15 Temmuz 2018 Pazar

İÇİMDEKİ GÜRÜLTÜ


Gerçeğin umut vermek diye bir görevi yok. Umudu insan kendi alır. Umutlanmak insanın doğasında varsa ne yapsın gerçek. Her doğan güneşle karanlığın yok olduğuna inanç, insanın içindeki karamsarlığın da yok oluşuna gebe. Umutlanmaya devam edelim her konuda her zaman.  
Gürültü. Dünyanın çığlık atan bir kadın olduğunu varsayalım. Bu kadının avucu kadar insan, yani bizler,  kitap, müzik ve sinemayla hayatta kalmaya yani nefes almaya çalışıyoruz. Avuçlarında bizi sıkıp boğmasını önlemek için bizim de çığlıklarımız bunlar; edebiyat, sanat, şiir, lirizm. Gürültünün içinde kaybolup gitmemek tüm derdimiz ya da bir şeye tutunmak ve başarabildiğimiz kadarıyla içinden sıyrılmak. 
Bazen çığlıkla kapanan duvarlara balyoz indirmek gerekir. Bazımız öyle masum ve çaresiz ki, vurduğu o balyoz da, kendine has bir narinlik ve nezaketle, yalnızca renkli ve hoş bir tını gibi ses vermekten ileri gidemiyor, duvara etki etmiyor. Biz, imgelemimdeki o zarif ve günahsız biz, ince, kurumuş, toz gibi parçalanıp ufalmak üzere bekleyen dallarız. Üzerimize örtülecek toprağın, esecek yaramaz ve hırçın rüzgarın etkisini misliyle hissedecek hassasiyetteki kırılgan dallarız.
Gürültü gittikçe artıyor. Dünya daha hızla dönüyor gibi. Ulaşmak istediği sona yaklaşmanın verdiği bir güç var sanki, üzerindeki bizleri etrafa savurarak, çıldırmışçasına bir hırs. Ve biz ne olduğumuzu nereye gittiğimizi anlayamadan, belki de daha hiç başlamamışken bitirmek zorunda kalıyoruz her şeyi. Sevgileri, hayatları, nefes almayı. Kalabalık arttıkça, gürültü yükseldikçe, sesimizi duyuramamanın bezginliğiyle sesimiz daha kısılıyor, küçülüyor ve silikleştiriyoruz kendimizi. 
Belki yanı başımızdaki bizi duyar da uzun uzun dinler ve anlar diye ümitlenmemek elimizde değil. Biz kendi iç kalabalığımızda öyle yoğun ve doluyuz ki kendimizi duyuramadığımız gibi onları da duymuyoruz.  Susuyoruz bu yüzden. Dinlemiyoruz. Sırf dünyada var olmanın tek sebebi buymuşçasına. Ayakta, oturarak, yatarak öylece duruyoruz. Hiç bir eylemde bulunmadan. Hatta sevmeden ve önemsemeden. Çaresizliğin daha başka bir boyutu olabilir mi? Başka? Biz çaresizliğin en dibinde yere yapışıp kalmış bir leke gibi kurumuş, koyulaşmış, sertleşmiş ve belirginleşmiş isimsiz ve tanımsız bir nesne gibiyiz. Birinin bizi görmesini ve silip çıkarmasını bekliyoruz belki de ya da böyle ölmeyi ve başka dünyalarda nasıl ve neyle yaşanır, ona ertelemeyi hayatı. Bu çaresizlik değil de ne ola ki?


5 Şubat 2018 Pazartesi

Kısa Öykü: Kıskançlık


KISKANÇLIK

Selim merdivenlerden hızla çıkarken eve bir an önce  girip tabletinde yarım kalan oyunu tamamlayacak vakti olduğunu düşünüyordu. Dairenin kapısına geldi. ‘Nerede bu?’ Anahtarı bulamadıkça sinirlendi. Gitar dersine bir saatten az, annesinin gelmesine ise saatler vardı. ‘Hayda...’ diye söylendi kendi kendine.

Gitarı alması gerekiyordu. Eve giremezse gitarı alamaz, derse gitse de çalıştığı besteyi çalamazdı ki eyvahlar olsundu. ‘Vedat verse gitarını, vermez ki o da. Hem cimri hem de korkak!’
Yere oturup düşünmeye başladı. Endişesi de artıyordu. O sırada  apartmanın müzmin görevlisi Elif elinde çöp poşetleri ile merdivenin başından ona bakıyordu. Selim kendini bildi bileli Elif yaşadıkları bu gösterişli apartmanın kapıcısıydı. Belki de o doğmadan önce de buradaydı o büyüyüp evi terk ettiğinde de burada olacaktı. Her apartmanın böyle bir demirbaşı olurdu muhakkak. Her bir uzvuyla, saçı, elleri, kollarıyla sanki apartman için yaratılmış bir tür yeni nesil robot olarak görüyordu Selim onu.  Genelde yanından sessizce geçip giderken kokusunu bazen de nefessiz ve yorgun ciğerlerinin hırıltılı sesini duyup kaba bir kadın olduğunu düşünürdü.

“Deniz evde. Orada bekleyebilirsin” diye söylerken Elif'in ağzından sözcükler kolayca dökülüyordu. Bu kadar basit olabileceğini düşünemiyordu Selim.

 “Nasıl yani? Kapıcı dairesinde mi bekleyeceğim? Gerek yok. Burada beklerim.”

“Bu soğukta hasta olursun. Hem, beraber ders çalışırsınız.”

 Onun sınıf arkadaşıydı Deniz.  O kadar ilgisizdi ki ona karşı. Görmüyordu onu. Her gün aynı sınıfın havasını teneffüs ettiklerini bile hiç önemsemedi. Bursla okula girmiş, şu sıska sessiz inek diye geçirdi aklından. Ne Deniz’in iftihar listesinde olması, ne küçüğün hasta olduğu için okula gidememesi, ne de evlerinin bir oda kadar olması umurundaydı Selim'in. Kapıcılık yapan bir aile ne yapar, ne yer hiç düşünmemişti.

Rutubetli, ıssız, tanımlayamadığı bir kokunun içeride kol gezdiği kapıcı evine bir kaç saat katlanabilecek miydi?
Evin dış kapısı hayatında gördüğü en küçük salona açılıyordu. Nispeten aydınlık tarafta bir tümsek üzerinde bir sedir duruyor, küçük çocuk kıvrılmış şekilde uyuyordu. Selim sedirin kenarına oturdu. Oturmak değildi de daha çok  kaymaya meyilli bir süpürge sapı gibiydi. Her an koşarak oradan çıkıp gidebilecek, eğreti bir oturuşla kendini güvene almaya gayret gösterdi. Oraya ait olmadığı gerçeği, buram buram odaya nüfus ediyordu.
“Gitar çalışını dinlemek isterim bir gün. Benim de sesim iyidir aslında.”

Deniz samimi davranıyordu.
Selim, banane demek isterken, onun yerine; “Okulda konser vereceğim. O zaman dinlersin” dedi.  Küçümser ve çekimser bir şekilde sadece tek göz odayı izlemeyi sürdürdü.

Elif sanki oğlunun uyandığını görmüş gibi aynı anda kapıdan içeri girdi. Soğuk havaya rağmen kan ter içindeydi. Onca katı yürüyerek inmek, başkaların çöplerini elleriyle toplamak kış ortasında dahi onu terletiyordu. Ufaklığın elini yüzünü okşadı. “Ateşi düşmüş çok şükür”
Kadının birden mimikleri değişmiş  sanki hayatı boyu orada yatan küçük çocuğun  ve diğer tüm çocukların annesine dönüşmüştü. Deniz, annesi gelince  daha bir şakımaya başladı. Okuldaki silik kız bu değildi. Bir yandan da yanan sobanın yanına örtü serip üzerine süpürge saplarıyla örülmüş kısa ayaklı tabureyi dikkatle koydu. Duvara dayalı siniyi taburenin üstüne yerleştirdi. Selim kaşık ve tabaklar konulunca yemek masasının hazırlandığını ancak anlayabildi. Elif başının yarısını örten yazmasını saçından çekti. Gür, kızıla çalan uzun kahverengi saçları vardı. Güzeldi. Selim'in şaşıracağı kadar güzeldi.
Kadın bir şey arar gibi göz ucuyla odayı tararken kendi kendine konuşuyordu. “Çok çalışıyor. Yine beli tutulacak. O zaman ne yaparım…” dediğini duyuyordu Selim.  Şimdi  de birine endişelenen duygusal bir kadın olmuştu.  Selim kadına baktıkça başka birisini görmeye başlamıştı. Gözlerinin derininde bir huzur  ve masumiyet  vardı. Hüzün olması gerekirken. Derken, Adem eli yüzü kireç içinde ve üzerindeki solgun iş tulumu ıslak bir şekilde içeri girdi. Tüm aile bir aradaydı. 

Hepsi sininin çevresine oturdu. Onlar normal davranıyorlardı, Selim tuhaftı. Ne var ki Selim de onları normal görmeye başlamıştı. Kenarı kararmış boş bir yemek tenceresi, iki somon ekmek ve sayıyla dağıtılmış sulu yemek tabaklarından başka bir şey yoktu sofrada.

“Okulda yemiştim. Aç değilim.” 

Deniz, okulda neler yaptığını sanki öğrencilerine ders anlatır gibi dikkatle anlatıyordu. Elif başta olmak üzere evdekilerin hiçbiri söylediklerinden pek bir şey anlamıyor yine de saygı ve dikkatle dinliyorlardı. Adem arada oğlu ile şakalaşıyordu. Adeta kırılıp yapıştırılmış değerli bir vazoyu hassasiyetle tutan eller kadar nazikti. Burhan’ın hastalığı meğer ciddiydi. Körpecik ciğerleri bebekliğinden beri hastaydı.

Her şeyi yutan bir sessizlik çöreklendi eve. Havada hüzün ve yılgınlık esintisi oldu. Bu hal öylesine yabancı duruyordu ki yerde duran renkli minderler bunu ispatlar gibi Selim’in gözünü alıyordu. Derme çatma bahçenin duvarına bakan tek pencereli, korunaksız, karanlık ve rutubetli bu evde mutluluk nasıl saklanabiliyordu. Selim birden ortalıkta dolaşan bu şeyi hissetti. Yokluk içinde sararmış yüzlerin neden gülümseyerek baktığının yanıtı birden aklına gelmişti. Hep, yan yana uyudukları için mi mutluydular? Selim neredeyse burası kadar bir odada tek başına uyuyordu. Küçük bir çocukken geceleri korkardı. Anne babasının yanına gitmek ister ama kovulurdu  yataktan. Geceleri ağlayarak uyuduğu günleri nasıl unutabilirdi. Koca eve üç  kişi sığamıyor, hiçbiri evde vakit geçirmek istemiyordu. Ailesiyle beraber bir öğle yemeği yese, tencereden de olsa; beraber sohbet etseler, okulda yaşadıklarını anlatsa hikâyelerle. Sevimli yaramazlıkları hatırlatsa annesi, neşelenseler. Okuldan eve geldiğinde sıcak bir gülümsemeyle karşılanmak, öğle yemeğini ailecek yemek. Ummadığı bir yerde, köhne bir kapıcı dairesinde, yaşayamadığı duyguların eksikliğini duyumsuyor olmaktan ötürü büyük,      hüzünlü           ve        garip bir şaşkınlık içindeydi. Bir tabak yemek, bir somon ekmek yetiyordu. Üstüne kahkaha, eğlence, keyif konulunca sevgi dolu bir yemeğe dönüyordu. Sevgiyi göstermek işte bu kadar kolaydı. Oysa annesini, babasını kız kardeşini çok seviyordu. Hepsi birbirini seviyordu. Biliyordu. 

Hayatında ilk defa sınıf arkadaşıyla beraber ders çalışıyordu. Hem de kapıcı dairesinde. Saatin nasıl geçtiğini anlamadı. Tüm öğleden sonrayı burada geçirdiğini annesi duyunca kızacaktı. Pek umursamıyordu. Başka türlü düşünüyordu ve annesinin bunu anlayacağını umuyordu. Küçük, minderli evi benimsemişti ve bu kendileri küçük yürekleri büyük aileyi.

                                                ***

Selim son günlerde olduğu gibi dinç ve mutlu bir sabaha uyandı. Anahtarını unuttuğu o günden sonra, hiçbir şey aynı olmamıştı. Ne Elif, ne ailesi ne de Deniz. O gün bir sır gibi herkesten sakladıkları müzik çalışmalarını tüm okula sergileyeceklerdi. Emeklerinin karşılığını alacakları zaman gelmişti. Gitarını kibarca eline aldı, çantasını sırtına taktı. Anahtarını alıp almaması artık önemli değildi. Deniz her zamankinden daha heyecanlı onu aşağıda bekliyordu. Her sabah buluşup birlikte gidiyorlardı okula. Okul yolunda yürürlerken Deniz şarkının sözlerini mırıldanıyor Selim de elinde gitarı tutuyormuşçasına notalarına basıyordu. Selim en çok Deniz ile okula gidiş ve beraber dönüş yolunu seviyordu.

 

1 Ocak 2018 Pazartesi

AYAKKABI TAMİRCİSİNİN İLGİNÇ RÜYASI

Bazı insanlar, mesela bir ayakkabı tamircisi, neredeyse çocuk yaşta başladığı mesleğini aynı mahallede hatta aynı dükkânda sürdürüyor. Önüne gelen çeşit çeşit ayakkabıyı boyuyor, dikiyor, söküyor ve yapıştırıyor. Yıllarca başka bir şey yapmaya ne zamanı oluyor ne de gücü. Ece ayakkabı tamir dükkanına sık olmasa da zaman zaman giriyor ve her girişinde hissettikleri aynı oluyor. İçinden fışkıran boğucu bir sıradanlık. Deri, boya ve toz kokusunu içine çekerken buranın başka bir dünyaya ait olduğu fikrine kapılıyor. Binlerce hatta belki milyonlarca ayağın deriye sinen kokularını duyumsamak, hayatlardaki farklılıkları ve aynı anda sıradan şeylerdeki birbirlerine benzerlikleri onda baş döndürücü bir etki yapıyor. Parlak, rugan ayakkabısını gösterirken tamircinin, hayatı boyu defalarca tekrarlamış olduğu el hareketinin çabukluğuna ve naifliğine gizliden bir hayranlık duyuyor. Arka duvarda ürkütücü şekilde duran eğik ve siyah aynadan seyretmeye başlıyor. Elleri ayakkabının üstünde ustalıkla, yüzündeki yol yol  çizgiler kıpırtısız duruyor.

Sıradan, sabun köpüğü gibi sohbetler bu insanları dinlendiriyor. Düşüncelere dalıp içeriden çıkamamak tehlikesini yok ediyor belki de. Tamirci işini yaparken bir yandan da yanındaki çırağına rüyasını anlatmaya başlıyor. Hep aynı rüyayı görse de her defasında onu heyecanlandırdığını söylüyor. Ece meraklı görünmekten çekiniyor belli etmek istemiyor ama dinliyor:
Yağmurlu bir günde dükkândadır. Oldukça ürkünç, karanlık bir hava vardır. O ayakkabı topuğu çakarken şimşekler çakar. Kulakları sağır eden bir gürültü olur. Karşısındaki duvar çökmüştür. Korkunç bir manzaradır. Sokağı görür. Etrafta bağrışmalar vardır. Ama onda panik duygusu belirmez. Telaşlanması gerekirken sakindir. Sanki hep yıldırım düşüyor, evler yıkılıyor gibi sakin. Topuğu çakmaya devam eder. Bir an dehşet duygusuna kapılacak gibi kalbi hızla atar, hemen geçer. Ardından sevinç hisseder. Koca binanın duvarı çökmüş; sevinç hissetmesinden utanır. Gördüğü rüyadan dolayı kendini ayıplar…
  “Felaket oluyor insan sevinir mi yahu?” diyerek bitiriyor rüyayı anlatmayı.
Ece aynadan adamın ellerini izlerken parmaklarındaki boya lekelerini fark ediyor. Derinin içine işlemiş ve sanki doğuştan öyleymiş gibi gayet olağan ve sıradan görüyor. Neredeyse yarım yüzyıldır ayakkabı tamir ettiğini düşünürse hayatını değiştirmek için onun bir cesareti olabileceğini sanmıyor. Yaşamını durağan şekilde sürdürmenin huzurunun onda yarattığı dinginliği ama bir yandan da için için hayatında büyük bir değişim istediğini anlıyor. Başka bir kuvvetin her şeyi değiştirmesini bekliyor tamirci. Bu yüzden rüyasında yıkılan duvara bakıp sevinç gösteriyor.
Ece bu çıkarımını ona söylemiyor. Söylemesinin bir anlamı olmayacağını biliyor. Önyargılı olduğunun ve tamircinin bunu yıkacak bir iradesinin olmadığını da ayrımsıyor. Ve böylece bundan kaynaklanan bir tarafsızlık ve ardından gelen büyük bir duyarsızlık yaşıyor.
'Usta, bitince bir de boyayıver' diyor ve sehpada duran gazeteyi alıyor.

(Son Gemi Edebiyat Dergisi Ocak/2018 sayısında yayınlanan öykü)