmaya devam ediyor, Rafael’i izliyorum: O benim masum, serseri, gezgin ve çocuk yanım. Sonra Hanae'yi izliyorum. Hanae benim kadınsı tarafım. Ardından Adima ve kocasına bakıyorum. Alman disipliniyle büyütülen, entelektüel ve bir Türk köylüsü kadar mütevazı Adima’nın bunca mozaiğine karşın yetimliği, en bildiğim ve yaşadığım duygum. Nazi subayı büyük babasından miras kalan, üzerine sinen suçluluk duygusuyla yaşayan koca, benim insaflı, ürkek ve insancıl yanım. Hepimiz birleşmiş ‘beni’ oluşturuyoruz. Bütünü oluşturduğumuz çiçek tarhının ortasındayım. Her birimiz kendi çiçeğinin ortasında. Bu andan aldığım hayat enerjisi benim yarım kalmışlıklarımı tamamlıyor... Sonra birden, içime bitimsiz bir ferahlık veren banyoya, o masalsı yere, bu eve ilk geldiğim günün heyecanıyla tekrar giriyorum. Göz göze geliyoruz. Bana sıcacık gülümsüyor. Aylardır burada başlayan seyahatim boyunca gördüğüm o gülümse. Hep aynı sıcaklıkta ve aşk dolu. İşte o an, hayatla örülü bir mozaiğin içinde olduğumu, her ne yaparsam yapayım, ister hiç kıpırdamadan hatta konuşmadan, sadece içinde durayım; olduğum yerin, an'ların, gerçekleşen olayların bir parçası olarak var olduğumun ve bu bütünden kopamayacağımın, kendimden, gerçeğimden kaçamayacağımın;  böylelikle kendimi tamamladığımın farkına varıyorum. İşte o an benim yıllara yayılan uzun seremonim tamamlanıyor.

“Dalıp gittin! Sen kızlarını özlediysen artık eve gitme vaktin gelmiş demektir…” Hanae’nin sesiyle bacaklarımın uyuştuğunun ve aynı anda ne yapmam gerektiğinin, özlemlerimin farkına varıyorum. Yine bu evde, bu İran halısının üstünde onu görünce başlayan sonsuz, tutkulu, aşk, sevgi ve yeniliklerle dolu hayatım,  şimdi yine aynı yerde yeni başlangıçlara evriliyor. Gitmeye karar veriyorum. Aynı zamanda kalmaya. Kızlarımı yıllar sonra, gerçeğimle, bu hayatımla, Rafael ile tanıştırmaya ve onunla burada, kendi evimde kalmaya.