14 Aralık 2019 Cumartesi

Fanus


FANUS
Yedi yaşımdayken ne çok hayal kurardım. Dünyayı gezmek istiyordum örneğin. Günlüğümde kimsenin ve hiç bir şeyin beni ve hayallerimi değiştirmesine izin vermemekle ilgili çocukça, masum yazılar vardı. Yıllar sonra hazine bulmuş gibiydim. Kolay gerçekleşecek hayaller değildi bunlar. Zaman, para, cesaret ve kararlılık gerektiriyordu.
Olanlardan sonra her şeyi bırakıp dayımın ‘bana bıraktığı’ Foça'daki evde günlüğümü okurken buldum kendimi. Böyle durumlarda verilecek tepkilerin en karmaşık olanı buydu herhalde. Saklanış veya kaçış; her ne denirse.
Bu zamana kadar anlamlandıramadığım, varlığını inkâr ettiğim sıkıntıdan birden kurtulma hissiyle hafiflemiş, hayata çocuk gözle bakmaya başlamış ve en sonunda yedi yaşımda hayal ettiğim şeyi yapmaya karar vermiştim. İşte asıl konu bu duruma nasıl geldiğimdi.
Tunç’la evliliğimizin beşinci yılında değiştirmişti aşk şeklini. Bazıları için iyi yönde olabilirdi ama benim için yaşama sebebimi sorgulamaya kadar giden bir değişimdi. Ona üstünkörü, özensiz cümleler kuruyor, o konuştuğunda dinlemeye tahammül edemiyordum. Tekerleğin içinde sorgusuzca dönen bir kobay faresi gibiydim. 
Tunç ile aynı evi paylaşan ev arkadaşıydık. Birbirini tanımayan ve sınırlarına girmemeye özen gösteren iki başka insan gibi. Uzaklaşıyorduk. Ve her geçen gün mesafe artıyordu. Bunu hissediyordum. Ve o andan itibaren  inkâr lar başladı. Yalan bir balonun içinde yaşıyorduk. 
Bir gece Tunç uyurken telefonu uzun uzun titredi. Kayıtta Serap Doruk yazıyordu. İşyerimden tanıdığım biriydi Serap. Gecenin bir vakti Tunç'u aramasına inanamadım  ve aradım. Restoranda telefon unutulmuştu. Neden Tunç aranmıştı? Kocası sanmışlardı.
Demek onlarca mesaj ve konuşma vardı. Tunç’un telefonunda görebilirdim. Ne arama vardı ne mesaj. İçi boş bir rahatlama hissetmeye zaten hazırdım, yattım. Bir şey dürttü kalktım. Tunç’un doğum gününde, kutlama yapmadığımız halde elinde pahalı bir saat hediye ile Serap’ın çıkagelmesi aklıma geliverdi. O an ne kadar saçma olduğunu anlamamıştım. Her şey tek tek aklıma geliyordu. Sevgililer gününde ailecek karşılaştığımızı anımsadım. Restoranda aynı masayı paylaşmıştık. Düşüncelerim berraklaşıyordu. Serap’ın hemen her gün beni arayıp, tuhaf sorular sorması. Bana karşı anlamlandıramadığım hareket ve tavırları ve benim ona hiç bir şekilde ısınamam...
Alev gibi bir kuşku düştü içime. Gözümü kırpmadan sabahı ettim. Tunç deliksiz uykunun sağlıklı gülüşüyle güne başladığında baykuş gibi başında tünüyordum. Ağzıma gelenleri hiçbir sıraya dizmeden arka arkaya sıralamaya kararlıydım. Ta ki sevgi dolu güzel bakışıyla, “günaydın karıcığım!” diyene kadar. Aklıma çamur gibi sıvanmış tüm pislikler o anda berrak suyla yıkandı. Tunç beni aldatmazdı. İnanamazdım. Kendimi ikna etmem çabuk oldu. Ona bahsetmeyecektim.
Günler geçiyordu. Susmak çözüm olmuyordu. Huzursuzdum. Kafamın içinde oturan şüpheci, gergin, mutsuz olmaya gebe kadın beni didikleyip duruyordu. Ama ben hiç bir şey yapmıyor söylemiyordum. Belki de altı boşalmak üzere olan saygının bekçisi olduğumu sanıyordum. Boşuna çabaladığımın da ayrımına varıyor beynimi uyuşturmaya çalışıyordum.
Böyle haftalar geçti. Yoğun iş temposu içinde duygularımda korkutucu bir uyuşma yaşıyordum. Derken hiç beklenmedik bir gelişme oldu. Erkan Doruk beni aradı. Üzgündü ama daha çok sinirli ve duygusuzlaşmış olduğunu sezinliyordum. Haftalar önce eşini, takip etmeye başlamış ve hayatında başkalarının olduğunu gözleriyle görmüştü. Biri de Tunç’tu. Yığınla delili vardı. Telefon konuşma kayıtları, mesajlar, e-postalar, fotoğraflar... Bunlar sayesinde  oğlunu velayetini almış ve boşanmıştı. 
Tunç’u son gördüğüm gece “Âşık oldum!” deyiverdi. Kırmızı ojeli ayaklarımın altında, otuz beş senedir sabit duran yer kaydı ve yere oturdum. Karanlık suyun içine girmiş dibe doğru iniyordum. Sevgim, ben ve bendeki Tunç başkalaşmıştı; yılgınlıkla beraber isyan, aynı anda hüzün hepsi birbirine karıştı. Kirletilmiş, kullanılmış, itilip kakılmış ve uçuruma tekmelenmiş gibiydim. En yakınımdan, sevdiğimden öyle bir darbe yemiştim ki dünyam tersine dönmüştü. Var olmamış olmayı diledim.
 Tunç’un Foça’daki evden haberi yoktu. Başkentin, robotsal sıradanlığı, göğün karalığı ve yerin ak karından sonra bir romanı çağrıştıran, adı manidar sokağın girişindeki bahçeli eve yerleştim. Huzur sokaktı burası. Adıyla manidar yerde acımı dindirmeye, içimi durultmaya sabrediyordum. Gelen mesajları dinleyip telefonu kapalı tutuyor, gündüzleri saatlerce yürüyor, keskin rüzgarda böğrümü denize verip çılgın bir sessizliğe dalıyordum. İçimde hareketli kalabalığı dinlemekti yaptığım.
Onca güzel şeyden geriye kalan minik tebessümlerim de yok olmaya başlamıştı. Beni kahrediyordu. Düşündükçe güvensizlik büyüyor, kocaman bir kara balonun içine nefes nefes üfleniyordum.
Kalbim cansız duygularım puslu. Öyle kızıyordum ki kendime; eski günleri düşündükçe hırslanıyor ve ürkütücü bir cesaretle güçleniyordum. Öfkemi kontrol edemiyordum. Beni yiyip bitiren şey neden bu duruma geldiğim, nerede hata yaptığımı düşünmekti. Televizyonu açıyordum. Gördüğüm filmi beraber izlediğimizi anımsıyordum. Sahilde yürüyor onunla yaptığımız tatilleri anımsıyor çılgın gibi ağlamaya başlıyordum. Daha hassas ve tahammülsüz biri olup çıkmıştım. Sıkıntımı içime atmayıp dışa vuruyordum. Hırçındım.
Tunç’un son yazısında Serap’tan gelen bir mesaj vardı. Mesajda, “Korkaksın. Bu aşk için oğlumu feda ettim, hayatım mahvoldu. Hiçbir şey olmamış gibi yapamazsın. Karına dönüp ben yokmuşum gibi davranamazsın. Bedelini ödeyeceksin!...” yazıyordu.
Serap’ın tavrında hiç bir şeyden korkmayan bir hâl vardı. Durum öyle bir hâl almıştı ki Tunç işbirliği yapmamı istiyordu. Eğer Serap vazgeçmediğimi görürse o zaman Tunç kendini daha güçlü hissedecek ve onun ihtiras kokan tacizlerine karşı kendinden emin bir şekilde durabilecekti. Tunç’un yanında olmamam Serap’ı güçlendiriyordu. Bir çıkmazın içine sürüklenmekteydim. Onu tanıyordum. Geçmişini kim daha çok beslemişse ona gideceğini biliyordum. Bencildi işte. Terazisine kendi istediklerini koyuyordu. Duygularım, hayâl kırıklıklarım önemli değildi onun için. Benden vazgeçmiyordu ya, o bana yetmeliydi. Gel gör ki, ben başka duygular içindeydim. Cam bir fanusun içindeki berrak suda değildim artık. Fanusun suyu kendi hıncımla kirlenmişti. 
Tuhaf bir şekilde acıdan haz almaya başlamıştım. Sanki ne kadar acı çekersem bu karmaşa o kadar daha iyi sona erebilirdi. Günlerce konuşmadım hiç. Tunç her gece bana günah çıkarıyordu. Sanki gizli mabetteki kilitli sandığı açmış, kurcalıyor gibiydim. Kilidi açan ben değil, suskunluğumdu ve Tunç her şeyi ortaya döküyordu. Sadakatsizlik, yalanlar ve hatalarla yüzleşirken aynı zamanda kendime haksızlık ettiğimi görüyor ve özgürleşiyordum.
Yıllarca aynı yatağı paylaştığım adamın başka kadınla beraber olup benden hiçbir şey olmamış gibi davranmamı istemesini kabulleneçek kadar sevmemiştim belki de. Ama yine de, onu buna iten şeyin aşk olduğuna gerçekten inanmış olmasını yürekten diliyordum.  
Diğer yandan, erkeğin tek eşli olmayı beceremeyen bir cins olduğunu o bildik kalıpların dışına çıkamadığını ve aynı anda iki kişiyi sevebileceğini görmek beni katılaştırmıştı. Aramızdaki diğer fark, o kendini aşk üçgeni içinde kalmış bir mağdur olarak çıkmazda görüyor bense ben ne istiyorum ve neyi daha çok seviyorum sorularına yanıt bulmak istiyordum.
Ta ki, Tunç'un kimi istediğinin veya beni ne kadar istediğinin hiç bir önemi kalmayana kadar bekledim. Sevgime ihanet etmeyecektim. Onun hatasını sırtlanmayacak kendi hatalarımı koluma takıp yoluma gidecektim. Benim ödeyeceğim bedel beş yıldır berrak suyla doldurduğum fanusu devirmek ve atlamaktı. En ağırı da buydu. Ama başa dönüyordum. Yedi yaşıma. Nereye gideceğime yolda karar verecektim. 


11 Mayıs 2019 Cumartesi

Sevmediğim Gün

 Sevmediğim gündür Anneler Günü  Anne oldum, yine değişmedi.  Anne olmakla ilgili değil ki. Annen olması ile ilgili bu gün. Annenin yanında olması ile ilgili. Ona sarılmak koklamak onunla sohbet etmekle. Ya da hiç değilse telefonda sesini duymakla ilgili. Bunların hiçbirini yapamadığıma göre neden seveyim bu günü... Fotoğraflarına sarılıp onları koklamak nasıl acıtıyor yüreğimi.  Düşünün annesiz bir çocuğun ağlamasını, hüznünü, mutsuzluğunu. Çekingenliği, ağır başlığı insanı nasıl duygulandırır. Aynada  kendime bakıp öyle üzülüyorum işte. Ah diyorum, neden ona her gün sımsıkı sarılmadım. Niye her şeyimi onunla paylaşmadım. Onu dinlemedim.  Neden sormadım ona her şeyi. Ondan daha çok öğrenmeye çalışmadım. Her anneler gününde nerede ne yapıyor olursam olayım her şeyi bırakıp ona koşmadım neden. Neden onunla daha çok tatil yapmadım. Onun gençliğini çocukluğunu saatlerce günlerce dinlemedim. Neden neden neden. Bundan sonra geri dönemem. Keşke dönebilsem. O zaman her anneler günü benim en büyük günüm olurdu. Ama şimdi sevmiyorum bugünü. Nedenlerle dolu bir günü kim sever ki...
Annesi var olan çocuklar, yaşınız kaç olursa olsun siz  hâlâ çocuksunuz, tadını çıkarın. Annenize sarılın şımarın ona. Konuşun dinleyin duyun. Olmadık o gün gelir ve yanınızdan göçüp giderse nedenlerle kocaman bir ömür kalır geriye. Annesiz anneler günü ile dolu bir ömür...

26 Nisan 2019 Cuma

MASUM



MASUM

Onu ilk kez bir çiçekçinin izbe arka bahçesinde gördüm. Tozlu tahtaların ve ağırlaşmış kirli çamurun içine batmış çıkamıyor ya da belki de çıkmıyordu.  Bir an göz göze geldik. Bilge bir insan gibi izliyordu beni. O anda büyülenmiştim. Beni öyle bir çekti ki sımsıkı sarılmak ve hiç bırakmamak istedim.
 “Gel” dedim. Kumral saçlarını savurarak yanıma koşuverdi. O balçık gibi çamurdan bir seferde çıkmıştı. Birbirine yapışmış tüylerinin arasından uzun beyaz dişlerini gördüm. Ürkütmedi aksine beni de gülümsetmişti. Sesim ve gözlerimle sevdim. Gülümsedi. 
Bir saksı gibi çiçekçi dükkânına bırakılmıştı.  Geldiğinden beri hiçbir şey yemedi dedi çiçekçi. Su bile içmemişti günlerce. Bu, büyük hayâl kırıklığına uğramış birinin davranışlarıydı. Hayata küsmesi ile yapayalnız kalması arasındaki acı dengeyi kurabilen, yaşamanın bir anlamı olmadığını düşünen birinin yılgınlığı vardı yüzünde. Çok zayıftı, bitap düşmüştü. Onu orada bırakırsam bir gün daha yaşamayacağını, adım adım ölüme yaklaştığını ve bunu bilerek yaptığını gözlerinde okumuştum. Belki yarına bile kalmazdı. 
Alıp eve getirdim. Önce evin her yerini dolaştı. Bir yandan da beni ve Aykut’u gözden kaçırmıyordu. Asil bir hanımefendi gibi kibarca berjer koltuğa oturdu. Artık onun koltuğuydu. Başını ve uzun tüylerini okşadım. Bir süre böyle kaldık. Sonra birden, sakin hali yerini hırçınlığa bıraktı. Saldırgandı. Sokak kızına dönüşmüştü birkaç saniyede. Ne olduğunu anlayamadan elime bir hamlede dişini geçiriverdi.
Musluğa koştum. Biraz ürkmüştüm fakat en az onun kadar inatçıydım. Bir daha yaklaştım. Sağlam elimle onu sevmeye başladım. Az önceki hırçın kız gitmiş, gülümseyen sevimli hâli geri gelmişti. Parmaklarımı boynuna doğru götürdüm yavaşça. Sakindi ama çok da tedirgin duruyordu. Sanki okşamamı istemiyor gibiydi. Bir yandan da hoşlandığını söyler bir hâli vardı. O an tek arzum bana güvenmesi oldu. Eğer bunu başarırsam ona her şeyin ve herkesin kötü olmadığını gösterebilecektim. Ölmekten vazgeçerdi belki. Başka hiçbir şey düşünmüyordum. Boynunu hafifçe okşamaya devam ettim. Başarıyordum. Başını dizlerime yasladı. Tedirginliği geçmişti, benim de öyle. 
Konuşuyorduk, sözlerle değil yüreklerimizle. Anlıyorduk birbirimizi. Hem ürkektik, hem de ümitli. Birbirimize baktıkça kader birliği yaptığımızı anlıyor kalbimizin iyilikle dolu kısmını güçlendirmeye çalışıyorduk. Tüylerinde elimi gezdirirken birden hafifleyip kanatlandım,  kalbim hızlı atıyordu. Birbirimize âşık olmuştuk. Dakikalarca kucağımda yattı; bir bebek gibi huzurluydu. 
Sevmeye devam ederken,  yumuşak tüylerin arasından kolaylıkla ayırt edebileceğim kadar sert bir şey elime değdi. İlk anda ne olduğunu anlayamadım. Gördüğüm karşısında ürpermiştim. Boynu paramparça, kaskatı ve şişti. Kan, pis bir çamur gibi tüm boynuna sıvanmıştı. Çok acı çekiyordu. Hırçınlığı acı çektiği için olmalıydı. Kocaman bedeni kucakladığım gibi doktora götürdüm. 
İnsanlar tarafından boynuna bağlanmış bir ip vardı boynunda. Naylondandı. O büyüdükçe derisini kesip içine girmişti. İçimden bir şeyler kopuyordu; iyimserlik, umut ve güzel olan her şey sanki yüreğimden bacaklarıma ve yere akıyordu. Onun masumiyeti karşısında utancımdan yerin dibine geçmiştim. İnsanlığın utancını bir elbise gibi biçmiştim üzerime.
İyileşmesi haftalar sürdü. Zaman ilerledikçe daha bir bağlandık birbirimize. Sakin mizacı, güler yüzü bir yana kibarlığı sadece beni değil herkesi büyülüyordu. Uzun, ince muntazam bacakları cılızdı ama hışımla koşabiliyordu. Saçlarını savuruşunu izlemek keyiflerin en güzeliydi. Sadakati ve zekâsı, insanı kendisine âşık etmek için kullandığı güçleriydi. Cefakârdı, olgunluğu bundan geliyordu. Güven duygusunu aramızda öyle bir inşa etmiştik ki dışarıdan gelen kötülüklere karşı durmamı dahası savaşabilmemi sağlamıştı.
Derken bir gün, kara bulutlar tepemize toplandı. Vücuduna giren zehir günbegün organlarını çürütüyor karaciğeri iflas ediyordu. Acısını içinde yaşayıp yüzüme gülümseyen güzel kızım... Ne ağrılar ne acılar çekmiş olmalıydı, ah!  Öyle güzeldi ki; sanki o güzel yüzü kadar organları da tertemiz gibi gelmişti bana. Yanılmıştım; o çok hastaydı. Kalbinin güzelliğinden başka bir şey değildi, yüzündeki gülümseme. Nasıl anlayamadım hasta olduğunu?
Bir kor düştü içime. Yıllar sonra bile sönmedi! Hiç kimsede bulamadığım sadakatli bir dostumu, yaşadıklarına rağmen iyiye, sevgiye tutkulu bir meleği kaybetmiştim. Öldüğü sırada yanında değildim. Bunu neden yaptığını şimdi daha iyi anlıyorum. Ölmeyi ertelemişti; sırf beni üzmemek için acı çekmeye devam etmiş yanından uzaklaşmamı beklemişti. Hiçbir insanda bulun(a)mayacak bir özveriydi onunki.  Şimdi  hâlâ onu düşündükçe yüreğimdeki kor gözlerime doğru akıyor. Akarken içimde ufacık kalmış masumiyet duygusu da tek tek kayboluyor.