13 Ekim 2024 Pazar

MÖÖ


MÖÖ

Yazan, Özlem Y. Uçak

 

Küçük kardeşim Kerem’e, ineklerin nasıl ses çıkardığını öğretmeye çalışıyorduk. Ama bir türlü söylemiyordu. Özel eğitim öğretmenleri, ben, annem hepimiz seferber olmuştuk. Bir gün üst komşumuz Sema teyze bize geldi. Hafta sonu için Ata Çiftliği’ne gideceğini, sütlerinin çok güzel olduğunu söyledi. Annem evde kefir yapardı. Kerem otizmli olduğu için ona çok faydalı bir içecekti. Sema teyze çiftliğe bizi davet etti. Annem kabul edince sevinçten havalara uçtum. Kerem nereye gideceğimizi anlamamıştı. Ata Çiftliği’nin fotoğraflarını göstermemiz gerekiyordu. Sema teyze telefonundan fotoğrafları gösterdi. “Kerem bak! Hafta sonu bu inekleri görmeye gideceğiz,” dedim. Kerem fotoğraflara baktı ve gülümsedi. 

O sırada annem, “İnekler nasıl ses çıkarır?” diye sordu. Yine söylemiyordu. Ona bunu nasıl öğretecektik?

Hafta sonu gelip çatmıştı. Güneş gökyüzünde pırıl pırıl parlıyordu. Sema teyze kapımızı çaldı. “Hazır mısınız?”, “Hazırız,” diye sevinçle bağırdım. Kerem de heyecanlıydı. İnekleri göreceğini bildiğini anlamıştım. 

Çiftlik alanına girer girmez bir koku duyumsadım. Kokunun ne olduğunu sordum. Çiftliğin sahibi amca, ahır kokusu olduğunu inek çiftliklerinde böyle bir koku duyulduğunu söyledi. Şimdi inekleri görmek için daha da sabırsızlanmıştık. Gerçekten de o kadar büyükler miydi acaba? Merakımı az sonra giderecektim. 

Kerem’in elinden tuttum. Amcayı takip ediyorduk. Büyük bir otlak alanına geldik. Onlarca inek alanda dolaşıyordu. Güneş kadar canlı, kahverengi, parlak tüyleri, kocaman baş ve gövdeleri ve uzun kuyrukları vardı. Düşündüğümden çok daha iri hayvanlardı. 

Kerem birden çitin kapısını açıp ineklerin olduğu yöne koşmaya başladı. İnekler sürü halde yürüyorlardı aralarına girdi. Çok eğleniyordu. 

Amca kucağında bir buzağı ile yanımıza geldi. Hayatımda gördüğüm en güzel buzağıydı. Karamel rengi tüyleri, kocaman yuvarlak gözleri vardı. Kerem buzağının yanına çökmüş onu okşamaya bile başlamıştı. 

Tam bu sırada diğer ineklerden biri ‘Möö’ dedi. Bir süre sonra hepsi ‘Möö’ diye sesleniyorlardı. “Bak Kerem! İnek möö diyor,” diye coşkuyla söyledim. “İnekler nasıl ses çıkarır?” dedim. Kerem bana döndü, gözlerime baktı ve net bir şekilde ‘Möö’ dedi. Kulaklarıma inanamamıştım. Burada, ineklerin arasında hemencecik söyleyivermişti. Anneme baktım. Sevinçten gözleri dolmuştu hem de gülüyordu. 

Akşama kadar çiftlikte hiç unutamayacağımız bir gün geçirdik. Eve dönme vakti gelmişti. Öyle yorulmuştuk ki Kerem de ben de arabada uyuyakaldık. Bir ara uyandım. Kerem uykusunda sayıklıyordu. Ne mi diyordu? ‘Möö!’ diye sesleniyordu.  

                                               ***

 

 

Sinemada Film Arası Neden Var?

 

Sinemaya gidenler bilir. Filme başlarsınız. Filmin tam ortasında hop sinema salonunun ışıkları açılır. Koca beyaz perdede FİLM ARASI yazar. Seyirci bunu bildiği için sinirlenmez. Neden mi?

Sinema salonuna gidecek ve bir film izleyecekseniz bilirsiniz filmin ortasında salonun ışıklarının açılacağını ve 10 dk ‘lık film arası olacağını. Çünkü Türkiye’de sinema salonlarında gösterilen filmlerde film arası vardır. Bu Türkiye’de bir gelenektir.

Gelin, Türkiye’de neden film arası vardır, biraz irdeleyelim. Önce Türkiye’de sinemanın tarihinden biraz bahsetmek gerekiyor.

Türkiye’de Sinema

Türkiye’de ilk sinema gösterimi 1910 yılının 19 Martında İstanbul’da bir açık alanda gerçekleşmişti. Türk sinemasının ilk eseri bir belgeseldi. Ne yazık ki belgeselin hiçbir kopyası günümüze ulaşamamış. Sinemanın önemi daha sonra 1. Dünya Savaşı sırasında artmış. Dönemin Osmanlı Başkomutanı,  Alman ordusunun izlettiği filmler ile kendi askerlerini eğittiğini görür ve 1915 yılında Merkez Ordu Sinema Dairesini kurar. Böylelikle sinemacılık ve sinema sektörü Türkiye’ye giriyordur.

Uzun metraj filmler 20’li 30’lu yıllarda tek bir film şeridinde, yani tek bir bobine sarılı değildi. Bir film iki bobine sarılı olurdu. İlk bobin biter, projeksiyon cihazı durdurulur, ikinci bobin takılırdı. Sinemalarda görev yapan sinema makinistleri ( bir diğer adı projektör) film makinesini durdurmak ve ikinci bobini yerleştirmekle görevliydiler. İşte, bu bobinleri değiştirme anında geçen süreye Film Arası denmekteydi.

60’ larda projeksiyon cihazları tek bobine geçtiği halde Türkiye’de film arası geleneği devam etti. Günümüz teknolojisinde artık bobin de kullanılmayıp 2000’lerin başında dijitale geçildi. Türkiye’de sinemalarda film arası geleneği yine de bırakılmadı.

Dünya Sinemasında Film Arası Diye Bir Şey Yok

Avrupa ve Amerika sinema salonlarında böyle bir uygulama yok. Başka bir ülkeye gidip sinemaya girerseniz filmi baştan sona aralıksız izlemeniz gerekecektir. Çünkü bu Türkiye’ye has bir alışkanlık. Uygulanmasındaki tek sebep ise eskilerden gelen bir gelenek haline gelmiş olması yaşatılmaya devam edilmesidir.

Sadece Festival Filmlerinde Film Arası Yoktur

Dünyadaki tüm film festivallerinde olduğu gibi Türkiye’de de film festivallerinde filmler ara vermeden izlenir.  Filmler bir yarışma için seyirciyle buluşur. Belli bir sürede festival programında olan tüm filmlerin gösterimleri yapılmak zorundadır. Dolayısıyla film arası vermeye gerek görülmez.

Film Arası İle Antraktın Farkı

Antraktın kelime anlamı “ara” dır. Fransızcadan dilimize geçmiş bu kelime bir tiyatro terimi. Tiyatrolarda sahnedeki dekorun veya oyuncuların kostümlerinin değişmesi için verilen kısa aralardır Antrakt. Film arası ise sinemada gösterimi olan bir filmin ortasında filmi durdurup 10 dakika ara vererek kaldığı yerden başlaması anlamına gelmektedir.

Film Arası Türkiye’de Bir Gelenek Olarak Sürdürülmektedir.

Bu sinema tarihinin ilk zamanlarından gelen eski alışkanlık Türkiye’de güzel bir gelenek olarak kalmış ve ihtiyaç olmadığı halde sinema salonlarında film arası verilmeye devam edilmiştir.

Özlem Y. Uçak

 

 

 

 

29 Şubat 2024 Perşembe

Distopik Öykü: Leke

 


                                                                                        
  ‘Bugünün bir daha asla doğmayacağını düşün.’ Dante                                          

LEKE

Erkeklerin hepsi öldü. Kıllı bedenleri bir anda alev aldı ve diri diri yandılar. Biz kadınlar yanışlarını izledik çaresizce. Hayatımızda sanki hiç olmamışlar ve böyle daha iyi olabilecekmişiz gibi erkeklerimiz olmadan bir süre yaşamaya çalıştık. Becerebilirdik, eğer güneş izin verseydi. Artık tek bir katilimiz var. Güneş. Saklanmıyorduk önceleri. Geçeceğini, zamanla biteceğini sandık. Yanıldık. Güneşin her geçen gün artan yakıcı gücüyle baş etmek artık imkânsız. 

Tüm bu olanlardan önce ilk, güvercinler öldü. Uçarlarken kıvılcım gibi parlayan küçük toplar şeklinde yere düştüler. Sonra çiçekler, ağaçlar, diğer hayvanlar. Sırayla hepsi yanarak öldü. Külleri bile yok oldu bu kavurucu sıcakta. Bugün, hemen şu anda veya birkaç saat, birkaç dakika sonra yanarak yok olacağım. Ben ve bebeğim. Bir kadın ve bir bebek. Belki de sadece biz kaldık. Beklemekten başka çarem kalmadı. Bir gün öleceğini beklemek kadar kolay değil bu anki bekleyiş. Sessizlik. Etrafta hiçbir şey, hiç kimse yok. 

Hayat oyalıyordu bizi eskiden. Ölüm sırasını bekliyor ama yaşıyorduk hayatı. Şimdi, güneş yakıcı yüzünü,  yani en parlak ve sıcak yüzünü göstermeye başlayınca sonunu bilmediğimiz bir yere varmak için küçülerek bekliyoruz. Evet dünya küçülüyor, ben küçülüyorum. Her geçen gün bir uzvum çalışmaz oluyor. Bir duyum yok oluyor. Bunların tek bir sebebi var. Güneş.

İşin tuhaf tarafı bu olay başladı başlayalı bebeği olan kadınlar ölmüyor. Küçülen dünyamızda anneler ve bebeklerinden başka hiçbir canlı kalmadı. Değişim kadınların varlığıyla, diğer bir değişle yok olması ile gerçekleşiyor. Vicdan azabı ve günah keçiliği yine kadınların payına düştü. Yaratılış hikâyesindeki yasak elmayı yeme meselesini düşününce yaşamın başlangıcında böyleydi, sonunda da böyle olmasına şaşmamalı. Sona gelindi. 

Birden olmadı bunlar. Dünya erimeye iki binlerin ilk yıllarında  çoktan başlamıştı. Ben çocuktum. Güney yarım küre okyanuslara karışmış yok olmuştu. Dünya bir küre değildi artık. Dağların beyaz, okyanusların mavi  olduğu o görkemli  yeryüzü artık bir yarım küreydi. Kuzey yarım kürede yaşayanlar, tüm bu olanları ve  olacakları hiç umursamadan  hiçbir şey olmamış gibi kaldığımız yerden tüm olanca ihtişamımızla devam ettik yaşamaya. Yürüyerek sahile giderdik annemle. Boylu boyunca çakıl taşlarına uzanır, hiç batmayan güneşi izlerdik.  Milyonlarca kilometre uzaklıktan nasıl da öldürüyor bizi, derdi annem. Onun bizi öldürüyor olmasına inanamazdım bir türlü. Kemiklerimi ısıtıyor, içime yaşam sevinci veriyordu. Güneş nasıl kötü olabilirdi? Çıplak gözlerimle güneşe bakmak isterdim annem izin vermezdi. Ben büyüyordum aynı anda ve aynı hızla güneş de büyüyordu. Sonra bir gün, onu anlamaya başladım. Bizi istemiyordu. Kötü olan insanlardı. O, dünyayı kurtarmaya çalışıyordu. Dahası onu hak etmediğimizi düşünüyordu. Adım adım yaklaştı ve  bizi içine hapsetti. Sadece 'onun' olmasını isteyen tutkulu bir sevdalı gibi dünyaya sahip oldu. Bunu hak ettik biz evet, ama ya yeni doğanlar. Ya oğlum, masum bebeğim Arda?...

                                              ***

Bugün bildiğimiz bu dünyanın son günü. Saat sabahın sekizi. Sıcaklık altmış yedi derece. Güneş perdenin erimiş deliklerinden içeri sızıyor. Arda’nın beşiğinin köşesi erimeye başladı. Bebeğimi kaptığım gibi odadan çıkıyorum. 

Dışarıdan uğultuyla bağrışma karışık sesler geliyor. Bebek ağlamaları, bağrışmalar. Bir kadın, “Aldı. Sonunda kızımı aldı benden.” dedi. Kadının soğukkanlı ve umarsız hali sesindeki donukluktan belli. Adeta duyguları alınmış ve yerine bir parça beyaz et bırakılmış gibi. Kadın devam ediyor konuşmaya; “Diri diri yanmayı beklemeyeceğim.” Bunu söyledikten sonra kadının sesi kesildi. Ardından, güneşin delice kavurduğu asfalt zemine çakılma sesi. Güm... Bu kaçıncı. Etraf kadınların vücutlarından kalmış toz küllerle dolu. Bebekleri elinden alınmış kadınlar bir bir intihar ediyor. Bedenleri yanarak kül oluyor. Benim için de zaman yaklaşıyor. Belki de öylesi daha iyi. Ölmediğimizde sonumuzun ne olacağını bilmemek korkutuyor beni.

O kadar sıcak ki nefes almakta zorlanıyorum. Güneş, evin pencerelerinden içeri girip önüne gelen her yeri eritiyor. Koltuklar, sehpalar, dolaplar, tablolar, her ne varsa eriyerek bir ırmak gibi akıyor. Alevin parlaklığı öyle güzel ki... Gözlerimi ondan alamıyorum. İşte o an bir duyumu daha, görme yetimi, kaybediyorum. Gözlerimin önünde parlak bir ışık. Başka hiçbir şey görmüyorum. Kendimi ona sakin ve huzurla vermeye hazırım artık. Ama ya oğlum. Arda! 

Güneşin direkt giremediği yer koridor. Yere çöküp sürünerek koridora geçiyorum. Arda doğduktan sonra bacaklarımı kullanamaz oldum. Hiçbir yere dokunmuyorum.  Dokunduğum anda vücudumun alev alması ve yanan kuşlar gibi kıvılcım toplarına dönüşmem an meselesi. Vücuduma iğneler batmaya başlıyor. Arda uyanıyor. Mememi ağzına veriyorum. 

 İlk önce burnum koku almamaya başladı. Yanmış et ve kanlı toprak kokusunu duymayınca kendimi iyi hissetmiştim. Ardından duyma ve dokunma duyularımı kaybedince oğlumu duyamayacak ve dokunamayacağım. Öyle halsiz ve yorgunum ki, hareketlerim yavaş, ağır. Yığılıp kalmamak için çok çabalıyorum.

Kurmalı duvar saatinin gongu her saat başı çalıyor. Eski zamanlardan kalma bir saat. Yere düştü, parçalandı ama bozulmadı. Dönüşen sadece dünya değil, asıl zaman dönüşüyor. Çocukken zamanın bonkör olduğunu, hayatı sakince, sindirerek ve doyasıya yaşatacağını sanırdım. Ama şimdi geldiğimiz yere bakınca, yokuş aşağı inen bir lokomotif kadar hızlı ilerlemesi artık canımı acıtmıyor. Aksine çaresizce beklemek yerine sonuma beni çabucak ulaştıracağı için seviniyorum. 

Dokuz, on, on iki. Gong durdu. Demek öğlen oldu. Dünya eriyor. Bulunduğum alan daralıyor. Ortalık öyle sessiz ki dünyada bir ben ve Arda kalmış olabiliriz diye geçiyor aklımdan. Koridorun iki duvarı birbirine biraz daha yaklaştı. Ortasında durabilmek için kollarımı ve bacaklarımı büküyorum. Dar alanlarda kısıtlı yaşayabilme alışkanlığına sahibim. Kollarımı, özellikle bacaklarımı kullanmayı uzun süre önce unuttum. Nefes almam değişti. Ciğerlerim küçülüyor veya parçalanıyor olabilir, hangisi oluyor anlayamıyorum. Neyse ki oksijen Arda için yetiyor. 

Kulağının arkasına sığınmış sarı lüle sırılsıklam olmuş. Hissizleşmiş parmaklarımın arasına alıyorum lülelerini. Onun bu hali beni deli ediyor. Güneşte kavrulmak yerine güneşli günlerin insana tattırdığı hazzı yaşasaydı. Ona bu güzellikleri gösteremediğim için üzülüyorum. Arda’nın yüzüne baktıkça pırıl pırıl kara gözlerinin içinde kendimi küçücük görüyor ona veremediklerim için utanıyorum. Çok geç. Her şey için çok geç.

Ağzımda tuttuğum havayı lülesine üflüyorum, ensesine biraz da böğrüne. Pörsüyen memelerimi bir şeye yetişmeye çalışır bir telaşla emiyor. Bebek saflığıyla mı, başka bir güç mü bilmiyorum fakat olanların gayet farkında. Bir yüce huzur var onda, sanki bir yere gitmek için hazırlanan bir asker cesareti.

Gonk bir kere çaldı. Saat bir. Her yer karanlık. Güneşin parlaklığını da görmüyorum artık. Tamamen kör oldum. Gözlerimde kalan tek resim, o son parlaklığı. Bir kez daha görebilseydim Arda’nın yüzünü... Sıcaklık artıyor. Yatak odasından aceleyle çıkarken termometreyi unuttuğumu fark ediyorum. Şimdi en az seksen olabilir. Etrafın rutubetlenmesi beni şaşırtıyor. Aynı anda yeraltından uğultular geliyor. Dışarıdan gelen tuhaf seslerin ne olduğunu bilmemek. Duymanın görmekten daha korkutucu olduğunu ayrımsıyorum ve korkuyorum. Galiba deprem oluyor. Teslim olmamak için zavallı dünya kalan son gücünü kullanıyor. Ama nafile!

Derken “Güm güm!” sesleri ile irkiliyorum. Yere çakılan insan vücutları. Yine birileri intihar etti. Sağlam kalmış metruk binalardan birinin tepesine çıkıp topluca aşağıya atladılar. Artık kanıksıyorum. Korku düşünülenin aksine insana cesaret veriyor. Böyle bir yaşam sürmek yerine bir seçim yapma hakkına sahip olmak ve ölmeye karar vermek cesurca ve belki de bu şartlar altında doğru bir davranış. Bilmiyorum, belki de onlar haklı. Nasıl öleceğini bilememenin verdiği korku, ölüm şekline kendi karar vermesi için  insanı cesaretlendiriyor. Ben de ölmeyi istiyorum hemen şimdi şu anda... Arda gözlerini açtı, tatlı bir bakış var yüzünde. Sakin, dingin. Hatta huzurlu.

“Yarım şişe su kaldı. Son suyumuz. Dünyadaki son su. Sana daha fazla süt veremem artık.” Arda gülümsüyor. Suyu içiyorum ve son kez emziriyorum. Görevlerimden birini tamamlamış olmanın verdiği bir gururla ağzımdaki ekşi tükürüğü yutkunuyorum. Arda’ ya sarılıyorum. Çok sıcak. Bu esnada bir gürültü daha kopuyor. Ardanın kulaklarını kapatıyorum. Sesten kulaklarım zonkluyor.  Duvar yürüdü,  diğer duvarın köşesine kadar geldi. Ev daraldı, üçgen gibi bir şekle dönüştü.

Saat iki. Onca şey yanıp yok olurken kalan tek şey, zaman. Koridorda sürünerek salonun kapısına kadar geliyorum. Arda oyun sanıp kıkırdıyor. Yüzüme toz geliyor ve sıcak rüzgârı duyumsuyorum. Bu rüzgâr! Ellerimle etrafı anlamaya çalışıyorum. Bebek sesleri geliyor. Ne ağlamak gibi ne de gülmek, sanki konuşuyorlar.

 “Beni duyuyor musunuz? Yardım edin, burada sıkıştık.”  

Yanıt alamıyorum fakat bebekler daha güçlü bağırıyorlar. 

 “Anneleriniz nerede? Yalnız mısınız siz ?”

Onlarca belki yüzlerce bebek var dışarıda.

“Neler oluyor, orada neler oluyor?”

Gong saatin üç olduğunu söylüyor. Birden keskin bir sessizlik kapladı etrafı. O an Arda’ nın gün boyu hiç ağlamaması aklıma geliverdi. Benim küçüldüğümü ve aynı anda onun büyümekte olduğunu ve büyümeye devam edeceğinin ayrımına şimdi varıyorum. Buruşturulmuş bir kâğıt parçası gibi iyice büzüldüm. Koku almıyorum, gözlerim görmüyor. Şimdi de sağırım. Hiçbir şey duymaz oldum. En son duyduğum, dışarıdan gelen bebek sesleri. Kulağımda çınlıyorlar. Dokunma duygum hâlâ duruyor. Arda’ya dokunuyorum. Yüzüne ağzına. Rahat ve sakin. 

Rüzgâr yine dokunuyor bana. Esiyor bir yerden. Nereden geliyor bu rüzgâr? Aylardan sonra ilk kez hissediyorum. Ne güzelmiş serinlik, esinti. Bedenimde duyumsayınca heyecanlanıyorum. Bir çıkış olabilir diye geçiyor aklımdan. Vücudumu sürüyerek rüzgâra doğru gidiyorum. Duvar bitti. O an birden bebeklerin ılık sakin nefesleri vuruyor yüzüme. İp gibi incelmiş, hissetmediğim bacaklarımın üstünde Arda kıpırdamadan duruyor. Bir karar vermeliyim!

“Sen her şeyin farkındasın değil mi bebeğim? Dışarıda seni bekleyen bir şey var. Orada bir hayat var!”

Ellerimi yüzünde gezdiriyorum, dudaklarına dokunuyor, öpüyorum. Tekrar tekrar, defalarca. Sonra Arda’yı tüm gücümle kapıdan dışarı doğru itiyorum. "Hoşça kal oğlum!"

Büyük bir patlama oluyor. Bu diğerlerinden çok daha büyük. Sanki dünyadan bir şey koparıldı. Ateş topuna dönen bir parçanın içinde güneşe doğru gidiyorum. Arda diğer tarafta, tüm bebeklerle kaldı. Orası yeni dünya. Dünya kendine yeni bir yaşam inşa ediyor. Burada benim olduğum yerde ne bebek sesi ne uğultu ne rüzgâr var. Biz bile yoğuz. Vücudum yok, yetilerim yok. Ölmeyi seçmek için seçeneğim bile yok artık. Keşke ölseydim. Anlıyorum. Bizlere verilen en mükemmel ceza bu olmalı. Kendi alevimizin içinde sonsuza dek yaşamak. Buna yaşamak denmez. Küçük bir nokta olarak burada ölmeyi bekleyeceğiz. Bir leke gibi.

 

11 Kasım 2023 Cumartesi

Anlık Öykü : Kıyı


KIYI 

“Karanlığın kendine özgü dinginliğinin ortasında bir kayık duruyor. Kayığın üstünde bir kız. On yedi on sekiz yaşlarında. Denizin köpüklü dalgaları arasında kayık bir görünüyor bir kayboluyor. Kıyıdan, “Sara! Sara! ” diye bağıran adama çeviriyorum gözlerimi. Öyle yüksek sesle bağırıyor ki, kayıktaki genç kızın adının Sara olduğunu kıyıdaki herkes; bankta oturanlar, sahildeki kafede bira içenler, eşofmanın hışırtısının tiz sesi etrafa yayılan altmışlık adam (yürümekle koşmak arasında bir tempoda giderken, temposunu bozmadan denize bakıyor) öğreniyor. Çatallı bir sesle, “Yine mi!” diyor bağıran adam. İsmi binlerce kez söylediğini, sesinden çok omuzlarındaki çökük duruştan anlıyorum. Bir de ‘yine mi!’ deyince tabii. Bir süreğenlik var. Yorgun görünüyor, bitkin, yılgın. Sessiz. En çok da umarsızlığı dikkatimi çekiyor. Telaşına bakılırsa, bu ilk deniz çıkartması değil.” 

“…”

“Sara, belki de yedi kat yabancıdır. Adını bildiği bir yabancı. Belki de kimsesiz. Ya da birinden, bir şeyden kaçan zavallı bir kızcağız.  Kürekler sadık birer köle gibi itaat ediyor ona. Böyle kararlı ve emin şekilde kürek çeken birisi içgüdüsel bir dürtü duyuyor olmalı. Gitmek istediği yere ulaşmak için karşı konulmaz bir arzu. Onun olağandışı bir şey yaptığını düşünmüyorum. Ama kıyıda oturmuş, anormal bir olay gibi onu izliyorum. Kıyıdan Sara’ya bakarken onun özgürlüğünü kıskanıyorum. Koca denizde yapayalnız olduğunu görmek ürpertici, mavi devi çok sevmeme rağmen gecenin karanlığında içinde yalnız ve kimsesiz kalmak korkutucu geliyor, kıyıdan ona bakarken. Sevdiği şeyleri insan kendince sevmek istiyor. Biraz uzaktan biraz dışarıdan. Sakin ve yumuşakça. İç içe olmanın verdiği bazı zorunluluklar, sevgiyi köreltiyor. Silikleştiriyor, değersizleştiriyor. Ne var ki bu kış günü Sara’nın soğuk, dalgalı denize, güvensiz bir kayıkla açılmasını garip bulamıyorum.” 

“…”

Vakit ilerledikçe adam etrafa koşuşturmaya  başladı. Aynı anda kız kürekleri bıraktı. Ayağa kalktı. Siyah dalgaların üstünde kayık ha devrildi ha devrilecek. Denizin siyaha bulanmış beyaz köpükleri ile bulutun karıştığı tam o yerde duruyor kayık. Gökyüzüne biraz daha yakın. Kollarını kaldırıyor, kanat gibi sallıyor havada. Kolları ışıldıyor, yakamoz vuruyor su tanelerine. Ne hoş bir manzara. Ortada bir kargaşa, bir gerginlik var. Bunun, kıyıda umursamazcasına kayığa bakanlar ile beraber ben de farkındayım. Manzaradan keyif aldığımı utanarak gizliyorum.”

 “Körpe bir vücudu, yeni doğmuş bir bebeğin sırtı var Sara’nın; pembemsi sarımsı. Yavaş tempolu bir müziğe eşlik edercesine bir ritmi. Kıyıdan bakınca onun, bu kızılca kıyamet dünyadan uzaklaşmak ve kendi dünyasına gitmek isteyen bir melek olabileceği geliyor aklıma. Buraya ait olmayan. Adamın ortalığı velveleye vermesiyle, gözler yeniden beliriyor. Bir balıkçı kayığı bulup kızın yanına doğru hızla kürek çekmeye başlıyor. Yanına kadar geliyor. Uzatıyor elini. Kızın üzerindeki elbise uçuşuyor rüzgârda, ince mi ince. Elbisenin altından küçük göğüsleri, ince bacakları gölgeleniyor ara ara. Çıldırmışçasına sallanan kayıkta kız ayakta, suya düştü düşecek. Bağrışmalar başlıyor. Kıyı kayıktan daha kıyamet. Sara kıyıyı görse de o denize, önüne bakıyor; umurunda değil arkası. Ne adam ne kıyı. Adam fırsatını yakaladıkça elini uzatıp kızı yakalamaya çalışıyor. Herkeste bir telaş. Bir tek ben, Sara. Sakin.”

“İnsanlar aralarında konuşuyor. Bir sürü laf dolaşıyor etrafta. Sahil güvenliği arayanlar polis çağıranlar. Kıyıdaki sesleri duyuyor Sara. Yüzü seçiliveriyor kıyıdan vuran şehir ışıklarıyla. Çocuksu bir kadın. Yüzü bir çocuğun masumiyetine sahip, vücudu bir kadın. Beyaz dişleri parlıyor. Gülüyor çünkü. Korkmuş görünmüyor. Aksine mutlu gibi. Onun bu rahatlığı beni eğlendiriyor. Eğlendiğimi kimseye belli etmemeye çalışıyorum. İnsanlar tarafından linç edilmek istemem.”

“…” 

“Sara’nın yanında şimdi ben olsaydım diyorum kendime. Kendi sesinde sağır olana kadar bağırmasını söylerdim ona. Dilediğince bağır, burası insanların yeri değil. Kimse karışmaz sana. Kalbini ve aklını, bilinmez yollarda gezinen düşüncelerini söyle dalgalara ve seni engelleyen eksikliklerinden kurtul. Çılgınca çekerdim kürekleri. Herkese özgürlüğümü kıskanmamalarını söylerdim.”

“Kıyıda film izler gibi izleyen güruh söylenip duruyor. Bu saatte girilir miymiş, ölmeye mi çalışıyormuş, kafayı mı yemiş...”

“…”

“Bankta oturanlardan bir kadın, kibar insanlara has bir tavırla “Otistik mi acaba?” diye sordu yanındakine. Onun bu konuda yetkin biri olmadığını ve hatta bilmişlik tasladığını ‘Zihinsel özürlü herhalde,’ diye yanıtlayıp kaba kaba gülmesinden hemen anladım.” 

‘Otizm zihinsel özürlü demek değil... Sadece başka bakarlar her şeye,’ diye seslendim. Herkes kafasını bana çevirince orada olmanın ağırlığı çöküyor üzerime. Söylediğimi karşıdakilerin duydukları kesin ama ne demek istediğimi anlamıyor kimse. ‘Dikkat çekmeye çalışıyor işte. Şımarıklık bu yaptığı...’ Ve daha bir sürü laf söylemeye, ileri geri konuşmaya devam ediyorlar. Ayıplayıcı, duyarsız ve küstah suretler, duygudaşlık yoksunluğunu olanca korkunçluğuyla gösteriyor işte… Anlayışsızlık somutlaşıyor böylece. Sara’nın yapmakta olduğu şeyden çok, bu anlayışsızlık korkutuyor beni. Sara dünyayı anlamaya çalışma derdinde değil. Onun adına diğer herkes yelteniyor buna. O an, kayıkta olmayı çok istediğimin farkına varıyorum. Sara’nın yerinde olmak istediğimin.”

“…” 

“Adam kayığa atlıyor sonunda. Tam o anda Sara görüyor beni. Kıyıda, uzakta duran beni. Tanıdığı hiçbir şeyin olmadığı bir dünyada bildik birini görmüş gibi bana el sallıyor. Merhaba gibi bir el sallayış; hoşça kal ve merhaba arasındaki incecik ayrımı anlamam tuhaf. Onca kalabalığın içinde beni fark etti. Ben de onu. Sadece benim ve onun olduğu bir dünya. Beni gördüğüne göre onu kıyıya çağırmalıyım. Ama içimden gelmiyor. El sallıyorum.” 

“İkisi de aynı kayıkta. Dalgalar, adamın kayığa çıkmasına kızmış gibi büyümeye başladı. Sara, deniz, dingin gökyüzü; hepimiz adamın kayığa çıkması ile büyük bir hayâl kırıklığı yaşıyoruz. Gök daha bir kararıyor. Bir anda. Kayığı alıyor. Köpüklü siyah. İçine.”

“Gitti çocuk! Adamı da götürdü! Boğuldular mı?!...”

“Yok boğulmadılar da, deniz bomboş kaldı sanki kimsesiz gibiydi. Dalgalar durulmuştu. Parmağımın ucunda ipince bir çizgi oluncaya kadar dalgaları izledim...”

“Sonra. Sonra ne oldu?”

“Sonra. Suyun yüzeyinde iki kafa göründü. Kayık ters dönmüş. Babamla ters dönmüş kayığa tutunarak sahil güvenliğin gelmesini bekledik...”

 

 

 

12 Eylül 2023 Salı

Öykü: Tek 'Kişilik' Oda

TEK 'KİŞİLİK' ODA

1-Bitiş

Kapıyı çekip çıktım evden. Her bir metresini özenerek döşediğim, sonsuza dek mutlu yaşayacağımı sandığım aşk yuvamı terk ettim. Güzel bir ev yetermişçesine, anlamsız, boş bir çabaydı benimki. Şimdi gözümde yok ev. Dün gece her şey bitti. Bana yaptığın şeyden sonra birden gözlerimdeki sis bulutları kalktı. Erkan işe gider gitmez, Berrin’in ofisinin arka odasına attım kendimi. Hem ofis hem ev. Başka gidecek yerim de yok. İşim yok, ne de bana kol kanat gerecek ailem. Evlendikten sonra ellerimden bir bir kaydı hepsi.

Berrin tek arkadaşım. O bitirdi okulu, iç mimar oldu. İkimizin hayallerini süsleyen iç dekorasyonları hayata geçiriyor. Nasıl heyecanlıydık okulun ilk yıllarında. Kafamızda çeşit çeşit ev tasarlardık. Derken; şimdi korkunç olarak tanımladığım ama o zamanlar bir mucize gibi gelen bir şey oldu; son sınıfa geçtiğim yaz evlendim. Okulu da bitiririm evlenirim de, dedim. Ama işler böyle yürümedi. Ne okulumu bitirdim, ne de mutlu bir evliliğim oldu. Bu ofisten bozma tek kişilik odada şimdi oturmuş derdime yanıyorum. Yarası geçmeyecek bir acı hissediyorum. Öyle kötüyüm ki, her geçen saat daha çok kararıyor yüreğim. Ailemin, arkadaşlarımın ve en çok da, düşlerimin beni terk etmesine izin verdiğim için kendime öyle kızgınım ki...  Hıncımı başkaları yerine kendimden çıkarmam bundan; oysa pek çok suçlu bulabilir hepsini yargılamadan şuracıkta asabilirim. En başta, bana özgürlüğümü vermeyen ailemi, sonra da onlardan görevi devralmışçasına devam eden kocamı. Fakat bu küçük pencereli odada tek başımayım; insan kendisiyle ve hatalarıyla bir başına kalınca, suçlayacağı tek kişi kendisi zira.

Bu oda, benim yapamadıklarımın bana miras bıraktığı koskoca bir boşluk. Pişmanım hem de çok. Geleceğimi bir kalemde uğruna sildiğim adam sen miydin? Kimse bana, ‘herkes sevdiğini  öldürür’ dememişti ki! Beni görmezden gelen, hem ruhumu hem de bedenimi değersizleştiren o âşık olduğum adamdı. İşte, beni yakıp kavuran bu acı. Dünyadaki ne çok acıdan daha çok acıtıyor. Terli yüzün,  ağzıma damlayan tükürüklerin aklımdan çıkmıyor! İşte sonunda başardın! Sevgiyi öldürdük ve bir daha doğmayacak.

2-Kopuş

Evliliğin ikinci yılıydı. İşyerinin organize ettiği büyük bir yemek yapılacaktı. Erkan bütün yıl boyu bunu beklemiş her şeyi ayrıntısıyla o planlamıştı. Çeşme'de bir balo salonu kiralandı. Beni de dâhil etmiş masa düzeni,  salonun dekorasyonu, kullanılacak malzemelerin seçimi konularında yardımcı olmuştum. Heyecanlıydım o gün. Bir şeyin içinde olma hissi beni sevindirmiş, çalışma hayatına dair kaygıları olmayan dingin ve sıkıcı hayatıma bir hareket gelmişti.  Sırf o gece için bir tuvalet bile aldım. Yemek saatinde beni evden alacağını söyleyip evden çıktı. Çıkış o çıkış. Sanki bunların hiçbirinde ben yokmuşum hatta onun hayatında değilmişim gibi. Ne telefonlarıma cevap verdi ne de aradı. Gecenin bir saati gelip beni alacak zaman bulamadığını söyleyip işin içinden çıkıverdi. Lacivert saten tuvalet üstümde, saçım yapılmış, makyajım en ince ayrıntısına kadar düşünülmüş olarak onu beklerken bir şişe şarabı devirdim. O evde, onun yanında ne olduğumu ilk defa o gün anladım. Bende bir şey koptu. Kopanın yerine hoşuma gitmeyen, beni gerçek anlamda tanımlamayan başka bir şeyin yerleştiğini ayrımsadım. Beni unuttuğunu söylediğinde ona hiç kızmadım. Sinirlenmedim. Hatta ona hak verdiğimi, onca şeyin arasında bir de beni almak için eve uğramasının ne kadar yakışıksız olacağı gibi bir şeyler gevelemiş ve konuyu kapatmıştım. Ama aslında kalbimde derin dehlizler açılmıştı.

Ona karşı gelmeliydim. Ta en baştan... ‘Okulunu bitirip bitirmemen hiç önemli değil canın ne isterse onu yapabilirsin’ dediği zaman sevmek yeterli gelmişti bana. O an kendimi sevmekten vazgeçmiş ve hatta geleceğimi ve umutlarımı heba etmişim; ne korkunç bir cinayet! İnci Kalyon öldü! Yerine kendini, kim olduğunu unutmuş bir kadın doğdu. O beni değil, kendi yarattığı imgeyi seviyordu. Erkekler böyledir. Kendi imgelemlerine oturtabildikleri kadınları severler. Kadın ise başka. Kadın, değiştirebileceğine, iyileştirebileceğine inandığı erkeği seviyor. Bunun için inatla, ısrarla, hırsla çabalamaya devam ediyor.

Gecenin  bir saatinde bana ait olmayan bu odada kıvranıyor bu kadın. Kendini kendine kırdırmanın zulmünü yaşıyor... Midem kalkıyor. Acı bir sıvı doluyor ağzıma. Üstüm başım, ellerim, pişmanlıkla ağdalaşmış sarı siyah kusmukla doluyor. Ne kadarını temizleyebileceğim? Hiç geçmeyecek sanki; kirletilmiş ve eskimiş bir bez parçası gibi kuytu köşelere atılmış hissini yüreğimde taşıyacağım ömür boyu. Ve nasıl düştün İnci bu hale, neden kıydın kendine, diye sorup duracağım, tek kişilik odaların duvarlarına. Şimdi bu izbe odada kendimi infaz ediyorum. Sıkıyorum ellerimi, tırnaklarım etime giriyor, kanatıyorum. Durmuyor kan. Yatağa akıyor.

 

                                               ***

3-Uyanış

 Sabahın ilk saatleri. Gözümü kırpmadan, yutkunmadan, handiyse nefes bile almadan bütün gece karanlığa baktım. Yorgunum. Sabahın, doğayı uyandıran enerjisinden bende eser yok. Sabah olsa ne olur? Elinde hiçbir şeyi olmayan bir kadın ne yapacak sabah olsa? Kapatıyorum gözlerimi, karanlığa sığınmak istiyorum. Odanın dışından hafif müzik sesi ve kaşığın bardakla çınlaması geliyor kulağıma. Hayatın benim dışımda sürdüğünü görmek içimi daha da burkuyor. Keşke herkes benim gibi olsa şimdi. Üzgün, yılgın, çaresiz, işsiz, yalnız, kırgın, pişman…, böyle olmadığını bilmek beni daha da kahrediyor.

Berrin geçmiş ofise. Yani, ofis olarak kullandığı geniş salona. Odanın kapısını aralayıp kafamı hafif eğince ofis görünüyor, onu izliyorum biraz. Gece boyu çılgınca sevişti sevgilisiyle. Vücudunda kanlı canlı görünüyor yaşam sevinci, keyif kalıntılarını yakalıyorum mimiklerinde. Çağırıyor yanına. Gecesi hakkında birkaç laf ediyor. Normal bulurdum bu konuşmalarımızı. Hayata dalmaya çekinen bir akvaryum balığı gibi ürkeğim, diken gibi batıyor göğsüme.

“İnci, ellerine ne oldu böyle?” diye soruyor tüm gece kanayan ellerime bakarak. “Anlatmak istemiyorum. Boş ver,” diyorum.

“Çizsene, eskiden olduğu gibi. Hep çizerdin, ben hayrandım sana o zamanlar…” Üstü boşaltılmış küçük masayı gösteriyor. Oturtuyor beni apar topar. Kâğıtları kalemleri yığıyor önüme. Alıyorum kalemi elime. Bir anda başlıyorum karalamaya. Suyla dolu bir bardağın taşması gibi hızla. Kâğıt doluyor. Sonra yeni bir boş kâğıt daha sonra bir tane daha. Felsefi bir hiçlik savunucusuymuşçasına, dizeleri dağılmış bir şaircesine. Kocası tarafından ihanete uğradığını ölüm döşeğinde öğrenen mutluyken o an mutsuz ölen annemi. Ve çaresiz kalan kızını. Âşık olduğu kocası tarafından tecavüze uğramış, onu nelerin beklediğini bilmeyen kaygılı, genç kadını. Çiziyorum. Beni çiziyorum. Saatlerce. Ofise birileri giriyor, çıkıyor. Telefonlar çalıyor. Konuşmalar, kadın sesleri, erkek sesleri. Bense çiziyorum durmadan. Dünyanın son günüymüş ve nefretimi kâğıtlara boşaltabilecekmişim gibi. Kalemi bıraktığımda yine aynı düş kırıklıklarıyla, gerçeklerin var olma sebebini kabullenmeyi ve bana kalanlarla yetinmeyi istiyorum. Ama yetmiyor. Sonra yeniden doluşuyor beynime ateş gibi bir katran.  Körfeze vuran günbatımı odaya vururken, akşam olduğunu fark ediyorum.

Körfezdeki puslu yakamoza bakarak balkonda oturuyoruz Berrin ile. “Çizmek iyi geldi biraz,” diyorum. Ama biliyorum bunun geçici bir rahatlama olduğunu. Susuyorum, bu kısacık rahatlama anımın yerini yine huzursuzluğa bırakacağım telaşı ile. Gece boyu konuşmalarımızla dolduruyoruz körfezin üstündeki sisi. Okul anılarımızı, gençlik sevdalarımızı, şarkıların körpe kalbimize yaptıklarını, hayallerimizi, ideallerimizi... İnci’yi hatırlatmaya çalışıyorum kendime. Ben kimdim? Ne istiyordum? Sonra birden, içimde bir yara var ve o kanıyor gibi içim burkuluyor. İçimde açılmış yaranın oluk oluk kanayıp ağzıma dolduğunu hissediyorum. Aklıma o geceler bana yaptıkları geliyor. Kuş gibi çırpınıyorum; içime bir serçe girmiş de kafesten çıkmak ister gibi. Tükürüklerimi atsam ağrım geçer mi? Tuvalete koşuyorum. Ruhumun ağrısı bedenime böyle sirayet ediyor. Kusuyorum yine, içimdeki acıyı çıkarmak istiyorum. Birbirinden ayırmak imkânsız. Ruhum hastalanınca hücrelerime, hücrelerim vücuduma, vücudum anneme ulaşıyor ve annem aklıma düşüyor. “Annem aynı böyleydi...”, “Nasıldı Nefise teyze?”

“Körfezdi o. Körfezin güzelliğini saklayan bu sis annemin gözlerinde dururdu. Buğulu bakardı hep. Sisli bir hüzün olurdu gözlerinde. Gerçek duyguları sisin arkasında saklanırdı. Sisin körfezi sakladığı gibi. Şimdi daha iyi anlıyorum. Yaşadıklarımız değil yaşayamadıklarımız gözlerimize sis gibi oturuyor. Sessizce çığlık atarak saklıyoruz kendimizi… Keşke yanımda annem olsaydı.”

“Ne derdi sana?”

“Bilmem. Anlatamazdım ki. Söyleyemezdim; utanırdım ondan... Kızının bu hale düştüğünü görseydi kahrolurdu. ‘Sen benim gibi olma,’ demişti bir gün. Ne yazık ki oldum işte! Bunu hayâl etmemiştim ki; başarılı olacaktım, çok sevilecektim, sevecektim. Basit olmalıydı her şey…  Çaresiz kalmış annem, gidecek yeri olmadığı için terk edememiş babamı. Aynı kaderi yaşıyoruz, genlerimiz böyle kodlanmış bizim Berrin!”

                                               ***

4-Başlayış

Ertesi sabah diğer günlerden farklı bir kaygı ile uyanıyorum. Koşuyorum banyoya. İçimdeki tüm pislikleri çıkarmaya yelteniyorum. Çıkmıyor. Külçe gibi oturuyor içimde. Ofis kenarlarında bir fare gibi yaşıyorum. Kimsem yok, işim yok, evim yok. Ben ne yapacağım şimdi? Beni çaresiz görmemeli kimse. Özellikle o! Fakat bir yandan da kendimi özgür ve iyi hissetmem tuhaf. Bu ikircikli duygular beni en çok yoran şey. Özgür olma hissi insanı telaşa sürüklüyor ve ardından kaygı başlıyor. Doğa kanunu kadar gerçek, yalın ve tertemiz bir kaygı. Bunun farkına vardığım anda daha çok zinde hissetmeye başlıyorum.

Berrin'in bitmeyen ısrarı üzerine bugün dışarı çıkıyorum. Bostanlı’nın kafeli sokaklarında yürüyorum. Her şey faklı görünüyor. Günler sonra yeni bir dünyaya bırakılmış gibi bir yabancılık duyuyorum hayata. Karşıdan karşıya geçiyorum. Bunu seçebilme özgürlüğü hafiften gülümsetiyor beni. Ne çok tutsak etmişim kendimi. Evet kendim. Bunu yapan benim. Bir martı uçuyor tepemde, bir uzaklaşıyor bir yaklaşıyor. Kendince bir yol çiziyor. Martının kendi kanatlarıyla sahip olduğu şey onun, yalnızca ona ait.  Bir kedi gibi kıvrılıyorum kaldırımın bir köşesine. Bir dilenci gibi. Gözünü kaçırıyor herkes, bana öyle geliyor. Önüme çıkan ilk eczaneye giriyorum. Gebelik testi alıyorum. Yine Berrin'in ısrarı ile. Gerçeklerden kaçamayacağımı hissettiğim gibi... Vitrinin camındaki yansımama gözüm takılıyor.

O an çok ilginç bir şey oluyor.  Üzerimdeki elbise kendi başına yürüyor! Elbisemi görüyorum fakat içi boş, gövdem koca bir delik. Sokak ortasında bakakalıyorum. Hayalet olmuşum! Varım ama yoğum, buradayım ama görünmüyorum. Telaşla bir tekel büfesinin önüne geliyorum. Büfeci telefonda konuşuyor, bana bakmıyor. “Kısa Camel alabilir miyim?” diyorum. Parayı bir hamlede alıp, sigara paketini koyuyor. Telefonda konuşmaya devam ediyor. Sesim duyuluyor demek. Bedenimle değil de sadece sesimle buradayım hissine kapılıyorum. Sustuğumda varlığım yok! O zaman hiç susmamalıyım… Büfeden ayrılırken her şey daha da tuhaf geliyor bana. Lokma pişiren bir kadın köşeye açmış tezgâhını. Yanık şeker kokusu doluyor genzime. İzmir’de olağan bir durumdur, ölenin arkasından lokma dağıtmak. Kim bilir kim öldü... Artık huzurludur belki. Ölmek huzurlu geliyor bana. Lokma dağıtan kadını izliyorum biraz. “Kolay gelsin,” diyorum. Bir tüy boynunu gıdıklamış gibi kafasını hafifçe oynatıyor. Havaya bakıyor, bana değil. Çubuğa batırıp bir lokma vermesini bekliyorum. Kadın tezgâhını temizlemeye devam ediyor. “Başınız sağ olsun,” diyorum. Yanıt vermiyor, uzatıyor lokmayı. Hâlâ bakmıyor bana. Kadına değmeden geçmek için yola iniyorum. Camdaki yansımama bakıyorum. İçi boş ama elbisem burada neyse ki… İnsanlar geçiyor, telaşlı, telaşsız, dalgın, tedirgin ve daha pek çoğu, fakat beni kimse görmüyor. Sakin ol diyorum kendime. Yavaş yürüyorum. Elbisemin bana yetişmesini bekliyorum. Vücudum kaskatı. Tenim ne kadar soğuksa elbisemin rüzgârla hareketi o kadar ılık, yumuşak. Ben vücudumu göremezken elbisem ahenkle rüzgâra eşlik ediyor. Adeta bana başkaldırıyor elbise. Kaldırıma masalarını dizmiş bir kafe çıkıyor önüme. Oturuyorum. Önümdeki küçük masaya sigaramı koyuyorum. Yine görünmedim. “Bakar mısınız?”

“Yalnız, self servis,” diyor sakallı genç adam. İçeri girip, “Bir Türk kahvesi bir de ateş,” diyorum. Sakallı, arkasındaki diğer gence sesleniyor: “Sende ateş var mı?” Gözleri aşağı bakarak çakmağı uzatıyor. Alıyorum. “İsminiz?”, “İnci”, “Soy isminiz?”, “Kalyon. İnci Kalyon.”

Sipariş formunun üzerine yazıyor adımı. “Sesleneceğiz size,” diyor hiç yüzüme bakmadan. Kızlık soyadımı söyledim! Sana ait hiçbir şey duymak istemiyorum, soyadını bile. Uzun zaman oldu söylemeyeli. İnci’ye, gerçek İnci’ye, genç, hayat dolu, idealleri olan, güçlü ne yapacağını bilen, kararlı İnci’ye seslendim; onu çağırdım. Adımı seslenince içimde bir şey kıpırdandı. Demek ölmemiş! Unutulmuş, üzgün, kızgın, hayâl kırıklığına uğramış olsa da hâlâ yaşıyor. Birisi ölecekse o değil, o yaşamalı!

“Ne dediniz anlamadım?”, “Az şekerli olsun.” diye değiştiriveriyorum söylediğimi. 

Aklım bir karış havada, kafamdaki kocaman boşluk hâlâ duruyor. Gece olana dek geziniyorum sokaklarda, saatlerce. Sahile iniyorum, Karşıyaka'ya yürüyorum oradan. Sessiz sokaklarda, İzmir'in tüysüz kedileriyle beraber. Onlar beni görüyor…

 Üstüme çullanan akşamın ağırlığıyla varıyorum ofise. Ağır, yoğun bir yorgunluk var üzerimde. Tüm gün kapalı kalmış nemli odaya giriyorum. Bir yabancı geliyor oda bana. Sanki günlerdir beni misafir eden o değildi. Bir not var yerde, kapıdan içeri iteklenmiş, hafif hırpalanmış bir kâğıt parçası.

-Erkan senin burada olduğunu anlamış. Ben ısrarla yok demiştim telefonda. Belki de ısrarım ters tepti. Geldi bugün. Çok sinirli. Neyse ki sen gitmiştin. Nerede olduğunu söylemedim. Bayağı bekledi. Yarın gelip seni eve götürecekmiş, ‘affedecekmiş’ seni, bu saçmalığa bir son verecekmiş. Lafa bak! Yüzüne tükürmemek için zor tuttum kendimi. Sen yapacaksın, değil mi?-

Saçımın ucundan ayak parmaklarıma yürüyen, gözlerimi karartan, bana ait olmayan ama zorla sahip olmak için beynime girmeye hazır bir korku var kâğıtta yazılanlarda. Defalarca okuyorum. İçimi burkan bir çeşit varlık, tutkun bir sakınımla dimağımda günlerdir saklıydı. Ben her okuduğumda harekete geçmek için güç aldı adeta. Kâğıdı fırlatıyorum. Karanlığın içinde kayboluyor. Banyoya giriyorum. Gebelik testi. Çubuğun üstünde iki çizgi. Sokaktan usulca geçen arabada çalan şarkı umarsızca dolduruyor odayı. Pencereyi açıp söylemeye başlıyorum birden. Pek bilmediğim bir şarkı. Nasıl aklımda kalmış şarkının sözleri, şaşırıyorum. ‘Bir gül biter içimde. Tam bildiğin biçimde. Gecenin tam üçünde…’Bu benim şarkım olsun. Kendimle benim aramda, genç İnci ile bu İnci arasında. Ay var odada. Işığı açmıyorum. Gün boyu var olduğumu bana gösteren, ılımış elbisemi çıkarıyorum. Çırılçıplağım. Karnıma sürüyorum elimi. İnci Kalyon buradasın işte, sonunda görüyorum seni. Geçen akşam sıkarak kanattığım ellerimin yarası kaşınıyor. Bandı çıkarıp kaşıyorum usulca. Haz verici ve beni uyanık tutan bir coşku içimi kaplıyor. Şimdi her şey başka! Bugüne dek beni kalbimin derinlerinden tutan şey, ansızın kollarından bırakıverdi. Boşalıverdim. 'Dünyanın tüm acımasızlığına, başkalarının yargıcı bakışlarına karşı hayaletim ben. Elbiseli bir hayalet. Bir ‘onlar’ görmüyor beni… Ben, yalnızca üzerimdeki elbise ile görünen bir kadın, bir eş değilim!’ diye bağırıyorum. Dolunayın sarı beyaz ışığı altında kendime bakarken farkına iyice varıyorum. Beni ben yapan ve bana gösteren bir şey var, tek bir şey; sadece kendime, varlığıma inancım. Ondan vazgeçmeyeceğim.