14 Ocak 2025 Salı

Anı: Ve Perde


VE PERDE

 

“Burayı hatırladın mı?”

“Her yer çok başka görünüyor. Neresiydi burası? Yavaşla da bir bakayım.”

“Eh Çağla! Nasıl unutursun? Eski sokağımızın köşesi işte. Küçüktüm ama çok iyi hatırlıyorum. Ne çok giderdik sinemaya…”

Çağıl, küçük kardeşim, sinema deyince birden kıvılcımlar çaktı. “Tabii ya. Anneciğim her filme götürürdü bizi,” dedim ve sustum…

 

Bizim sokağın köşesinde Kültür Sineması vardır. Yılların sinema salonu. Her ay bir yeni film gelir. Büyük renkli afişler asılır. Tatlı bir telaş başlar, gişe önünde beklemeler, gülüşmeler, kıkırdamalar. Sanırsın bayram yeri. Sonra bir gün afiş indirilir yerinden. Günlerce mahzun kalır sinema salonu. Sinemanın önünden geçmek istemeyiz o günlerde. İçimiz burkulur. Ama durmayız hiç… Kendi filmlerimizi çekmeye koyuluruz. Evet, evet film çekeriz. Yazarız, kurgularız, oynarız.  Her yer bizim film setimiz olur birden.

O hafta başında yeni bir film gelmişti. Kocaman, adeta gökyüzünü kaplayan dev gibi bir afiş asılmıştı. Bulutların arasından görünen gökkuşağı gibi çarpıyordu gözlerime. Sevinçten çılgına dönmüştüm.  Annem hemen aldı biletlerimizi. Cumartesi hep bir sinemaya gidecektik. Hafta sonunu iple çekiyorduk.

Filmin başlamasına on dakika kala girdik salona. İçim içime sığmıyordu. Bordo perdenin görkemli bir açılışla yerini beyaza bırakmasını heyecanla beklerken hiçbirimizden çıt çıkmıyordu. Rengârenk ve masalsı görüntülerin başlama anını saniye saniye özümsüyorduk. Işıklar sönene kadar etrafı izlerken heyecanımı bastırmak için elimde sıkıca tuttuğum kese kâğıdından bir buzlu badem attım ağzıma. Bademin serin ekşimsiliği çocuk dilimde dolaşırken gözlerim büyüdü. Buzlu badem damağımda eridikçe sinemanın büyüsüne daha da yaklaştığımı hissediyordum ve heyecanımı.

Sinema salonunun koltukları öyle büyüktü ki, uzay mekiği kaptanının koltuğuna oturuyormuşum gibi geldi bana. İşte o an tüm salon uzay aracına dönüştü. Geminin kaptan koltuğunda oturuyordum işte. Uçmaya hazırdım. Bundan sonra olacaklar gözlerim kadar gerçekti. Hayallerim önümdeydi. Sanki kalbim atmıyor, nefes bile almıyordum. Büyülü ve renkli dünyanın içine dalmıştım. Beyaz perdenin içindeydim. Birden havalanmaya başladım. Tarihte geçmişe gittim. Dinozorlar koşuyordu yanımda. Sonra ‘geleceğe döndüm’ Genç bir kız olmuştum. Elimde kamera vardı. Yunusları çekiyordum. Bir yunusun kuyruğunda gezinmeye koyuldum. Bir köpek balığı yaklaştı. Korsan yelkenlisinin tepesine çıkıp serkeş bir korsan gibi izledim güneşi batıran ufku.  Sonra tekrar çocuk halime döndüm. Atladım bisikletime. Yıldızlı gökyüzüne, yukarı doğru hızla sürmeye başladım, sepetimde uzaylı yeni dostumla. Sevimli bir uzaylıydı. Karşıma çirkin suratlı adamlar, kadınlar çıktı. Sepetimdeki sihirli tozlardan avucuma alıp yüzlerine sıçrattım. Birden kafaları küçülmüştü, bezelye kadar küçük. Tüm bunları perdenin üstünde ben yapıyordum. Her şeyi yapabiliyordum. Herkes olabiliyor, her yere gidebiliyordum.

 Bir ben değildim böyle. Seren, Ongun, Devin ve kardeşim Çağıl, beşimiz de aynı duygularla sinema salonunda nefes bile almadan oturan küçük insanlardık. Dünyaya tepeden bakıyorduk ayın üstünde. Her şey küçük, basit, sevimliydi. Ve hepsi bize aitti. Köpeklerimiz, fillerimiz ve foklarımızla hep beraberdik. Kötülere karşı savaşacak uçaklarımız, oklarımız ve atlarımız vardı. Sadece bizim bildiğimiz ve kullandığımız ağaç evimizin içi oyuncak ve kitaplarla doluydu. Yırtık, askılı şortlarımızdan çıkan cılız bacaklarımız çizikti, çamurluydu. Büyük şapkalarımızın altında şakaklarımız terliydi.

Ama en favorimiz uzaydı. Uzay gemisini çalıştırıyor dünyanın çevresinde tur atıyorduk. Ayın kuyruğuna oturup ayaklarımızı sallayarak oltamızı gökyüzüne bırakıyorduk. Hayâllerin de ötesine gidiyorduk çoğu zaman. Aramızda kaç defa iddiaya girmişliğimiz vardı. Hangisinin gerçek olacağına dair… Bir gün bir uzay gemisine binip uzaya uçacak mıydık gerçekten? Bunu bilmemize gerek yoktu. Biz zaten gerçekleştiriyorduk. Yılmadan, vazgeçmeden film çekerdik biz. Filmlerimize aktörler bulurduk. Tom Cruise oluyordu mutlaka. Gerçekten film çekecek olsak belki de onu seçmeyeceğimiz halde, hayalimizdeki sinemada nedense hep oynatıyorduk onu.  

Sokakta oynadığımız en ciddi oyundu bu. Adı bile vardı; “filmcilik”.  Zamansızdı filmlerimiz, gecesi gündüzü yoktu. Yılı, yaşı yoktu. Hiçbir yere sığdıramazdık; ne evdeki kutuya ne de aklımıza. Filmi çekerken o an, yaşadığımız o büyülü an gerçek oluverirdi her şey. Beyaz perde canlanıverirdi gözlerimizde. Bizim beyaz hayallerimizin adıydı, sinema… 

                                               ***

  Perde kararlı ve işini bilen bir aktör edasıyla sessizce açılmaya başladı. Unuttuğum nefes ciğerlerime ferah bir havayla giriyordu. Düşlerimin izdüşümünü şimdi gözlerimle görecektim. Hayallerimdeki kadar güzel ve canlı olabilecek miydi? Annem olabildiğince kısık bir tonla seslendi. Sanki büyünün bozulmaması için özen gösteriyordu. Sesini, kulağımın bir kenarında taze tutmak beni güvende hissettiriyordu. O zaman daha cesur, çok daha tutkulu bir hayalperest olabiliyordum galiba. Annem, Çağıl ile benim elimizdeki soğuk kese kâğıdını alıp buz kesmiş parmaklarımızı ovuyordu. İşte o an gerçekle düşün birleştiği an oluyordu. Annem olmasa, kendimi içinde kaybeder, bu anın gerçek olduğuna inanamazdım. Kolumdan tutup “Güzelce seyredin,” diyor. Sanki üzerinde çok düşünerek bulmuş gibi bir cümleyle devam ediyor, “Bu anda kalın...” Bırakıyorum vücudumu sinema koltuğuna, ‘bu anda’ kalıyor sadece filmi izliyorum. Tabii, hayâl ettiğim gibi kaptan koltuğumda.

 

“Ne oldu? Sustun kaldın? Sorduğuma pişman etme beni!”

“Yok kardeşim yok. Aklımdan film çekiyordum. Tıpkı o günlerdeki gibi... Özlemişim…”

Hiç yorum yok: