İNAN Kİ
Bir banka oturup beklemeye başlıyorum. Onu görmeye hazır değilim
hâlâ. Bodrum’un sabah rüzgârı içime işliyor. Yolculuk boyunca titremiş ve
titremekten yorulmuş dudaklarım, şimdi de yüzüme esen rüzgârın aklıma
getirdikleriyle yayılıyor.
Nejat! Niye erken gönderdin beni buraya? Hem de bu yere! Bir
daha gelmek istemediğim, yaşadıklarım yüzünden küstüğüm bu kente… Niye o
karşılıyor beni? Beraber gelseydik olmaz mıydı?
Otogarın kendine özgü kalabalığın ortasında heyecanımı bastırmak
için çabalıyorum. Küçük bir çantayla geldim, hepi topu iki gün. Tıpkı yıllar
önce geldiğim gibi. O zaman da beklemiştim onu. Ve hiç gelmedi. Değişmemiş
buranın hali. Aynı coşku, aynı enerji. Ben değişmiş olsam da bazı
şeyler aynı. Evet. Değiştim ben. Ne kadar zor olsa da. Tam on iki yıl sürse de.
Alper. Bu o. Gelmiş. Yüzüne çekingen bir gülümseme yerleştirmiş
ağır ağır yaklaşıyor. Onu gergin beklediğimi belli etmemeye çalışıyorum. Buralar
benden sorulur diyen yukarıdan bakışları sönmüş. Bedenimde hissetmeye
başladığım sıcaklık sırtıma oradan da göğsüme geliyor. Heyecanım telaşa
dönüşüyor. Her adımıyla, kalbimin atışları onun ayaklarında eziliyor. Şuraya
yığılıp kalmamak için sırtımı dimdik tutuyorum. Ne olursa olsun kuyruğunu dik
tut, misali. Avuçlarımın içine bir kor almışım gibi ellerim alev alev.
Yanaklarımsa; eminim birer Antalya domatesi. Saklamak için kafamı
indiriyorum.
Belki görmez ve gider.
Gözlerimi kaldırıyorum; tepkisiz, kıpırdamadan beni
seyrediyor. Gülüyor. Çantayı alıyor. Ayağa kalkıyorum.
“Hoş geldin. Arabayı arka sokağa park ettim, bu
taraftan.”
Sanki her gün beni karşılıyor. Herhangi birisini almaya
gelmiş gibi bir aldırmazlık. Sağa sola bakıyor, etrafa selamlar çakıyor.
Kendi kendime kuruntu mu yapıyorum ben!
Yürüyoruz. Yan yanayız. Çok tuhaf bir panik içindeyim. Yolculuk
boyunca otobüste kendimi boşuna hazırladığımı kalbim bana hissettiriyor.
Bak çok iyim. Öyle iyiyim ki, seni görmek beni etkilemiyor.
Diyebilecek miyim acaba?
Tedirgin olduğumu belli
etmek istemedikçe daha çekingen göründüğümün farkındayım. Elini sırtıma
koyuyor. Onca zaman geçmemiş gibi. Sıcaklığı beni alıp götürmeye yeter.
Otogarın kimseyi umursamayan hengâmesi silikleşiyor. Bel oyuğumu kavrayıp
sımsıkı tutuyor. Bastırıyor. Hızlanıyorum. Neredeyse koşacağım.
Nerede şu araba!
“Ben gelirdim otele. Hiç gerek yoktu.”
Yanıt vermiyor. Kızgınlığımı göstermek en son istediğim şey. Niye
geldim ben buraya? Bir açıklama yapmadan terk edip başka bir ülkeye giden o. Ne
bir haber ne de bir mektup göndermeden geçen yıllardan sonra birden çıkıp
hayatıma girebileceğini mi sanıyor? Alper’e yakışır bir davranış! Beni görmeyi
hak etmiyor! Niçin gittiğini bile bilmiyorum. Bir açıklamayı bana hor gördün
sen! Hayata küskün geçirdiğim zamanların, kendimi eve tutsak edişlerimin sebebi
sensin! Ve daha pek çok şeyin sebebisin. Şimdi hiçbir şey olmamış gibi elini
sırtıma koyup sıvazlaması beni delirtiyor.
Nejat olmasaydı, bir şövalye gibi beni kurtarmasaydı…
Beni duymuş gibi elini hızla belimden çekiyor. Arabaya biniyoruz.
Önüme serili manzarayı izlemeye koyuluyorum. Konuşacak bir şey bulamıyorum. Ne
söylesem içimi söndürmez. Tüm vücudum bas bas bağırıyor oysa. Yirmilerinde dondurulmuş da adeta dün çözülmüş gibi. Ben de saçımda
başlayan beyazları, göz kenarlarımdaki kaz ayaklarını, ellerimdeki damarları,
kurumuş üreme organımı sevmeye çalışıyorum. Bu haksızlığa karşı gelemeyeceğim. Kadın
olmanın bir sonucu ne yazık ki. Yılların bana dokunuşlarını inkâr edecek
değilim. Yaşlanmak yaşadığımın ispatı. Şu anda aklımdan geçenin sadece
bunlar olması garip değil.
Tatili Alper'in otelinde yapma teklifi çok tuhaf bir fikirdi. Niye
kabul ettim seni Nejat?
Soracak onlarca soru kafamda gezinirken susuyorum. Hep sustuğum
gibi yine susuyorum. Sakin kalmak öyle zor ki! O konuşur diye beklemek de
caba! Koşarak uzaklaşmak istiyorum. Valizimi bile almadan.
“Sıcak mı? Klimayı çalıştırmamı ister misin?”
“Ben iyiyim böyle.”
Çok mu belli ediyorum? O niye bu kadar rahat? Deli olmamak elde
değil. O zaman da böyleydi.
Ah Nejat! Ne yapmaya çalışıyorsun sen? Niye bir gün önce gönderdin
beni? Yaşadıklarımı bilmiyormuş gibi. Belki de bildiğin için...
Arabaya biniyoruz. Yol sakin. Trafik sakin. Yayalar sakin. Hava
sakin. O sakin. Ama benim aklımın en derinlerine gömdüğüm pervasız duygularım
canlı. Kafam karışmamalı. Kendime saygım var benim. Sen gittiğinde ben ne
durumdaydım haberin bile yok. Şimdi bir şey olmamış gibi... Sen
sustukça. Ne düşündüğünü deli gibi merak ediyorum. Kızıyorum kendime. Umurumda
olmamalı.
Ağaçlar. Anımsıyorum sizi. Yolun sağında ve solunda görkemle
durmaya devam ediyorsunuz. Gün batımının eğik ışığı ağaçların arasından
gözlerime geliyor. Gözlerimi kısıyorum. O an, gözlerimi kapatınca, sadece
kendimle baş başa kaldığımı düşününce, bir cesaret geliyor:
“Bizi oteline davet etmene açıkçası çok şaşırdım. Neredeydin onca
zaman?”
“Geldim işte buradayım. Seni görmek istedim. Beraberliğinizi…”
“Nejat yarın sabah gelecek. O çok ısrar etti? Ben hiç…”
“Yoksa gelmeyecek miydin... O nasıl?”
Hasta yatağındaki bir adamı sorarcasına örtük bir saygı, ölmek
üzere olan hatta ölmüş değişik bir duygu sezinliyorum sesinde. Küçümseyen bir hali
var, bir yandan da kıskanan.
“Siz iyi arkadaştınız o zamanlar. Hâlâ da öylesiniz anlaşılan.
Nejat tatil için senin oteli seçtiğine göre… Geldiğinde bizzat ona sorarsın.”
Ege’nin muhteşem girintisi, önümde usulca kıvrılıyor. Koya
yaklaşıyoruz neyse ki. Sıkışıp kaldım. Bu sessizliğin içinde.
Bir an önce bitse şu yol! Bir şey, tek bir laf söyle
be adam! Çığlık at ya da ağla…
Kolçaktan sigara çıkarıp ağzına koyuyor. Bana da uzatıyor. Önce
kendininkini sonra benimkini yakıyor. Oturaklı, derin bir nefes çekiyorum.
İçmeyeli oldu bayağı. Dumanı ağzından bırakırken;
“Sigarayı bırakmayacak kadar genciz, ha ne dersin!” diyor.
“Yaşlılık insanın ruhunda başlar. Vücuda bulaşır.”
“Bulaşmak. Güzel benzetme. Bazen de ruh genç kalıyor, vücut
yaşlanıyor. Sende ikisi de genç. Hâlâ çok güzelsin. Bense pişmanlıklarımı
anlayacak kadar yaşlı bir ruha sahibim.”
Öylesine sıradan ve bayağı. Güzelsin! Güzellik kavramına haksızlık
etmemeli, onu yerli yersiz kullanmamalı… O kelimenin değerini bilmeyen
insanlar.
Sigara dumanı hunharca arabaya dolarken dikkatim manzaradan
içeriye giriyor. Vites koluna bağlanmış kurdelenin ucunda, minik çerçeveli bir
fotoğraf duruyor.
“Kaç yaşında?”
“İlkokula başlayacak. Bu kız ikimizin olmalıydı... Özür dilerim. ”
Sustu. Bu kadar mı? On iki yıl önce sana geldiğimde karnımda
seni taşıdığımı söyleyemedim. Sen bir korkak gibi kaçtın. Bir daha anne olamamakla cezalandırılmayı hak
etmedim! Onca yıl sonra bu muydu söyleyeceğin! Özür dilerim mi?
Ellerini birkaç kez direksiyona vurup radyoyu açıyor. Erkin Koray
çalıyor.
“Nasıl yani! Bu şarkı!”
İnanmak güç ama yaşıyorum işte.
“Fakültedeki konserde seçmiştik. Bizim olmuştu…” diye tamamlıyor
Alper.
“Hatırlıyorum. Unutmuştum.”
Bu bir karma. Bu anın gerçek olduğunu dönüp dolaşıp önüme
düşmesini ve özellikle bugün, bu arabada, yanımda o varken olmasını başka ne
ile açıklayabilirim kendime. Pencereyi açıyorum. Ağaçlar da olmasa ve rüzgârla
konuşmaları, zaman geçmiyor. Ben bitsin istedikçe zaman ilerlemiyor.
Yol bitmek bilmedi bir türlü!
Sadece havadan sudan
konuşmak ne kadar zormuş meğer. Dünü anlatacak olsam, iş yerinde yaşadıklarımı
günün koşuşturmasını. Kimin umurunda bir gün öncesi. On iki yıl öncesinde
bıraktıktan sonra bazı şeyleri. Ağaçlar bitiyor, masmavi deniz seriliyor önüme.
“Hafta sonuna kadar ayırttım yerinizi. Uzatmak istersen…”
deyip bana bakıyor.
Gitme kal. Hataydı benimki. Her şeye yeniden
başlayalım! Deyiverirse... Bunu duymayı bencilce ve doyumsuzca istiyorum.
Bana yaptığının aynısını sana yapmak için tek bir fırsat. Bir an bile tereddüt
etmeden yaparım. Pencereden dışarı uzattığım elime vuran rüzgâr, yüzüme
çarpıyor.
Tek bir kalbim var benim…
“İyi misin? Yavaş gitmemi ister misin?”
“Geçer birazdan... İşleri yetiştireceğim diye son günlerde çok
çalıştım, yorgunum. Ondan herhalde.”
Telefonu çalıyor. Ekrana bakıyor sonra bana.
“Çekinme aç.”
Parmaklarının hareketi, kirpiklerinin ahenkle salınışını
seyrediyorum. Bir zamanlar ne çok seviyordum onları.
“Evet, aldım Süreyya’yı… Otele doğru gidiyoruz.” diyor ve telefonu
kapatıyor.
“Nejat mıydı?”
“Evet.”
Yol, önümüzdeki her şeyi bonkörce vaat edercesine yağ gibi
kıvrılarak akıyor. Arkamda parçalanmış kalbimin, çürümüş rahmimin kırıntıları.
Onları eze eze ilerliyoruz.
“Akşam yemeğini baş başa yer miyiz, eski günlerin hatırına?”
“Uyuyacağım.”
Arabaya binerken hissettiğim karışık duyguların hepsi bir anda.
Alper'in ağzında, sözlerinde, ellerinde, vitese takılı fotoğraftaki çocukta ve
yıllarca bir daha dinleyemediğim o şarkıda ezilip yok oluyor.
***
Mor orkideli duvar kâğıdı olan koridordan, bambu sandalyeli
terastan ve sıralanmış, rengârenk kurulmuş yemek masalarının arasından
geçiyorum. Yabancı dilde konuşan mayolu insanlara gülümsüyorum.
“Alo. Geldim sevgilim, burası çok güzel! Beni neden önce
gönderdiğini biliyorum… Hayır söylemedim. Bilmesine gerek yok. Dışarı
çıkmak için seni odada bekleyeceğim.”
Telefonu kapatıp yaz kokan ılık yatağa atıyorum kendimi. Nejat'ın sinsi
ve cesur oyununu anlıyorum. Ona veremeyeceklerim için kalbime yerleşen,
bitimsiz, ömrümce sürecek derin hüzün biraz azalıyor. Sonra gülümsüyorum. Bunca
yıl şarkıyı neden dinlemediğime; öyle gülüyorum ki şimdi, kahkahalarım odada
çınlıyor. Onca zaman sonra ilk defa, bağıra çağıra şarkıyı söylemeye
başlıyorum:
“ İnannn kiii, senden başka, senden başka kimmmse yok
içimde!”