Gerçeğin umut vermek diye bir
görevi yok. Umudu insan kendi alır. Umutlanmak insanın doğasında varsa ne
yapsın gerçek. Her doğan güneşle karanlığın yok olduğuna inanç, insanın içindeki
karamsarlığın da yok oluşuna gebe. Umutlanmaya devam edelim her konuda her
zaman.
Gürültü. Dünyanın çığlık atan bir
kadın olduğunu varsayalım. Bu kadının avucu kadar insan, yani
bizler, kitap, müzik ve sinemayla hayatta kalmaya yani nefes almaya çalışıyoruz. Avuçlarında bizi
sıkıp boğmasını önlemek için bizim de çığlıklarımız bunlar; edebiyat, sanat, şiir, lirizm. Gürültünün içinde kaybolup gitmemek tüm derdimiz ya da bir şeye tutunmak ve başarabildiğimiz kadarıyla içinden sıyrılmak.
Bazen çığlıkla kapanan duvarlara
balyoz indirmek gerekir. Bazımız öyle masum ve çaresiz ki, vurduğu o
balyoz da, kendine has bir narinlik ve nezaketle, yalnızca renkli ve hoş bir tını gibi ses vermekten ileri gidemiyor, duvara etki
etmiyor. Biz, imgelemimdeki o zarif ve günahsız biz, ince, kurumuş, toz gibi parçalanıp ufalmak üzere bekleyen dallarız.
Üzerimize örtülecek toprağın, esecek yaramaz ve hırçın rüzgarın etkisini misliyle
hissedecek hassasiyetteki kırılgan dallarız.
Gürültü gittikçe artıyor. Dünya daha
hızla dönüyor gibi. Ulaşmak istediği sona yaklaşmanın verdiği bir güç var sanki, üzerindeki
bizleri etrafa savurarak, çıldırmışçasına bir hırs. Ve biz ne olduğumuzu nereye
gittiğimizi anlayamadan, belki de daha hiç başlamamışken bitirmek zorunda kalıyoruz
her şeyi. Sevgileri, hayatları, nefes almayı. Kalabalık arttıkça, gürültü yükseldikçe, sesimizi duyuramamanın bezginliğiyle sesimiz daha kısılıyor, küçülüyor ve silikleştiriyoruz kendimizi.
Belki yanı başımızdaki bizi duyar da uzun uzun dinler ve anlar diye ümitlenmemek elimizde değil. Biz kendi iç kalabalığımızda öyle yoğun ve doluyuz ki kendimizi duyuramadığımız gibi onları da duymuyoruz. Susuyoruz bu yüzden. Dinlemiyoruz. Sırf dünyada var olmanın tek sebebi buymuşçasına. Ayakta, oturarak, yatarak öylece duruyoruz. Hiç bir eylemde bulunmadan. Hatta sevmeden ve önemsemeden. Çaresizliğin daha başka bir boyutu olabilir mi? Başka? Biz çaresizliğin en dibinde yere yapışıp kalmış bir leke gibi kurumuş, koyulaşmış, sertleşmiş ve belirginleşmiş isimsiz ve tanımsız bir nesne gibiyiz. Birinin bizi görmesini ve silip çıkarmasını bekliyoruz belki de ya da böyle ölmeyi ve başka dünyalarda nasıl ve neyle yaşanır, ona ertelemeyi hayatı. Bu çaresizlik değil de ne ola ki?
Belki yanı başımızdaki bizi duyar da uzun uzun dinler ve anlar diye ümitlenmemek elimizde değil. Biz kendi iç kalabalığımızda öyle yoğun ve doluyuz ki kendimizi duyuramadığımız gibi onları da duymuyoruz. Susuyoruz bu yüzden. Dinlemiyoruz. Sırf dünyada var olmanın tek sebebi buymuşçasına. Ayakta, oturarak, yatarak öylece duruyoruz. Hiç bir eylemde bulunmadan. Hatta sevmeden ve önemsemeden. Çaresizliğin daha başka bir boyutu olabilir mi? Başka? Biz çaresizliğin en dibinde yere yapışıp kalmış bir leke gibi kurumuş, koyulaşmış, sertleşmiş ve belirginleşmiş isimsiz ve tanımsız bir nesne gibiyiz. Birinin bizi görmesini ve silip çıkarmasını bekliyoruz belki de ya da böyle ölmeyi ve başka dünyalarda nasıl ve neyle yaşanır, ona ertelemeyi hayatı. Bu çaresizlik değil de ne ola ki?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder