8 Mayıs 2017 Pazartesi

MERAK


MERAK

İnsanın yaşı kaç olursa olsun bir uğraşısı olmalı. Bunun önemi yaş ilerledikçe anlaşılıyor. Ne ile uğraşacağız, diye sorabilirsiniz. Çocukluğunuza bakın. En severek oynadığınız oyun-oyuncak gelecekte sizin neye ilgi duyacağınızı gösterecektir. Örneğin erkek çocukları arabalarla oynamayı sever. Etrafınızda, kırkına gelse de çocukça bir heyecanla otomobillere merak duyan birini gördüğünüzde ki bu çok mümkün, şimdi okuyacağınız bu öyküyü anımsayın:

 Aykut’un en büyük merakı eski otomobillerdi. Çocukken oynadığı otomobillerin gerçeği ile uğraşmanın verdiği hazza hiçbir şeyi değişmezdi.  On dördüne geldiğinde babasının Ford’unu nasıl kullandığını her fırsatta anlatırdı bıkmadan. Hemen anlaşılan kabarık bir gurur görürdüm. O gurur otomobil tutkusunun yansımasıydı. Ralli yarışçısı olma isteği çocukça bir hayal olarak kalmaya mahkûm edilmişti tabi. Ama hayalinin peşinden gitmenin yolunu bulmuştu Aykut. Otomobil tamircileriyle ahbaplık ederdi. Anlayacağınız, keyfine çıraklık yapıyordu; hevesi serbest kaldıkça hayatın ciddiyeti ve sıkıcılığının üzerinden uçup gittiğine kaç kez bizzat şahit olmuştum.

Son model, pahalı otomobiller değildi ilgisini çeken. Geçmişin gözdelerine hayrandı. Bir köşede paslanmaya terk edilmiş, gösteriş ve endamını anlayana gösteren bir otomobili mücevher gibi görürdü. Aykut onların peşinden gitmeyi  bulup çıkarmayı severdi.

O gün, 82 model bir BMW görmek için Okmeydanı’nda bir mahalleye gittik. Sokağın başında otomobilin sahibi bizi karşıladı. Bunu ilk başta bir nezaket olarak düşünmüş ama mahallenin halini görünce düpedüz güvenlik için olduğunu anlamıştık. İlginç bir adamdı. Civardaki, savaştan henüz kurtulmuş gibi görünen dökük evlerin keşmekeşliğini üstüne çok güzel giymiş tıpkı onlar gibi görünüyordu. Bir gözü kördü.

Yıkık bir binanın otoparkına girdik. Ağır bir koku vardı. İzbe, duvarlarının köşeleri dökülmüş, ucu görünmeyen karanlık bir yerdeydik. İçeri girmeye çekiniyor, daha ürkek davranıyorduk. Ta ki Aykut, hurdadan hallice, onun tanımıyla kahramanı, görünce birden unuttu nerede olduğunu. Doğrusu ben de onu görünce rahatlamıştım. Çünkü çok güzeldi.

Sadettin Bey ilk aldığındaki güzelliğinden bahsetmeye başladı. Aykut severdi bu anıları. Uzun uzun dinledi. Konuştukça Sadettin Bey’in gerçekten de karanlık işlerle ilgilenen ama babacan birisi olduğunu ayrımsamaya başlıyor ve farkında olmadan gevşiyorduk. İşlerin peşine bu emektarı az sürmediğini anlatıyordu. Adam anlattıkça lastiklerindeki kurumuş çamur gibi üzerine yapışmış belayı görür gibi oluyorduk.

Bir zamanların en muhteşem otomobili horlanmış, dışlanmış, mahalle köşelerinde beyaz atlı prensini bekliyordu. Her otomobilin bir cinsiyeti vardı. Rengi de önemliydi tabi ama asıl, otomobil geçmişte ne yaşamış Aykut onu görürdü. Onun bir kadın olduğunu, istemediği bir hayatın içinde savrulup durduğu için hayata küstüğünü hayal etti. Ödeyeceği paradan çok daha masraflıydı. Sağ kapı kapanmıyor, silecekler çalışmıyor, döşemeleri parçalanmış, teybi kırılmış vb gibi yığınla sorunu, büyük bir bakıma ihtiyacı vardı. Ne var ki hiç biri Aykut’un umurunda değildi. Hemen oracıkta sahip oluverdi. Bir hayat kurtarmış kadar gururlu ve cesur bir savaşçıydı o an. Şoför koltuğuna ralli yarışçısı edasıyla oturdu. Anahtarı taktı ve marşa bastı.

Aykut’u izlemeye başladım. Bir çocuk gibi gülümsüyordu. Mahalleden uzaklaşırken otomobil teşekkür edercesine, şaşılacak derecede su gibi akıyordu. O an geride kalan ve gelecek ne varsa Aykut’un gözlerinde okudum. O gözlerde gördüğüm şey mutluluğun somut tutulur ve görünür haliydi. Yaşanan bu an ise mutluluğun teferruatından başka bir şey değildi.