DÖLŞevket Dağ-
Sahilde Gün Batarken Tablosu
Coğrafya dersinde öğrendiğimiz ilk şey,
Akdeniz’de dağlar denize paralel Ege’de dik uzanır, idi hatırlarsınız. Şu an
bulunduğum yerde bunu bizzat görüyorum. Böyle pek çok koy, kasaba bilen vardır
eminim. Ben onlardan birinde, Sığacıktayım. Ilık bir rüzgâr esiyor. Dingin, telaşsız
bir hava.
Sırtı çarşıya, denizi sola verip yürürken
yol kenarında dizilmiş iki katlı binaların sonuncusunda bir pansiyonda
kalıyorum. Sahibesi Çağlar Hanım, Kanada’nın Amerika sınırında bir sanayi
kentinde yirmi sekiz yıl yaşadıktan sonra ailesinin yaşadığı bu yere gelmiş. İnsanlar
ailesinin gömülü olduğu toprakların üzerinde ölmek istiyor. Galiba kan
çekiyor. Buna inanıyorum. Oraların eksi yirmi derecelerdeki soğuğunda donmuş
kanını burada ancak ısıtır diye geçiyor aklımdan.
Kasaba pansiyonun az ilerisinde
bitiyor. Denizin ardından yükselen yaban bir dağ saklıyor kasabayı. Güneşin
batışını izlemek için pansiyonun önünde kaldırıma dizili küçük tahta masalardan
birine oturdum. Pansiyon çalışanlarından yanık tenli ve genç olanı, elinde
domates bıçağıyla evinin bahçesinden seslenir bir rahatlıkta, “İçecek bir şey
ister misiniz?” diye soruyor. Yanıma kadar gelmeye gerek görmüyor. Büyük
şehirlerde gösterilen göstermelik tavırlardan, büyük laflardan bıkmıştım,
bu rahatlık hoşuma gidiyor. Ne içsem diye düşünürken delikanlı, “Güneş
batışına soğuk bir beyaz şarap iyi gider. Bir şişe açmıştık. Bir kadeh
verebilirim size”, diyor.
“ İyi fikir” diyorum.
Dingin bir manzara duruyor önümde.
Kollarımı uzatsam sarılacak kadar yakınımda. İçine giriverecek gibiyim.
Doğanın sakinliğini ve o büyüleyici coşkusunu hissediyorum. Tatlı bir esinti
tenimi yalıyor, saçlarımla oynuyor. Benimle konuşuyor gibi geliyor bana. Belki
de olağan karşılanan bir durumdur burada, alacalı deniz ve karşıdaki dağla
saatlerce dertleşmek. Bir parçası olduğumu düşünmeden edemiyorum. İçindeki enerjiyi
damarlarımda akan kanı hissettiğim kadar iyi hissediyorum. “Çok güzelsin”
diyorum onunla konuşuyorum.
Önümde halı gibi serili denizin ardına
bakıyorum. Yamaçtaki ıssız eve gözüm dalıyor. Tepesindeki tekdüze rüzgâr
türbinleri olmasa yalnız, ürkek, adeta rengi alınmış tek başına bir ev.
Manzaraya, enteresan bir çekicilik, sebebini tanımlayamadığım bir hüzün vermiş
bu ev. Evin içinde yaşayan hayatları merak ediyorum o anda. Delikanlı, buğulu
kadehte şarapla masama geliyor. Soruyorum ona; “ O evde… Şu karşı evde. Birisi
yaşıyor mu?”
“Ben geldim geleli orada kimseyi görmedim.
Ama geceleri ışığı yanar evin. En iyisi siz onu Çağlar hanıma sorun,” diyor ve
imalı bir bakış atıyor.
Çağlar hanım bir müşterisini odaya
yerleştirip yanıma geliyor. İlginç yaşamı, hayata farklı bakışı, enerjisi,
pansiyona başka bir hava veriyor diye düşünüyorum o yanıma otururken. Yüzünde,
ilk bakışta anlamlandıramadığım ama zamanla düşüncelerime yerleşen harika bir
uyum var. Mona Lisa’nın yüzü gibi ikiye bölünmüş. Bir tarafı hüzünlü ve umarsız,
diğer tarafıysa Akdeniz enerjisinin ve ölçülü rehavetin neşesiyle gülümsüyor.
Onda bir şeyler anlatmak ister bir hava var. Tıpkı doğa gibi; doğallık ve
naiflik akıyor üstünden. Dudaklarının ucunda bekleyen kelimelerin
sabırsızlığını seziyorum.
“Karşıdaki evi sormuşsun. Madem
yazıyorsun sana bir hikâye anlatayım, yazarsın belki,” diyor. İşte diyorum
içimden, bu doğanın konuşması…
“Savaş zamanı kimsecikler vermedi bu
dağları. Geçit yok dediler.” Diyip durgunlaşıyor Çağlar Hanım. Susuyor.
Bekliyorum. Sonra, sesi daha derinden çıkmaya, galiba ondan sonra yüreğiyle
konuşmaya başlıyor;
“ Düşman gitti ama kirli postallarının kanlı
çamurunu evlerin içine, kadınların yüreklerine bırakıp gitti. Ben sana bir şey
diyeyim mi? Zafer kadınların fedakârlıklarıyla kazanıldı…”
Gözlerimle onayladım. Henüz daha konuya
girmediğinin farkındayım. Sanki anlatmak için cesaretini toplamaya çalışıyor,
akmıyor sözcükler, durağan. Kafasıyla o evi gösterdi, yüzü ciddileşti;
“Yaşlı bir adam tek başına yaşar
orada." dedi.
Ev gözümün önüne kadar geliverdi birden.
Çıplak, mezar kadar sessiz görünüyor. Birden sis bulutları kaplıyor üstünü.
Gerçekten de o an bir bulut dolaşıyor. “Yağmur geliyor.” diyorum. Ama büyüyü
bozmak niyetinde değilim, susuyorum.
"Gelmez. Ne zaman bu konuşulsa
bulutlar saklar evi. O zaman anlarız anlatıldığını...”
O anda, içime sığmayan merak duygusu tüm
vücudumu kapladı. Kahkahaları duyulan bir araba geçiyor yanımızdan. Bunu duyuyor
fakat umursamıyoruz ikimiz de. Bazı anlar vardır ki hiçbir şey o anki duygu
yoğunluğunu bozmaz. O anlardan birini yaşıyoruz. Çağlar hanım konuşmaya devam
ediyor:
“Savaş bitmiş. Sokaklarında acı
kolay kolay diner mi? Kasabalıda çaresizlik, bir başınalık, yokluk. Kadınlar
hem erkek hem anne, işçi, savaşçı da. Tencereler boş. Halk birebir vuruşmasa da
heyhat en dibine kadar yaşıyor savaşı. Öyle yaşıyor ki, içine işleyen korku ve
dehşeti sonrasında yıllarca atamıyor..."
“Siyahlara bürünen Anadolu gibi.”
“Evet. Ama ateş bu kıyılara bir başka
düşmüş. Düşman yatak odalara kadar girmiş…” diyor ve yutkunuyor.
Dünya kuruldu kurulalı tüm savaşların başı
ve sonu arasında olan her şey aynı. Gerçek hiç değişmiyor. Galip ve yenik
taraflar için bile savaşın sonunda insanlar aynı yarayı alıyor. Yıkım, acı,
keder, kayıp, bitimsizlik, yokluk. Deniz kokan güzel bir günde, elimde soğuk
beyaz şarabım, önümde doğa manzarası var ama ben kendimi savaşın acısına
sürüklemekte nedense zorlanmıyorum. Çağlar hanım devam ediyor:
“Savaş bitince Türk komutanlar düşmanın
denize döküldüğünü müjdelemek için köy köy kasaba kasaba gezmişler. Buraya da
gelmişler. Halk hâlâ savaşta olduğunu sanıyor düşmanın yok edildiğine bir türlü
inanamıyormuş. - Düşman gitti mi? Nasıl gitti? Hâlâ burada…- dermiş kadınlar.
Askerler ne diyeceklerini şaşırmışlar. Her yanı al bayraklarla donatmışlar. Ne
var ki gencecik kadınların kara yürekleri bir türlü aydınlanmazmış…”
“Sonra yollara dökülmeye başlamışlar.
Kendini öldürenler olmuş. Evet evet, savaştan çıkıp intihar eden elleri
kınalı kadınlar. - Onların yüzüne nasıl bakacağız…- diyip bağıra bağıra
atmış bir tanesi kendini denize. Oracıkta kaybolup gitmiş.”
"-Bu vatan bizim, bu topraklar, bu
dağ, deniz. Erin eve dönsün hele, biter her şey.- dermiş asker ama kadın
yüzüne bakamazmış. Karnına karnına vururmuş. Asker özgürsün dedikçe daha da çok
dövünürmüş…
“-Nedir sizi bu kadar üzen deyin
hele?- demiş bir asker. –Benim savaşım bitmedi. İçimde döl yaşıyor. Karnımdaki
ne olcek! Ne olcek onaaa? Ya bana? Erimin yüzüne nasıl bakacam?- ”
Yüreğime bir fırça darbesi gibi değiyor
kadının sözleri. O an tarihte onlarca yıl geriye gidip denizin siyahlığını
görüveriyorum. İçim ürperiyor. Şu anki zaman diliminde havadaki boşluğun varlığını
ayrımsıyorum. O sözler, genç kadınların elleri, yürekleri, o boşlukta asılı
kalmış. Karşı dağa vurup sesleri kulağıma doluyor. Karnımdaki döl ne olcek, ne olcek bana… Sanki kulağımdan hiç
gitmeyecek gibi yerleşiyor.
Çağlar hanım, benim sindirmemi
istermişçesine sessizleşiyor. O sırada içeriden sesleniyorlar. Bana bir işaret
yapıp gidiyor. Güneş dağın arkasına geçerken tatlı bir serinlik başlıyor. Deniz
ölü bir göl kadar kıpırtısız. Bu deniz, dağ, ağaçlar her şeye şahit. Onlar
gördü. Doğa güzel olanı gösteriyor. Çirkini, kötüyü nasıl da içinde yok ediyor.
Belki de şahit olduğu ve gizlediği kötülükleri kapatmak için bu kadar mükemmel
ve güçlü görünüyor. Ama eve bakınca insanlığın ne kadar acımasız, gaddar, vahşi
olduğunu görüyorum, dehşetle ürperiyorum. İnsanların neler yapabileceklerini
düşündükçe deli gibi korkuyorum ve bu ılık yaz akşamı birden üşüyorum. Diğer
yandan insanın düşmanı da dostu da insan diyorum. Bu ikircikli duygularıma ilaç
olan tek şey o hissettiğim doğanın gücü. Onun sayesinde içimden taşan nefret
hafifliyor ve katı duygularım duruluyor.
Çağlar hanım tekrar yanıma geliyor. Daha
sonra ne oldu, diye soramıyorum. Sonra olanın ne önemi var ki. İçime bir acı
düştü bir kere. Karşımda duran manzara, çığlığın içindeki sessiz ev, coşkusunu
yitirmiş kadın gibi duran deniz, sonrasında olanları anlatıyor bana. Güneş evin
arkasında battı. Yarın yine doğacak. Her şeyin bir sonu ve başka şeylerin
başlangıcı olduğunu ayrımsıyorum. Sokak lambaları yanıyor. O sırada pansiyonun
bahçesinden hafif bir müzik duymaya başlıyorum. Delikanlı bitmiş kadehimi
doldurmaya geliyor. Ben denize dalıp gitmişken eliyle evi gösteriyor;
“Bakın. Akşam oldu, ev ışıklarını yaktı.
Demiştim size. Hep yanar.”
Bu kez hüzünden çok bir sıcaklık ve
tekdüzelik hissettiriyor bana. Çağlar Hanım oturaklı, işini bilir ve sıcacık
hissettiğim samimi edasıyla,
'Mangalı yaktırayım artık. Acıktık değil
mi?' diye soruyor. 'Evet' diyorum. 'Acıktık...'
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder