1 Kasım 2017 Çarşamba

CENNET'E VEDA

Birkaç saatim var. Birazdan ayrılacağım bu şehirden. Şehir mi? Hayır. Burası bir Cennet. Gözlerimi kapattım daha ayrılmadan hayalimde canlandırıyorum seni. 
Kürek kemiklerime kanatlar takıp uçuyorum şimdi. Uçsuz Akdeniz'in üstünde. Narince çırpıyorum kanatlarımı. Kuş olmanın keyfi de bir başka. Alabildiğine mavilik altımda; sıcak bir yatak gibi kıvrık. Süzülerek sahile konuyorum.
Milyonlarca çakıl taşı karşılıyor beni. Uzanıyorum üzerilerine. İyice yayılıyorum. Taşlar öğle sıcağında, ısıtıyor bedenimi. Güneş her zamanki gibi, küstah; içime işliyor sarısı. Damarlarımda geziniyor. Gözüm hâlâ kapalı, yine de dans ediyor gözümün karanlığında.
Çakıl taşlarının hepsini kucaklama dürtüsü sarıyor beni. Durdurulamaz bir istekle çocuk gibi yuvarlanıyorum. Bir sağa bir sola. Sahilin tüm taşları tenime değiyor. Öyle kışkırtıcı ki kendimden geçiyorum.
Sahil bitiyor. Arkasından orman geliyor. Burada sahil ile orman iç içe. Dağlar görkemli gölgeleriyle dimdik yanlarında. Giriyorum ormana. Bodur ağaçlar, maki, yaprağını döküyor üzerime, boğazıma kadar. Elbise gibi giymişim sanki.
Tepelerinde pembe bulutları olan güleç yüzlü küçük insanlar koşuyor yanıma. Burada ölmeyi seçen, o karmaşık hayata dönmek istemeyenler. Selam veriyorum, onlar da bana; üzerimdeki yapraklar uçuşuyor. Pembe bulutların içine dalıyor. Öyle güzel öyle keyifli. Ah, nasıl bırakırım bu Cennet’i?
Gökyüzü, hep mavi; hiç mi aldatmaz mavisini? Bazen beyaz bulutlar cömertçe bırakıyor yağmurunu. Dakikalar bazen saatler. Sonra her şey berraklaşıyor sanki ibadet etmiş de arınmış gibi. Güneş açıyor. Sokak aralarına dizili ağaçların dallarında saklanıyor damlacıklar. Böylelikle şehrin destan olmuş mis gibi yasemin ve portakal çiçeği  kokusu etrafa yayılıyor. İşte o andan itibaren kent sakladığı gizini açık veriyor. Ulu orta herkese gösteriyor. Doğa tüm çıplaklığıyla meydanda.
Tüm canlılar birbirine âşık. Zaten burada hep aşk var. Herkes her şeye âşık. Ağaç yağmura, insan küçük bir çakıl taşına... Her şeyden bir parça içimde saklamanın bir yolunu buluyorum; kimsenin açık etmediği huzur kutuma koyuyorum herşeyi. 
Kış yeni göstermeye başlıyor yüzünü. Sessiz bir çocuk gibi uslu; ne şımarık ne de gürbüz; nazik şimdilik. Ilgıt esen rüzgâr hafifçe dokunuyor yüzüme. Kentin mevsimleri onun gibi yumuşak ve dengeli. İnsanlar bu dengenin içinde kaybolmaya gönüllü. Bir de benim gibi ayrılmak zorunda olanlar var; Cennet’ten ayrılan yani hayata dönmek zorunda kalan üzgün insanlar. Hem burada sonsuza dek kalmak istiyor insan hem de hayata dönmek. Çünkü burası Cennet.
Artık benim için gitme zamanı. Mavi göğün altında serili denizi ve bir baba gibi onu sarmalayan ulu dağları arkamda bırakacağım. Coşkuyla büyüyen yemyeşil ormanı, içinde öten kuşları, sokaklarda fütursuzca oynaşan kedileri, ağırbaşlı ve mağrur köpekleri yüreğimde yaptığım huzur kutusuna koyup götürüyorum yanımda.
Kanatlıya biniyorum. Az sonra beni bekleyen çılgın kalabalığa doğru uçacağım. Gitmeye karşı koyamazken diğer taraftan buradaki huzuru bulamamanın endişesi içimi kemiriyor. Sen bir cennetsin, sende mutlu bir ölüyüm. Ama gitmeliyim; ispatlamak, başarmak, tepetaklak olup yükseklere çıkmak, kırılmak, sonra yeniden onarılmak, ağlamak, coşmak, yani yaşamak için Cennet’ten ayrılmalıyım. Sonra yine geleceğim. Elbet geleceğim.
'Merhaba hayat. İçine al beni. O hırçın kalabalığında ne kaybolayım ne de dışında yolumu arayayım. Seni dibine kadar yaşayayım ki sana da sözcükler biriktireyim. Dökülsün kalemimden destan olsun, okunsun.'



11 Ağustos 2017 Cuma

BİR KADIN

BİR KADIN
Dünyanın en zor işi ne biliyor musunuz?
 Kadın olmak. Bir kadın mekik dokuyucusudur. Mesela ev ile iş arasında. Herkes için geçerli tamam, ama bir kadın için olumsuz sonucu çok daha hızlı, büyük, etkili, vahim ve bariz gözle görülür. Bir kadın planlı olmak zorundadır. Her zaman yanındakileri düşünmelidir. Çocuk ise ebeveynlerini, anne ise çocuklarını, eş ise kocasını, çalışan ise patronunu ve işini, torun ise büyüklerini. Bir kadın hep birilerinin değerlisi olduğunu bilmeli ve bunun sorumluluklarını yerine getirmelidir.
Bir kadın sevmelidir. Üstelik herkesi. Sıcak olmalı, parlamalıdır. Saçılmalıdır ışığı etrafa. Bir kadın öylesine olamaz. Ya güzel olmalıdır ya da sevimli. Ya sempatik ya da karizmatik. Bunların en az biri yoksa o kadın olmasa erkek olsa daha iyi. Sessiz olmalıdır ve de girişken. O girmezse hayatlar kurgudan ibaret olmalıdır.
Unutmalı ve de aklında tutmalıdır.  Gelmesini bilmelidir ve gideceği zamanı. Bir kadın minicik hatalar belki yapabilir ama büyüğü asla yapamaz. Hayatında hiç. Bir kere bile. Çünkü eğer bir kere yaparsa tüm yapmadıkları boşa yapılmamış olur. O artık kadın değildir.
Dünyanın dönmesi ne zaman biterse o zamana kadar sebat etmeli sabretmelidir bir kadın. Yılmadan, usanmadan, bıkmadan ve tükenmeden. Kocaman dev bir ana gibi hayata sarılmalı tüm mazlumlara kanat olmalıdır. Bir kadın seçici olmamalıdır. Herkesi sevmeli ve saygı göstermelidir. Bir kadın iffetli, olgun, oturaklı olmalıdır. Sultan cariyesi gibi olmalıdır. Yani, kültürlü, eğitimli, güzel, bakımlı, sevgi dolu, sabırlı, evcimen, akıllı, tutumlu, anaç, sessiz, itaatkâr… Hepsi. Eğer birini olmasa o zaman kadın değildir.
Bir kadın üretmelidir. Yumurtlamalıdır. Anne olmalıdır. Ve de çocuk. Yemek pişirmesini bilmelidir, masumiyeti de. Eşlik etmesini de.
Yani bir kadın erkeğin kurduğu dünyada her şey olmak zorundadır. Başka çaresi yoktur. Çalışmalı, okumalı, savaşmalı, sevişmeli, evinde durmalı, sokağa çıkmalı, doğurmalı, emzirmeli, büyütmeli, sevmeli, sevdirmeli, giyinmeli, çıplak olmamalı, gülmeli, ağlak olmalı, dik durmalı, uyumlu olmalı, susmalı, dinlemeli, anlamalı, mağrur olmalıdır.

Kadın tek bir şey olamaz. Kendi gibi…

8 Ağustos 2017 Salı

KÜLTÜREL BAĞLAMDA ÖTEKİ

Yüksek lisansta yazdığım bir makale:

"Kültürel bağlamda, öteki, en az benim kadar önemlidir"

Kültürün Genel Geçer Tanımı;
 Yazıya kültürün kısa ve öz tanımını yaparak başlamak gerekirse;
 Kültür, insanın yarattığı hem maddi hem manevi değerlerin bütünüdür. Bunu açacak olursak; kültürün varlığından bahsettiğimiz yerde, insan olmalı, onun koyduğu değerler ve kurallardan ve pek tabi bütünlük dediğimiz tek bir olgudan söz edilmelidir. O olguda “İnsanoğlunun kendi koyduğu değerlerle sağladığı bütünlük”, yani KÜLTÜR olgusudur. Şimdi, “insan”, “değerler” ve “bütün” söylemlerinden yola çıkarak “kültürü” ve kavramın neler doğurduğunu daha da açmak uygun olacaktır.

Kültür Kavramını Açıklamak;
Kültür, insanlığa ait bir kavram olarak insanoğlunu diğer canlılardan ayıran, insanlığın topluca yaşaması gerektiğinin ispatı bir normlar sinsilesidir. İnsanoğlunun, doğduktan itibaren çevresinde gördüğü, öğrendiği yaşama tarzı edindiği, içinde bulunduğu grubun gelenek ve göreneklerini kabullendiği ve uyguladığı, alışkanlıklar bütünüdür.   Bireyler kültürü öğrenir, saklar ve yeni kuşaklara aktararak hem kültürlerinin hem de doğal olarak kendilerinin devamlılığını sağlarlar. Aksi halde kültür olgusu dinamik olmaktan çıkıp mazi olarak tarihte yerini almaktan öteye gidemez.  

Bu bağlamda, insanlığın beraberce oluşturduğu mirastır kültür. Kültür kavramı soyut bir kavram olmakla birlikte tek ya da bireyci değildir. Bir kültürden bahsediliyorsa, orada insan topluluklarından söz ediliyor demektir. Birey tek başına kültürü oluşturmaz. Bireyden üstün gördüğümüz kültürün toplumların kökleşmesini ve pek tabi soyut kavramından öte gözle görünen somut algılara sahip olmasını sağlaması onu bir bütün olarak görmeyi, ben kavramından çıkıp biz kavramını ortaya koymayı gerektirir. Bireysel anlamda ben olgusu toplumun geleceğini şekillendirmede yeterli olmadığı gibi biz yani ben ve ötekilerin bir bütün olarak görülmesi, o kültürü geleceğe miras olarak bırakan değerlerdir. Yani kültürün kalıcılığı biz duygusuyla olur.

Sosyolojik açıdan bakıldığında, sosyal yapılar, ait olduğu toplumun kültür unsurlarıyla şekillenmektedir. Kültürle şekillenen sosyal yapı, toplumun değerler bütününün meydana getirdiği, dinamik bir gelişme özelliği gösteren, kişileri ortak noktalarda birleştiren bir sosyal yaşam biçimidir. Bireylerin içinde bulunduğu sosyal yapılarda bireyin kendi değerlerinin yanı sıra önemli olan tümün (ben ve ötekilerin) değerlerinin birlik oluşturmasıdır.

Kültürün insanoğlunun toplumsallaşma çabasında edindiği en önemli yapıcılığı,  idealleştirilmiş kurallar sistemini oluşturması ve toplumun bu kuralları kabul etmesiyle şekillenir. Ancak, ne var ki ideal kurallar ve davranış örüntüleri, bireysel tutum ve davranışlarla birebir örtüşmeyebilmektedir. Ama yine de birey, kültürün kurallarını bilir ve davranışlarını kültür değerlerine uydurma çabasında olması gerektiğinin farkındadır. İdeal birey olma uğraşısında, ötekilere önem ve değer vererek tutum ve davranışlarını kültürüne özgü değerlere göre yapma ideali içinde olmalıdır.
Aksini düşünmek kaba tabirle çok ilkel olurdu. Dünyada bu denli başka canlı yoktur ki, birbirine muhtaç olsun. İnsanlar doğası gereği yalnız yaşayabilen, hayatlarını tek başına idame ettirebilen varlıklar değildirler. Tabiatıyla da, kültür kavramının hayvanlar aleminde ya da bitkiler aleminde yer edinmemesinin sebebi de kültürün insan toplumunda olma zorunluluğunu açıklar gibidir.

Birey ve Kültür;
Mesela, bir kişi tek başına ıssız bir ormanda yaşayamaz. Daha açık bir dille, varlığını sürdürmek, beslenmek, korunmak ve diğer duygusal ihtiyaçlarını gidermek için eşe ihtiyaç duyar. Aksi halde insan olmaktan çıkıp, ilkel bir yaratık hatta hayvanlaşır hale gelecektir. Yeni doğmuş bir aslan yavrusunun tersine yeni doğan bir bebek büyümek ve birey olmak için anne babaya ya da ötekilere muhtaçtır. Uzun yıllar doğal ihtiyaçlarını kendi başına karşılayamaz, beslenemez. Hayvanlardaki gibi içgüdüsel gelen avlanma ve avını besin olarak kullanma güdüsü yoktur. İşte bu bağlamda kültür soyut kavram söyleminden öyle bir çıkar ki, insanların temel biyolojik ihtiyaçlarını ve bundan doğan ikinci derecedeki ihtiyaçlarını, çoğu zaman ve önemli ölçüde karşılayabilecek bir somut güce sahiptir.
Son tahlilde, insan başka insanlar olmadan doğada yalnız başına hayatını sürdürmesi söz konusu değildir. Doğanın ona bahşettiği imkanlar onu insan güdüsüyle değil hayvansal güdülerle hayatta kalmaya sürükler ki bu da ilkel bir yaşam demektir. Bununla ilgili yazılı ve görsel basında pek çok örnekten bahsedilmektedir. Issız bir yerde yalnız yaşamakla ilgili gerçek hayattan kurgulama onlarca film çekilmiştir. Hatta tamamen gerçek bir yaşam öyküsü, Amerikalı oyuncu Judie Foster’ in oynadığı ünlü Nell ( 1994) filmi tam da kültürlenme ve birey olma konusunda verilebilecek harika bir örnektir. Küçük yaşta toplumdan koparak doğada tesadüfen hayatta kalmış, ergen yaşlarında bulunmuş kızın öyküsü, insanı insan yapan gerçek şeyin toplumsallık yani kültür olduğunu çarpıcı bir şekilde izleyicisine göstermektedir. Toplumun içinde büyümemiş, değer ve normlardan bihaber büyümüş kızın kendi kendine yarattığı bir dille iletişimden yoksun, ihtiyaçlarını, isteklerini saldırarak elde etmeye çalışan vahşi bir canlı halinde bulunmuştur. Tamamen vahşi ve hayvani güdüleri gelişmiş olan kız, korkuyu ve saldırmayı iyi öğrenmiş ama kendisinin birey olduğunun farkında olmamıştır. Onun diğer canlılardan üstün bir varlık olduğunu, yaşamını kültürün değerleri ve kurallarıyla sürdürebileceğini öğretmek hayli zaman almıştır.
Sonuç olarak, tek bir bireyle kültürden söz etmek mümkün değildir. Kültür, toplumun geneline dayandırılarak kazanımlar sağlar, herkesin ortak yaşamlarını içerir ve aktarımı nesillerin tümüyle gerçekleşir. Kaldı ki, birey kendince bir kültür icat edebilir. Ancak, bu icadı onu içinde yaşadığı hali hazırdaki kültüre aykırı olması durumunda dışlanmasına yol açabilmektedir. Her birey birbirine benzemediği gibi, kendisince kabul ettiği yaşam stilini toplum olmanın gereklilikleriyle kültürün koyduğu sınırlar çerçevesinde tutması gerekir.
Diğer yandan, insanoğlunun hayvanlardan bambaşka biyolojik farklılığı olduğu kadar kültürel bir canlı olması gerçeği ile yüz yüze gelmeleri Neolitik dönemin başlamasına kadar dayanmaktadır. Takdir olunur ki, neolitik dönemden bugüne binlerce çeşitlik arz eden insan toplulukları, dil, ırk, köken ve dinlere göre birbirlerinden ayrı kültürler oluşturmuşlardır. Etnik kimlik, bireyi yaşadığı toplumla beraber ötekilerden ayıran bir özellik olarak günümüzde etnisite kavramını da ortaya koyduğu görülüyor. Ben her zaman bir birey olurken, öteki kimi zaman başka dili konuşanlar, ya da başka ırktan veya dinden toplulukları konu ediyor olabilir. Kültür, öyle iç içe geçmiş bir kavramdır ki, insanları birbirinden ayırırken temel aldığımız ırk, dil, din vs. gibi belirgin ayrımcı özelliklerin daha da üstünde, bütünlük arz eden bir olgudur.

Kültürler Arasındaki Farklılıklar;
Kültürler arası çeşitliliğe başka bir açıdan bakacak olursak; Belirli bir yerde egemen bir kültür, içinde yer alan alt kültür çeşitliliğini baskı altına almak ister. Egemen kültür kendisini koruma altına almak istemesine karşın, çokkültürcülük politikasıyla bu alt kültürlerle uzlaşma arayışı sonucunda, alt kültürleri hem koruyup hem de devamlılıklarını idame edebilmesini sağlayabilir. Bunun için bazı yasalar çıkarır, kurallar koyar, siyasal çözümler getirir. Kültürlerin içinde her zaman mevcut olabilecek alt kültürlerin varlığını görmezden gelmek ve onları egemen kültürün dışında tutup ötekileştirmek, zamanla egemen kültürün de zayıflamasına sebep olabilir. Çünkü kültür ve kültürlenme insanın olgunlaştıkça kavrayacağı ve birey oldukça kendi özgüveninin gelişmesiyle belki de kuralları reddedebileceği bir olgudur. Toplumlar, bireylerden egemen kültürlerin kural ve koşullarına uymayı beklerken, diğer taraftan birey isterse reddetme ve başka kültüre geçme hakkına sahip olduğunu da kabullenmektedir.

Kültürün bir diğer yapıcılığı, toplumsal çatışmaları minimum seviyeye indirmek ve bütünlüğü sağlam tutmaktır. Bunun en güzel örneklerini çevremizden, yakınlardan verebiliriz. Türk geleneklerine göre yaşı ilerlemiş birinin, yaşına hürmet etmek amacıyla, eli öpülür. Sosyalleşme bağlamında, kültürün doğurduğu örf ve adetlerin yerine getirilmesi dünyanın her yerinde olağan karşılanacak bir itaattir. Bir birey, kendi benimsediği kültürden başka bir kültürde yaşamak zorunda olduğunda da oranın kurallarına uyması gerektiğini bilecek kadar sosyal varlıklardır. Bu itaat etme yaklaşımı, kimi kendisini toplum dışı, marjinal veya tabiri caizse anarşist ruhlu hisseden aşırı özgürlük düşkünü insanlarca öz benliği yok etme olarak algılansa da, kültürel bağlamda ötekinin en az benim kadar önemli, söyleminin varlığını da inkar edemez.
Bir toplumda birey olmakla ilgili bir durumdur, bu ötekine değer verme durumu. Basit bir örnekle, günümüzde yaşanılan yerlerde en az bir komşusu olmayan bir aile olmadığını düşünürsek, komşuluk kavramını otomatik olarak kabul etmişiz demektir. Birlikte yaşamanın getirdiği avantajlardan çok dezavantajları olduğunu düşünebiliriz. Ancak bu dezavantajları elimizde patlamaya hazır bir silah gibi taşımak, fazla benmerkezci bir yaklaşım olmaz mı? Ben ve öteki duygusundan yola çıkarak, değerlere önem verilmesi, toplu yaşam sanatında kilit bir görev üstlenir. Ve o kilit, kültürlenmenin, iyi yönde değişimin, etkilenmenin anahtarını tutar.

Ötekini Hoşgörü;
Antropoloji alanında pek çok saha çalışması yapmış ve araştırmalarını yayınlamış ünlü sosyolog Claude Lévi-Strauss’ un “Irk ve Tarih”(1952) ve “Irk ve Kültür”(1971) kitaplarıyla bir radyo programında yaptığı konuşmasının derlendiği “Irk, Tarih ve Kültür” kitabında programda şöyle söylediği yazmaktadır;
 “Kurtarılması gereken şey çeşitlilik olgusudur; yoksa her tarihsel dönemin verdiği ve hiçbirinin kendisinin ötesine geçemediği tarihsel içerik değil. Dolayısıyla, uç veren buğdaya kulak kabartmak, gizli kalmış potansiyelleri yüreklendirmek, tarihin saklı tuttuğu tüm bir arada yaşama eğilimlerini dürtüklemek ve ayrıca alışılagelmiş şeyler sunması kaçınılmaz olan bütün bu yeni toplumsal ifade biçimlerini şaşırmaksızın, tiksinmeksizin, karşı çıkmaksızın karşılamaya hazır olmak gerekmektedir. Hoşgörü, olmuş ya da olan her şeyin bağışlandığı hülyalı bir durum değildir. Hoşgörü önceden görmeye, anlamaya ve isteyeni istediği yere yükseltmeye dayanan dinamik bir tutumdur.” Claude Lévi- Strauss

Kültürler arasındaki ortak değerlerin, büyük ölçüde evrensel genel geçerler olmasına rağmen birbirleriyle ortak olduğunu bildikleri değerlerle bile yüz yüze gelmeye zorlanabilmektedirler. Bunu başarabilen arabulucular, aklın yolunun bir olduğu söyleminden yola çıkarak, zekanın ve nihai evrenselliğin bir olduğunu düşünüp, “öteki” nin bakış açısını anlamanın çeşit çeşit yolları olduğunu gösterebilecek güce sahip olacaktır.  (Irk ve kültür)


Sonuç olarak;
Antropolojinin incelediği ana konu, kültür ve kültürün insanlığa getirdikleridir. Kültürleşme ise medeniyetin bir parçası ve çağımızda tüm dünyayı saran küreselleşmenin çıkış noktası olarak düşünülmelidir. Günümüzde insanlar kendi kültürleriyle yaşamlarını sürdürürken küreselleşmenin cilvelerinden etkilenerek büyük ölçüde kültürel değişmeye ve birleşmeye başlamışlardır.
Antropoloji, “neden kültürler farklıdır” ‘ı incelemenin yanı sıra kültürlerin benzerliklerini de göz önüne koymaktadır. Dünya nüfusunun yedi milyara yaklaştığı günümüzde milyonlarca farklı kültürler olduğu gibi bir o kadar da benzerlikleri olduğunu inkar edemeyiz. Bu noktada hiçbir kültür olmamalıdır ki, ötekine olan saygıyı ve ötekinin, kendi kültürüne etkisini önemsemesin. Tüm dünya insanları farklı kültür kavramlarıyla yoğrulmuş olsalar da ‘dünya kültürü’ olgusunu ortaya atıp ortak amaçlar edinmelidir. Kaynakların tükenmekte olduğu gerçeği, yoksulluk, açlık, insanlar arasında eşit olmayan dağılımlar modern dünyanın ortak kültürel sorunu olmalıdır. Kültürler arası ilişkiler, ötekine olan saygı ile süreklilik kazanacağı gibi, nesillere aktarılacak kültürlerin hem çeşitliliğini hem de kalıcılığını sağlarken aynı zamanda kültürel değişimin de önünü açacaktır.
Çözüm olarak, modern dünya insanı kültürünü muhafaza ederken dünyanın geleceği için küresel sorunlarla savaşmalıdır. Kaynakları dikkatli kullanmalıdır. Yani; ötekini önemsemelidir.

Kaynaklar ve Okuma listesi;
  • Özmen, Abdurrahim, (2006), Farklılıkları Anlamak başlıklı yazısı.
·        E-öğrenme portalı ( Anadolu Üniversitesi )
·        Lévi-Strauss, Claude (1971), Irk, Tarih ve Kültür, (Özgün adı: Race et Histoire)
·        Çotuksöken, Betül (2003) Özgür Üniversitede 08.12.2003 tarihinde yapılan çalışma metni ( Maltepe Üniversitesi akademik yayınlar )
·        Özmen, Abdurrahim (2011) Sosyal/Kültürel Antropolojiye Giriş, (Ankara Üniversitesi Uzaktan Eğitim Yayınları)

Özlem Y. Uçak - 2011

16 Haziran 2017 Cuma

Ma fille innocente

       
   C’est chez le fleuriste que je l’ai vue pour la première fois; cette aimante, belle et adorable petite fille dont Aykut m’avait tant parlé avec beaucoup d’émotivité. Son innocence se lisait sur son visage et elle était tellement mignonne. J’ai eu envie de la serrer contre moi, je l’ai fait. Viens, ai-je dit. Elle a couru vers moi avec ses cheveux couleur de sable dans le vent. Elle souriait. Ses dents blanches, bien droites ne faisaient pas peur; au contraire elles me faisaient sourire aussi.
           Quand son maître a voulu partir dans un de ces pays étrangers dont j’ignore le nom maintenant, il l’a déposée chez le fleuriste, comme une fleur dans son pot. D’après le fleuriste, elle a commencé une grève de la faim; sans même avoir bu d’eau elle jeûnait à mort.

           On l’a emmenée à la maison, cette petite fille fatiguée et épuisée. D’abord elle a fait le tour de la maison, tout en gardant un oeil sur Aykut et moi. Après avoir fait le tour comme une noble dame venue pour acheter la maison, elle s’est tranquillement posée sur le fauteuil. Son air solennel m’avait enchanté. Je me suis approchée d’elle et j’ai commencé à lui caresser les cheveux. On s’est aimé un moment quand tout à coup son air calme s’est perdu, et a laissé la place à une colère. En quelques secondes elle s’est transformée en une fille de rue agressive. Je n’ai pas compris ce qui se passait. Elle a attrapé ma main avec sa bouche et l’a percée d’un coup de dent.

           J’ai sauvé ma main de sa bouche et ai couru au robinet. J’avais eu un peu peur mais j’étais au moins aussi têtue qu’elle. Je me suis calmement approchée d’elle, à nouveau. J’ai commencé à la caresser avec l’autre main. La fille rebelle de tout à l’heure était partie; la fille souriante et adorable était de retour. J’ai traîné mes doigts lentement sur son cou. Elle souriait mais semblait inquiète. On aurait dit qu’elle ne voulait pas que je le fasse mais qu’elle me trouvait plutôt gentille. J’ai continué à lui caresser le cou tout doucement. Je voulais qu’elle s’habitue à moi. Elle a mis sa tête sur mes genoux. Elle n’était plus inquiète. Moi non plus.
           On se parlait, pas avec les mots mais avec le coeurs. On se comprenait. Sur ses poils doux mes mains prenaient des ailes et s’envolaient. À ce moment là nous sommes tombées amoureuse l’un de l’autre. Je l’ai caressée durant des heures, elle n’a rien dit. Elle était sereine quand je continuais à l’aimer, j’ai remarqué quelque chose de dure sur sa peau toute douce. Je n’ai pas tout de suite compris ce que c’était et j’ai soulevé ses poils. J’étais effrayée face à ce que j’ai vu. Son cou était tout déchiré, dur et gonflé. Le sang s’était étalé sur son cou comme de la boue. Elle souffrait sûrement beaucoup. Comme elle était innocente et peureuse. À ce moment-là on a compris que sa colère était due à sa souffrance.
           Je l’ai prise dans mes bras et j’ai couru chez le docteur. Le fil qu‘on avait mis autour de son cou lui avait coupé la peau, en s’enfonçant dans sa chaire et la plaie s’était infectée. Quelqu’un d’autre aurait poussé des cris mais elle ne disait pas un seul mot. Ça lui a prit des semaines pour se guérir.
           Avec le temps on s’est attaché encore plus. À part son calme, son visage souriant, sa gentillesse n’enchantait pas que moi mais bien tout le monde. Ses jambes longues, fines et droites étaient chétives mais elle pouvait courir d’une force incroyable. C’était le meilleur des plaisirs de voir ses cheveux s’envoler dans l’air. Elle était souffrante c’était sans doute l’origine de sa maturité. Elle était le sage qui a su porter le poids du monde sur ses épaules. Sa fidélité et son intelligence étaient les pouvoirs qu’elle utilisait pour charmer le monde.
           Treize ans de bonheur passés ensemble. De pur bonheur... Après ces treize années, un jour, les nuages noirs planaient sur nous. Elle avait une insuffisance hépatique. Notre belle fille qui nous souriait en cachant sa souffrance... Qui sait quelles douleurs insupportables elle avait eues. Elle était tellement innocente et belle que nous avions cru que son intérieur, ses organes étaient aussi sains que son beau visage. On s’était trompé; elle était très malade. Le sourire sur son visage n’était que la bonté de son coeur. Comment avons nous pu ne pas comprendre qu’elle était malade?
           Le jour où elle est morte, nous avons perdu le goût de vivre. Six ans ont passés et nous ne l’avons toujours pas retrouvé. C’était une amante, une compagne de toujours, une amie, un ange fidèle et passionné comme vous n’en avez jamais vu. Un ange passionné de la vie, de la bonté, de la beauté, de l’amour...

           Je n’étais pas avec elle quand elle est morte. À l’arrivée de la mauvaise nouvelle j’étais affligée. Maintenant que j’y pense, je comprends à nouveau à quel point elle était dévouée. Elle avait retardé sa mort. Juste pour ne pas m’attrister trop elle avait continué à souffrir. Elle avait attendu que je m’éloigne d’elle pour mourir. C’était le plus grand des dévouements. Un sacrifice de soi qu’un humain
Telle était notre fille innocente
Quel était son nom? Elle s’appelle Léssie
Özlem Y. Uçak

KIZIM BİR MASUM        
İlk kez bir çiçekçide gördüm, Aykut’un günlerdir heyecanla anlattığı sevecen, insan canlısı, güzel mi güzel kızı. Masumiyeti yüzüne vuruyordu. Beni öyle bir çekti ki içimden sımsıkı sarılmak geldi, sarıldım. “Gel” dedim. Kumral saçlarını savurarak yanıma koştu. Gülümsüyordu. Düzgün beyaz dişleri ürkütmüyor, aksine beni de gülümsetiyordu.
Ailesi şimdi anımsayamadığım çok uzak ülkelerden birine yerleşmek isteyince, onu da evin emektarı saksı çiçeğiymiş gibi bir çiçekçi dükkânına bırakıp gitmişti. Çiçekçinin dediğine göre, terk edildiği gün açlık grevine başlamış, günlerdir su bile içmeden adeta ölüm orucu tutuyormuş. Çok zayıftı, bitap düşmüştü. Onun o haline kayıtsız kalmak imkânsızdı. Alıp eve geldik.
Önce evin her yerini dolaştı. Bir yandan da beni ve Aykut’u gözden kaçırmıyordu. Satın almaya gelmiş asil bir hanımefendi gibi keşfini yaptıktan sonra sakince bir koltuğa oturdu. Evi sahiplenen ağırbaşlı halleri beni de keyiflendirmişti. Yanına yaklaşıp saçlarını okşamaya başladım. Bir süre böyle seviştik. Sonra birden, sakin hali yerini hırçınlığa bıraktı; saldırgan bir sokak kızına dönüştü birkaç saniyede. Ne olduğunu anlayamadan ağzıyla hızla elimi tuttu ve bir hamlede dişini geçiriverdi.
Elimi ağzından kurtarıp musluğa koştum. Biraz ürkmüştüm fakat en az onun kadar inatçıydım. Sakince bir daha yaklaştım. Sağlam elimle onu sevmeye başladım. Az önceki hırçın kız gitmiş, gülümseyen sevimli kız geri gelmişti. Parmaklarımı boynuna doğru götürdüm yavaşça. Gülümsüyor ama çok da tedirgin duruyordu. Sanki okşamamı istemiyor gibiydi. Bir yandan da hoşlandığını söyler bir hali vardı. O an tek arzum bana alışması ve güvenmesi oldu. Başka hiçbir şey düşünmüyordum. Boynunu hafifçe okşamaya devam ettim. Başarıyordum. Kafasını kucağıma yatırdı. Tedirginliği geçmişti, benim de öyle. 
Konuşuyorduk, sözlerle değil yüreklerimizle. Anlıyorduk birbirimizi. Yumuşacık tüylerinde gezdirirken elim kanatlanıp uçuyordu sanki. Birbirimize âşık olmuştuk. Dakikalarca kucağımda yattı, sakin bir bebek gibiydi, huzurluydu. Sevmeye devam ederken, o yumuşacık tüylerin arasından kolaylıkla ayırt edebileceğim kadar sert bir şey elime değdi. İlk anda ne olduğunu anlayamadım. Saçlarını kaldırdım. Gördüğüm karşısında ürpermiştim. Boynu paramparça, kaskatı ve şişti. Kan, pis bir çamur gibi tüm boynuna sıvanmıştı. Çok acı çekiyor olmalıydı. Ne de masum ve ürkekti. O an anladık ki hırçınlıkları acı çektiği içindi.
Kucakladığım gibi doktora götürdüm. Boynuna bağlanan ip, o büyüdükçe derisini kesip içine girmiş ve iltihapla dolmuştu. Bir başkası olsaydı acısıyla yeri göğü inletirdi ama o gıkını çıkarmıyordu. İyileşmesi haftalar aldı.
Zaman ilerledikçe daha bir bağlandık birbirimize. Sakin mizacı, güler yüzü bir yana kibarlığı sadece beni değil herkesi büyülüyordu. Uzun, ince muntazam bacakları cılızdı ama hışımla koşabiliyordu. Saçlarını savuruşunu izlemek keyiflerin en güzeliydi. Cefakârdı kızımız, olgunluğu bundan geliyordu sanki. Hayatın yükünü omuzlarında taşımayı başarmış bilgeydi adeta. Sadakati ve zekâsı, insanı kendisine âşık etmek için kullandığı güçleriydi galiba. Ve güzeldi, çok güzeldi.
Tam on üç sene birlikte mutlu olduk, çok mutlu olduk. On üç yılın ardından bir gün, kara bulutlar tepemize toplandı. Karaciğeri iflas etmişti. Acısını içinde yaşayıp yüzümüze gülümseyen güzel kızımız ne ağrılar ne acılar çekmiş olmalıydı, ah!  Öyle masum ve güzeldi ki; sanki o güzel yüzü kadar içi de, organları da tertemiz gibi gelmişti bize. Yanılmıştık; o çok hastaydı. Kalbinin güzelliğinden başka bir şey değildi, yüzündeki gülümseme. Nasıl anlayamadık hasta olduğunu?
Öldüğü gün kocaman bir kor düştü içimize. Altı yıl geçti ama hâlâ sönmeyen bir kor! O bir sevgiliydi, bir dost, bir arkadaş, hiç bir yerde tanık olamayacağınız kadar sadık ve tutkulu; hayata, iyiye, güzele, sevgiye tutkulu bir melekti.
Öldüğü sırada yanında değildim. Haberi geldiğinde üzüntümden kahroldum. Şimdi düşününce, ne kadar fedakâr olduğunu bir daha anlıyorum; Ölmeyi ertelemişti sırf beni çok üzmemek için acı çekmeye devam etmiş, ölmek için yanından uzaklaşmamı beklemişti. Gördüğüm en büyük fedakârlıktı onunki; bir insanda bulun(a)mayacak bir özveri.
İşte; masum kızımız böyleydi. Yıllar sonra bana öyküler yazdıran dört ayaklı sevgili.
Kızımızın adı ne miydi?  

Onun adı,  Lessi…
Özlem Y. Uçak



12 Haziran 2017 Pazartesi

Yeryüzüne Dayanabilmek İçin




YERYÜZÜNÜN MERKEZİ
Tezer Özlü’nün, zamanın dergilerine gönderdiği yazıların toplandığı Yeryüzüne Dayanabilmek İçin adlı kitabını okurken çocukluğuma kadar gittim.
 Kitap yazarın, Avrupa’nın her yerindeki film festivalleri, kitap fuarları hakkında yazdıklarından ve bazı önemli yazar ve sinema yönetmenleriyle yaptığı röportajlardan oluşuyordu. Peter Weiss’ten Ulrich Gregor’a bir çok önemli ismi okumak güzeldi. Ancak ben bambaşka bir tespitte bulunuyordum.
Kitabın başlarında Kafka’nın bir öyküsü geçiyordu. Çocukluğunda ailesiyle yaşarken duyduğu yalnızlığı iliklerime kadar hissedip özümsenemi sağlayan Kafka değil Özlü oldu. Öykünün adı ‘Büyük Gürültü’ydü. Hikâye kısaca şöyleydi: Kafka odasındadır. Dışarıdan gelen kapı gıcırtısını, annesinin kız kardeşlerine seslenişini, babasının dış kapıyı sertçe çekip gidişini dinliyordur. Sonra yılan gibi sürünerek odasından çıkmayı yan odaya giderek kızlara susmalarını söylemeyi çok ister ama yapamaz. Nedeni çok derinlerde yatıyordur…




Kafka'nın hikâyesini okurken çocukken geçirdiğim bir günüm aklıma geldi:
On yaşındaydım. Caddenin kenarındaki çocuk bahçesinde annemin işten eve gelmesini bekliyordum. O saatler sanki kaçamak yaşadığım özgür anlardı. Bahçede benim gibi dört beş çocuk daha vardı. Gözüm, kulağım onlarda olmasa da orada olduklarının farkındaydım. Sonra birden yalnızlık duygusuna kapıldım. Boyumu aşan büyük, derin ancak bir çocuğun korkusuzca karşısında durabileceği bir yalnızlıktı bu. Salıncaklar, kaydırak her yer dingin, ürkünç bir sessizliğe büründü. Az ötede çılgınca işleyen trafik on yaşında bir çocuğa hiçbir şey ifade etmiyordu. Koskoca dünyanın içinde bir tek ben vardım. Sesler yalnızca içimden çıkıyordu. Türlü türlü. Onlarla yaşayabilir miydim? Bu yaşımda fark ediyordum; o gün hissettiğim şey, karmaşa içinde telaşlı bir yalnızlıktı. Yıllar sonra annemin gasilhanede yıkanmayı bekleyen bembeyaz vücudunu gördüğümde o gün yaşadığım derin duyguyla bir daha karşılaştım. Ve birden, içimde büyüyen başka başka insanlar olduğunu ve onlarla yalnız olmayacağımı anladım. Kafka gibi.
Kitapta Rus sinema yönetmeni Andrei Tarkovski’nin 84 yılında bir gazeteciyle yaptığı röportajın Özlü tarafından çevirisine yer verilmişti. Tarkovski'nin tüm özgürlükçü insanları peşinden sürükleyecek muhteşem fikirleri, gözü ve ruhu olduğunu öğreniyordum. Yönetmen röportajında, bağımsız olmadığını söyleyen kişilere ne çok öfkelendiğini dile getirmişti. Bireyin özgürlüğü ülkesinin özgürlüğüne bağlı değildir diyordu; ‘yaşayamadığın özgürlük için başkalarını suçlamak yersizdir. Yalnızca düşler ve fikirler özgür olmalıdır.’ Tarkovski’nin özgürlükle ilgili söylediklerinden yola çıkılınca insanın aklına pek çok şey geliyordu. Ama özünü yoğurunca, yazmak tam anlamıyla özgürleşmek demekti. Yazılanlar da somut görüntüsüydü. Hüznü yazıya dökerken hissedilen haz yazarın özgürce duyacağı bir histi örneğin. Yani Tarkovski’nin söylemek istediği gizli gerçek yazmaktı. 
Kitabın bir diğer bölümünde Tezer Özlü, 82’de yazar Peter Weiss ile Almanya’da yaptığı röportajına yer vermiş ve şu soruyu yöneltmişti; “Her yazarın en çok sevdiği bir yapıtı vardır. Sizinki hangisi?” Weiss’in ne yanıt verdiği önemsizdi. Kitap beni kendimle yüzleştiriyor, makaleleri okurken düşünmeye itiyordu. Her zaman ilk yapılan sonrakilere göre güzelliği, masumluğu ve verimliliği bakımından sorgusuz kabul edilir olabilir miydi? İlk roman, ilk aşk, ilk iş gibi. Makalede bu fikrin doğru ya da yanlış olduğuyla ilgili bir sonuca ulaşılmamıştı. Benim vardığım sonuç; yazmaya karar verip başladığınızda ileride bununla ilgili size ne gibi fayda veya zarar verir bilmeden içinizden geldiği gibi yazıyor olduğunuzdu. Yazmaya tutkun olmak böyle bir şeydi. 
Tutkun kişi, içinde saklı duran şeyi sözcüklerle görünür yapmanın peşine düşmekteydi. Derken işler üçüncü dördüncü kitaba gelince daha çok dikkat çekme ve insanlarda kalıcı iz bırakma hevesi sarıyor, bir hırs peyda oluyordu. Bu hırsın kötü değil aksine iyi olduğunu düşünmek de bir hastalık belirtisiydi.
Artık öyle bir hale geliniyordu ki, yemek yerken, yürürken, müzik dinlerken, konuşurken, okurken, sevişirken hatta uyurken sözcüklerinizi düşünüyor ve en sonunda ihtiraslı bir yazmak bağımlısı oluyordunuz. Hikâyenizi yazarken bir sonra yazacağınız hikâyeyi düşünmeden alamıyordunuz kendinizi. Yazmakta olduğunuz kafanızda bitmiş ve iş sadece kâğıda dökmeye kalmışsa düşüncelerinize başka hikâyeler girmeye başlıyordu. Bu hastalık asla iyileşmiyor, aksine katlanarak yayılıyordu.

Sonunda sözcüklerinizin yeryüzüne dağıldığını gördüğünüzde, işte o an yeryüzünün merkezine oturduğunuz an oluyordu. Her şeyin sizin etrafınızda döndüğünü hayal ediyordunuz. Bu size büyük bir gürültünün içinde sonsuz ve bitimsiz bir yalnızlık duygusu veriyordu. Kafka ve diğer sonsuz olan yazarlar gibi. Özlü gibi…

8 Mayıs 2017 Pazartesi

MERAK


MERAK

İnsanın yaşı kaç olursa olsun bir uğraşısı olmalı. Bunun önemi yaş ilerledikçe anlaşılıyor. Ne ile uğraşacağız, diye sorabilirsiniz. Çocukluğunuza bakın. En severek oynadığınız oyun-oyuncak gelecekte sizin neye ilgi duyacağınızı gösterecektir. Örneğin erkek çocukları arabalarla oynamayı sever. Etrafınızda, kırkına gelse de çocukça bir heyecanla otomobillere merak duyan birini gördüğünüzde ki bu çok mümkün, şimdi okuyacağınız bu öyküyü anımsayın:

 Aykut’un en büyük merakı eski otomobillerdi. Çocukken oynadığı otomobillerin gerçeği ile uğraşmanın verdiği hazza hiçbir şeyi değişmezdi.  On dördüne geldiğinde babasının Ford’unu nasıl kullandığını her fırsatta anlatırdı bıkmadan. Hemen anlaşılan kabarık bir gurur görürdüm. O gurur otomobil tutkusunun yansımasıydı. Ralli yarışçısı olma isteği çocukça bir hayal olarak kalmaya mahkûm edilmişti tabi. Ama hayalinin peşinden gitmenin yolunu bulmuştu Aykut. Otomobil tamircileriyle ahbaplık ederdi. Anlayacağınız, keyfine çıraklık yapıyordu; hevesi serbest kaldıkça hayatın ciddiyeti ve sıkıcılığının üzerinden uçup gittiğine kaç kez bizzat şahit olmuştum.

Son model, pahalı otomobiller değildi ilgisini çeken. Geçmişin gözdelerine hayrandı. Bir köşede paslanmaya terk edilmiş, gösteriş ve endamını anlayana gösteren bir otomobili mücevher gibi görürdü. Aykut onların peşinden gitmeyi  bulup çıkarmayı severdi.

O gün, 82 model bir BMW görmek için Okmeydanı’nda bir mahalleye gittik. Sokağın başında otomobilin sahibi bizi karşıladı. Bunu ilk başta bir nezaket olarak düşünmüş ama mahallenin halini görünce düpedüz güvenlik için olduğunu anlamıştık. İlginç bir adamdı. Civardaki, savaştan henüz kurtulmuş gibi görünen dökük evlerin keşmekeşliğini üstüne çok güzel giymiş tıpkı onlar gibi görünüyordu. Bir gözü kördü.

Yıkık bir binanın otoparkına girdik. Ağır bir koku vardı. İzbe, duvarlarının köşeleri dökülmüş, ucu görünmeyen karanlık bir yerdeydik. İçeri girmeye çekiniyor, daha ürkek davranıyorduk. Ta ki Aykut, hurdadan hallice, onun tanımıyla kahramanı, görünce birden unuttu nerede olduğunu. Doğrusu ben de onu görünce rahatlamıştım. Çünkü çok güzeldi.

Sadettin Bey ilk aldığındaki güzelliğinden bahsetmeye başladı. Aykut severdi bu anıları. Uzun uzun dinledi. Konuştukça Sadettin Bey’in gerçekten de karanlık işlerle ilgilenen ama babacan birisi olduğunu ayrımsamaya başlıyor ve farkında olmadan gevşiyorduk. İşlerin peşine bu emektarı az sürmediğini anlatıyordu. Adam anlattıkça lastiklerindeki kurumuş çamur gibi üzerine yapışmış belayı görür gibi oluyorduk.

Bir zamanların en muhteşem otomobili horlanmış, dışlanmış, mahalle köşelerinde beyaz atlı prensini bekliyordu. Her otomobilin bir cinsiyeti vardı. Rengi de önemliydi tabi ama asıl, otomobil geçmişte ne yaşamış Aykut onu görürdü. Onun bir kadın olduğunu, istemediği bir hayatın içinde savrulup durduğu için hayata küstüğünü hayal etti. Ödeyeceği paradan çok daha masraflıydı. Sağ kapı kapanmıyor, silecekler çalışmıyor, döşemeleri parçalanmış, teybi kırılmış vb gibi yığınla sorunu, büyük bir bakıma ihtiyacı vardı. Ne var ki hiç biri Aykut’un umurunda değildi. Hemen oracıkta sahip oluverdi. Bir hayat kurtarmış kadar gururlu ve cesur bir savaşçıydı o an. Şoför koltuğuna ralli yarışçısı edasıyla oturdu. Anahtarı taktı ve marşa bastı.

Aykut’u izlemeye başladım. Bir çocuk gibi gülümsüyordu. Mahalleden uzaklaşırken otomobil teşekkür edercesine, şaşılacak derecede su gibi akıyordu. O an geride kalan ve gelecek ne varsa Aykut’un gözlerinde okudum. O gözlerde gördüğüm şey mutluluğun somut tutulur ve görünür haliydi. Yaşanan bu an ise mutluluğun teferruatından başka bir şey değildi.

 

9 Nisan 2017 Pazar

İFFETSİZ TÜMCELER YARATICISI

Henry Miller'in yıllarca yasaklanan kitabı Yengeç Dönencesi. Cesurca, özgürce ve hiçbir baskıdan etkilenmeden yazılmış bir roman. Haliyle de tüm dünyada +18 okuyucu rafında.



  Henry Miller'in kaleminin serseri olduğunu biliriz. Özellikle Yengeç Dönencesi bu anlamda onu en iyi tanıtan romanı. Öyle bir kitap düşünün; elinizden bırakmanız olası değil. Erotizm dolu olduğu için değil! Aklınızdan bile geçmesin! İlk bakışta görünen bu, diyebilirsiniz. Ama kitap bundan çok daha fazla. Yüzlerce yıllık cinsellik tabusunun üstünde doyasıya gezinmeye, kitabı bembeyaz bir süt gibi içmeye hazır olun.
Hafif nükteli ve akıcı anlatımı ile olağan ve sade hale gelen bir cinsellik okuyoruz. Naif ve ince bir dokunuş buluyoruz Henry Miller’a has pornografinin içinde. Ve buna şaşırıyoruz.
Avrupa'yı karış karış gezen bir adam. Açlık ve sefalet içindeki günlerinde bir yazarın başına gelenlerden hayıflanıyoruz. Üstelik bu kişi Henry Miller olunca daha bir artıyor. İlk sayfasından itibaren 'bir hayatta kalma mücadelesi hikayesi” okumaya başlıyor ve bu kadar olmadığının da farkına varıyoruz.
Toplumların normalleştirmeye çalıştığı sıradan insanları, dayatılan mecburiyetleri ve yazarın onlarla baş etme mücadelesini okuyoruz. Cinselliği pür bir dille anlatması, yazarın dayatmalardan kurtulma yöntemi belki de.  Kadın ve erkeği bir bütün olarak ilginç, felsefi ve mantıksal bir ortamda ama olabilecek en doğal haliyle anlatmak Henry Miller’in bu kitabı sansüre açık hale getiren baş kaldırış şekli.

YAZININ TAMAMINI  http://medakitap.com/2017/03/07/iffetsiz-tumceler-yaraticisi-ozlem-y-ucak/ LİNKİNİ TIKLAYARAK OKUYABİLİRSİNİZ...

8 Nisan 2017 Cumartesi

Makale

DUYGUSAL EMEK

Son yıllarda önemi giderek artan ve birçok işte rol gerekliliği olarak belirlenen, yöneticilerce istenen, müşteriye karşı olumlu duygu ifadesi takınarak doğrudan iletişime geçme çabası, duygusal emek olarak adlandırılabilmektedir. Duyguların, psikolojik olduğu kadar sosyal bir olgu olarak da, iş ilişkilerine göre değişiklik gösterecek olması emeğin ne kadar kişiye özel olduğunu göstermektedir. Duygusal emek, örgütlerin müşteri memnuniyeti politikalarında, hedeflerine ulaşmak için bir araç durumundadır. Bu olguya psikolojik açıdan baktığımızda, insan faktörüne göre değerlendirmemiz gerektiği açıktır. Ortada, somut şekilde vuku bulmuş bir emeğin olması sebebiyle, hizmeti veren ile o hizmetten yararlanan bireyler arasında bir iletişim, karşılıklı bir alış veriş söz konusu olmaktadır.  
Günümüz iş sektörlerinde, hizmete dayalı iş kollarının hızla arttığını görmekteyiz. İnsanlar, herhangi bir ürün/hizmet alırken işlerliğine, kalitesine, ihtiyacını karşılamadaki fayda maksimizasyonuna bakmalarının yanı sıra, nasıl sunulduğu, çalışanın davranışı, daha da ötesi dış görünüşü, yüzünün güzel olup olmaması ve ses tonu gibi kişisel yaratımları da dikkate değer bulmaktadır. Bu tarz iş kollarının direkt insan insana iletişime dayalı olma gerekliliği duyguları ön plana çıkarmaktadır. Çalışma yaşamı, bu duygu etkileşiminin tek taraflı olması idealine sahip olsa da, çalışanın kolaylıkla uygulayamadığı gözlemlenebilmektedir. Yani, çalışan müşteriyi ikna etme çabalarında iken müşterinin etkisi altında kalabilmektedir. Bu etkiyi minimize etmesi gerektiği bilinciyle duygularıyla çatışma içine girmekte, hatta belki de çoğu durumlarda insanca düşüncelerinden sıyrılmak zorunda kaldığını hissetmektedir.

Daha mikro ve öznel perspektiften bakılması gereken bir olgu olmasından ötürü, sembolik etkileşimci toplumbilimcilerin en çok çalıştığı konuların arasında Duygusal Emek ve onun getirdikleri vardır. Onlar, aynı anda şükran ve korku duygusu çatışmasının nasıl yaşandığını araştırırlar. Duygusal Emek terimini ilk kez, Duygular Sosyolojisi’nin kurucusu Arlie Russell Hochschild “Yönetilen Kalp; Beşeri Duygunun Ticarileşmesi” adlı eserinde kullanmıştır. (Kasapoğlu,2011)
 Duygusal emeğe genel bir bakış attıktan sonra, bu emeği kullanarak iş yaşamını sürdürmenin neler hissettireceğine değinebilirim;
 Tiyatrocu olmanın neler hissettireceklerine dair empati ;
Duygusal emeğin en yoğun olduğu meslekler arasında, hosteslik, polislik, sekreterlik, sağlıkçılar, tiyatrocular ve eğitimciler olduğunu araştırmalarımdan çıkardım. Bu meslekler arasında benim en iyi empati kurabileceğim, tiyatroculuktur. Tiyatroculuk, duygusal emeğin tanımına tastamam uyan beden, yüz, ses satışı işi bana göre. İşi gereği rolden role, kalıptan kalıba girmek kolay olmasa gerek. Gaddar bir katil, mağdur bir fakir, aşık bir kadın ya da ölmekte olan bir hasta olabiliyorsunuz. Her rolde üzerinize taktığınız maskeyi değiştiriyor, yeni taktığınıza bürünüyorsunuz. Bu maskelerin insanın ruhsal ve psikolojik sağlığına çok etki edeceğini düşünüyorum. Ünlü ve başarılı bir tiyatrocu olmak için oynadığınız role tamamen kendinizi kaptırmalısınız. O noktada kendinizi yani kişiliğinizi öldürmeniz gerekiyor. Duygularınızı, fikirlerinizi yok saymanız, yüzünüzün size has mimiklerini kullanmamanız, o rolü layıkıyla oynamanızı sağlıyor. Bunun çok zor bir iş olduğunu tüm dünya kabul ediyor elbette. Bence tiyatroculuk tüm bedenini, mimiklerini, yüzünü, sesini, yani sahip olduğun tüm fiziksel özelliklerini kullanarak para kazanılan tamamen duygusal emek gerektiren bir meslek.
 Vücudunuzu bir elbise gibi düşünün. Kime giydirdiyseniz onun kalıbına göre daraltmalı veya esnetmelisiniz. Tiyatrocular, sadece bedenlerini kullanarak bunu yapabiliyor olmayı çok isterlerdi eminim ama bir de iç duygularına da bir ayar vermeleri gerekiyor. Düşünüyorum da insanlar bu şekilde tiyatrocuların kişiliklerinin laçkalaştığını düşünebilirler. Ben de aynı fikirde olabilirim. Ancak tam olarak da katılmıyorum. Aslında duygusal emek kavramının ne olduğunu ve gerekliliklerini düşünerek tiyatrocuların kişiliklerine üzülmekten vazgeçiyorum. Onları bedenlerini kullanarak ücretlendirilen birer profesyonel gibi sınıflandırmak beni en iyi sonuca ulaştırıyor. Zaten bu duygusal emeği herkesin kaldırabileceğini düşünmek de yanlış olur kanısındayım. Mesela, siz bir tiyatrocusunuz ve bir komedi oyununda eğlenceli bir karakteri oynuyorsunuz. Ancak sahneye çıkmadan bir saat önce ailenizden birinin ölüm haberini alıyorsunuz. Ve dünya dursa da o oyunu oynuyorsunuz. İşte bu noktada duygusal emeğe verilen değer ve önem ön plana çıkıyor. Belki de tiyatroculuk konu olarak seçtiğim çok uç bir meslek. Ancak genelde duygusal emek göstererek çalışan mesleklerin pek çoğunda, bu örneğe yakın durumlarla karşılaşıp yine de işin gereklerini yerine getirdiklerini görebiliyoruz.


Sonuç olarak, duygusal emek gerektiren meslekler dünya döndükçe olacaktır. Her ne kadar bilgi çağında daha teknolojik, mekanik, daha nesnel, daha realistik bir dünya olma yolunda ilerlesek de, insanoğlu var oldukça iletişim içinde olacak ve duygularını kullanacak. Bunu para kazanmak için kullandığında ise adı duygusal emek olmaya devam edecek……........
Sosyoloji İnsan İlişkileri Yüksek Lisansı
Makale  / Özlem Y. Uçak