...Prolog Dergi'de yayınlanan öykü...
FİL HATUN
Buket Batutlan gezgin bir gazeteciydi, hani şu bağımsız
denilenlerden. Köy kent dolaşıp gittiği yerlerde sıra dışı hayatları olan
insanlar bulur hikâyelerini gazeteye yazardı. Şaşırtıcı, tuhaf ve bir o kadar
gerçek, inanması güç yaşamları olurdu bu insanların.
Neler nelerle karşılaşıyordu; ölüp dirilenler, tek seferde on bir çocuk
doğuranlar, kalbi sağda yaşayanlar, kül olmuş yangın yerinden sapa sağlam
çıkanlar, deprem göçüğünde günlerce bekleyenler ve fil hastalığına
yakalananlar…
Bazı hikâyeler eğlenceliydi ama çoğu keder dolu olur ve Buket için her
şeyin sonunda sadece bir hikâye olarak kalırdı. Son cümleyi yazdıktan sonra
yoluna devam ederdi. Başka hikâyeler bulmaya koşardı. Derken bir gün tüm
dengesini altüst edecek biriyle tanıştı. Ümmani Hatun’du adı.
Fil hastalığının pençesine düşmüş bir kadındı. Adı üstünde, hastalığının
adı sadece fil değildi, iki yüz kilodan fazlaydı Ümmani Hatun. Buket,
hikâyesini onun ağzından uzun uzun dinledi. Anlatacağı bir şey kalmamıştı
Ümmani Hatun’un, fakat Buket bir türlü onu bırakıp gidemiyordu. Sanki görmek,
ortaya çıkarmak, bulmak istediği başka şeyler vardı bu kadında.
O gün deniz kıyısına dik uzanan kalenin eteğine yayılmış bir çay bahçesine
geldiler. Üç gün olmuştu. Bir yanı alabildiğine Akdeniz, diğer yanı kale ile
örülmüş güzel bir yerdi çay bahçesi. Kalabalıktı etraf. Turistler, bisikletle limana gelmiş genç sporcular
vardı. Güney sahilinin en gözde ilçelerinden biriydi ne de olsa.
Ümmani Hatun bir eliyle bastonunu tutuyordu. Diğer elini Buket'e uzattı.
“Keşke evde görüşseydik,” dedi dişlerini
sıkarak. Dakikalardır ayaktaydı. Ayak bileğinden baldırına doğru yılan gibi bir
zangırdama başlamıştı. Boğum boğum yere dökülen bacakları iri cüssesini
tutamazdı. Onun gibi birinin ayakta durması hiç kolay değildi. Buket koluna
sıkıca sarıldı. Çok zordu, o kadar ağırdı ki bir düşerse kimse onu
kaldıramazdı.
“Bize büyükçe bir sandalye ya da oturabileceği bir şey getirin çabuk!”
Kemikleri sayılan iki cılız garson orada öylece durmuş gördüklerinin
gerçek olamayacağını düşündüren büyük bir şaşkınlıkla Ümmani Hatun’a
bakıyorlardı. Buket sinirlendi ve
bağırmaya başladı. “Ne duruyorsunuz? Birleştirin şu iki sandalyeyi!”
“Benim gibi birini hiç görmüşler mi ki? Ne yapsın çocuklar? Merak
ediyorlar işte.” Yine alıngandı Ümmani Hatun. Uzun uğraşlar sonunda sandalyeye
oturabildi.
“Siz…” deyip sustu Buket, doğru
kelimeleri bulmak bazen öyle zor oluyordu ki, bu da onlardan biriydi.
“Herkesi olduğu gibi kabul ediyorsunuz. Değil mi? Gerçeği bir hamur gibi
yoğuruyor, yumuşatıyorsunuz sözlerinizle. Çocuklar ayıp etti ama siz hiç
önemsemiyor musunuz? Bu kadar alçak gönüllü olmak çok zor… Ben yapamıyorum.
Yapamazdım yani. Nasıl bir duygu olduğunu anlamayı isterdim. Yani alçakgönüllü
olmanın nasıl bir his verdiğini…”
“Baksana bana. Benden daha iri bir kadın hatta insan gördün mü hiç? Gönül
de içeride geniş, alan çok.”
İmalı bir gülümseme yayıldı yüzüne. Espri yapabilecek kadar da zekiydi.
Buket ne kadar gerginse de o çok rahattı. Parmağını yukarı kaldırdı. Buket
gösterdiği yere çevirdi kafasını. Kaleyi gösteriyordu;
“Şu kalenin surlarını görüyor musun? Onların üzerinde sekerdik
çocukken…”
Surların hemen altındaydı masaları. Ümmani Hatun’u orada sekerken hayâl
etmeye çalıştı, şu haliyle olanaksızdı, mümkün değildi fakat serkeş efeler gibi
dik ve yalansız duran biri vardı karşısında. Su kadar berrak bir saflıkla
gerçekti söylediği.
“O zamanlar hastalık başlamamıştı öyleyse… Yoksa nasıl çıkacaksınız oraya?”
dedi Buket.
“Bir şeyim yoktu tabi. Şimdi oraya vinçle çıkmam gerekir.” Diye yanıtlayıp
umarsız bir gülüş takındı yine. Narin ve tombul yüzünde gizleniyordu
hassasiyeti. Yüzü öyle iriydi ki her şey orada saklanabilirdi. Başkasını
etkilediğinin farkında olup bunu bilerek yapıyor olsa bile Buket onca
tecrübeyle bunu anlar ve ona asla hayran kalmazdı. O masumdu ve gerçek.
Gözlerinin etrafındaki ince çizgiler düştü. Ruhunun kırılganlığı olduğu gibi
görünüyordu. Buket söylediğine pişmanlık duydu, onu kırıp üzeceğinden ödü
patlıyordu.
“Kusura bakmayın! Bakmayın benim lakırdılarıma. Yıllardır olmadık yerlere
gire çıka nezaketimi yıprattım. Siz de genç oldunuz, çocuk oldunuz.”
Ardından, belli etmeden onları gözetleyen garsonlara
seslendi, “Gösteri bitti, haydi. Bize iki çay!”
Hızını alamadı, diğer masalarda görgüsüzce bakanlara, “Neye bakıyorsunuz!”
diye bağırdı. Ayağa kalktı bir iki şey daha söyleyecekti.
Ümmani Hatun, yaramaz çocuğunun ayıbını örten bir anne olgunluğundaydı,
eliyle otur işareti yaptı. Buket utanmıştı ama kendini de tutamıyordu,
homurdanarak oturdu. Neyse ki iş fazla uzamayıp üzerlerine sel gibi yağan
onlarca göz başka yöne döndü. Ortalık sakinleşti. İnsanların merhametsiz ve boş
ilgisi işte sadece bu kadardı. Herkes hayatına kaldığı yerden devam ediyordu.
“Nerede kalmıştık?” diyerek kendini
toparladı. “Surların tepesinde sekiyordunuz, sonra neler oldu?”
“Ne olacak ki? O son oldu. O günlerden hatıra sadece bu fotoğraf kaldı…”
Çantasından bir fotoğraf çıkardı. Fotoğrafın arkasında Nevzat’la Kale
Hatırası, Nisan 1975 yazıyordu.
“O zamanlarda hastalık başladı işte.” deyip fotoğrafı çantasına yavaşça
geri koydu.
Sivrisineklerdi bunu yapan. Onların taşıdığı asalak solucan larvaları
bonkörce bırakılmıştı gencecik bedene. Fil hastalığı vücudun, uzuvların,
büyümesine, şişmesine sebep oluyordu. Ciddi bir hastalıktı, tam bir tedavisi
yoktu. Çoğu insanın pek bilmediği bu hastalığın şeytani görevi yirmi yaşında
güzel bir genç kızı file dönüştürmek olmuştu işte. Dolgun suratıyla elma
yanaklı bir ev kızını andırıyordu şimdi, bir yandan da görüp geçirmiş, olgun,
yılgın ve umarsız bir kadındı.
“Okuldan kaçar kalenin arkasından denize girerdik, kayalardan atlardım.
Otuz yıl olmuş.”
Büyük beyaz bir yumağı andıran ellerini masaya koydu, sağlamlığından emin
olunca kolunu dayadı. Derisi pörsümüş çantasını bir bebeği beşiğe koyar gibi
yavaşça masaya bıraktı. İçine koyduklarının kıymetini o anda Buket öyle güzel
anladı ki, çantaya o da elini sürdü ve Ümmani Hatun’a doğru biraz daha
yaklaştırdı.
Çantasından siyah bir çakıl taşı çıkardı. Kocaman ellerinin içinde taş bir
kayboluyor bir kalın pürüzsüz parmaklarının arasından görünüyordu. Filin
hortumunun kıvraklığıyla hareket ediyordu parmakları.
“Bu çakıl taşını niye yanınızda
taşıyorsunuz?” “Ha. Bu mu?” Birden çocuksulaştı. Tatlı bir haşarılık sezdi
Buket.
Çakıl taşı, bir gece vakti kimseden habersiz girdiği denizden hatıraydı.
Hayatı boyunca iyot kokusundan hiç ayrılmamış birisinin, denizin o yakıcı
tuzuna nasıl özlem duyduğunu anlamak hiç kolay değildi. Boğumlu yanaklarının
üzerine nokta gibi konmuş yeşil küçük gözlerinin içinde parlayan bir deniz vardı
o anda. Gözlerindeki ışıltı genç, güzel ve zayıf bir denizkızının bakışlarına
dönüşmüştü.
“Gece denize girmek zevkli olmuştur, ben hiç girmedim,” dedi Buket, onun
haşarılığının cesaretiyle.
“Girersin bir gün… Hava aydınlanana kadar denizde kaldım o gece. Çıkmadan
önce bu siyah taşı aldım elime. O zamandan beri yanımda.”
“Deniz yanımda, o da yanımda. Ama ben çok uzağım...” dedi gözlerini
düşürerek. “ İkisini de görüyorum ama yaklaşamıyorum.”
“Fotoğraftaki genci diyorsunuz.” “Evet, Nevzat. O da yaşlandı tabi. En az benim
kadar.”
“Arada çocukları gelir bana, babaannelerine, yandaki eve
geldiklerinde. Annesi hâlâ komşum. Benimkiler göçtü o maşallah!” deyip sustu.
Buket bekliyordu. Nefes alışını, yüzünün hareketlerini, elini oynatışını
izliyordu.
“Evin bahçe duvarından ara sıra konuşuyor benimle. Çocuklar yormadı değil
mi seni diye sorar mutlaka, bir de nasılsın der. İyi olmadığımı bile bile.
Benim iyi dememi bekler hep. Ben de iyiyim, derim ona. Üzülmesin o.”
Gördüğüne katlanamıyordu gözleri, yeşilimsi yaşlar nehir gibi aktı. Buket
ezeli soğukkanlılığından hayat boyu ödün vermemişken o an içine bir yumruk
oturdu. Sıktı kendini, belli etmeden yüzünü sildi.
Ümmani Hatun konuşmaya devam ederken çantadan fotoğrafı tekrar çıkarıp
narin hareketlerle uzun boylu ince kızın üzerinde gezdirdi elini. Bükülmüş
kenarları düzeltti.
“Kimse fil olarak gelmek istemez dünyaya. Belki de filler bile. Çare
var mı, Rabbim böyle istemiş beni… Sırf hayatta kalmak kolay. Alıyoruz işte
nefes. Ama yeter mi? Bilmem ki…”
“Duvarı asma yapraklarıyla ördürdüm. Limon, kiraz kapatıyor neyse ki.” “Neden
kapatıyorsunuz? Onu görmek istemiyor musunuz?”
“Ben onu görünce mutlu oluyorum ama o beni görünce olmuyor. Gözlerinde
acıma ve hüzün görmek içime dokunuyor. Kararmış bir çift göz görmeye dayanamıyorum…”
“Belediyenin işçileri gelmedi ne zamandır. Çocukların geçmesi için duvarın
bir tarafını yıktıracağım.”
“Mahallenin çocukları oynar bahçede. Hiç ses etmem onlara. Korkmazlar da
benden. Fil Hatun derler bana, onlar koydu adımı. Bir onlar korkmaz benden.
Senin var mı çocukların?”
“Çocuk mu?” Afalladı. Okyanusların, bulutların ya da ağaçların
var mı gibi bir soruydu bu? Çocuk yapmak hiç aklına gelmemişti ki Buket’in.
Onları görüyordu ama ‘yapmak’ ve ‘sahip olmak’; korkutucu, heyecanlı ve onun
için çok büyük bir şeydi.
“Ben yeni boşandım. Kısa sürdü, evlilik bana göre değilmiş. Çocuk yapacak
zamanım olmadı.”
Buket ne kadar sıradan ve basit bir şey gibi söylemişti. Oysa kocası çocuk
istiyorum dediği zaman o korkup kaçtığını şu anda kendisine itiraf ediyordu.
Ümmani Hatun onu anlamış gibi gözlerine baktı ve kafasını salladı.
“Olsun. Benim de olmadı.”
Erkeğin yüzünde gezdirdi elini ve devam etti. “Ama olmadı işte. Rabbimin
takdiri.”
Ümmani Hatun gözlerini yere düşürdü. Aynı anda Buket de. Ne
söyleyeceklerini bilemiyorlardı. Aralarında doldurulması gereken koca bir delik
oluştu. Biri pişmandı diğeri çaresiz. Sessizliği Fil Hatun bozdu;
“Sen bilir misin? Bilmezsin sen de. Kendi kendine bir başına, yalnız.
Etrafında kimse olmaması değil; ruhum yalnız, ruhumun yanında kimse yok. Ruhum
kocaman bedenimin içinde çılgın gibi uçuyor, tenime çarpıp savruluyor. Gençken
zamanın hızlı geçmesini istersin. Bir an önce okul bitsin, yaz gelsin, bir an
önce göğüslerim büyüsün… Seni bekleyen geleceğe hızla ulaşma derdindesindir.
Yaşayacaklarının merakı ve heyecanı vardır. Ama ben hiç böyle hissedemedim. Hep
geçmişi, 'önceyi' sevdim. Yaşlandıkça zamanı durdurmaktan hatta bitirmekten
korkmuyorum. Bunu anlayamazsın. Sen günahı temsil ediyorsun benim için,
işlemediğim o dünyevi günahların cezp edici coşkusunu. Yaşarken aldığın hazzın
sen farkında bile değilsin. ”
Zaman, o genç kızın hayatında ilerlemiyordu. O kız büyümemişti, okula
gitmemiş, sevdiği adamla evlenmemiş, anne olmamıştı. Fil Hatun öylesine
gerçekti ki Buket dokunuyordu hüzne, hiç olmayacak fakat olmuşçasına gerçek
görünen hayallerine. Ümmani Hatun haklıydı; Buket yaşadıklarının değerinin
farkında değildi. Aşktan kaçarak aşkı, kocasından ayrılarak sevgiyi, çocuğa
zamanı olmadığını söyleyerek anneliği değersizleştirmiş, başka hayatlar peşinde
koşarken adeta yaşamayı reddetmişti.
“Bir fotoğraf okşanmaktan yıpranır mı? Başına birşey gelmeden
kaldırayım.”
Deyip çantasına özenle koydu. Buket, kocaman yüreğinden gözlerine oradan da
parmaklarına giden o büyülü enerjiyi izledi. İşte o anda, her şeye rağmen
Ümmani Hatun’un yaşama nasıl sarıldığını anladı. Daha önce çok kez tatmıştı
acıma duygusunu. Bu başkaydı. Ümmani Hatun onu, hayattaki en önemli ya da belki
de tek şeyin, aşkı yaşamak olduğu gerçeğiyle yüzleşmek zorunda bıraktı. Çünkü
Buket aşkı bilmiyordu, aşkın hiçbir türünü tanımıyordu. Hayata tutunmak için
aşkın varlığının önemine inanmazken Ümmani Hatun‘u hayatta tutanın bu olduğunu
anlayınca aslında hiç yaşamamış olduğunu fark etti.
“Birer çay daha içer miyiz? Nevzat’ı anlatın bana biraz daha.”
“Ne anlatayım. Dediğim gibi. Çocukları gelir bana. Benim çocuklarımmış gibi
severim. O günlerin akşamında ağlarım sabaha kadar. Bunu sana söylüyorum.” Dedi
ve sustu.
Bir daha Nevzat’ı anlatmayacaktı. Çünkü eğer anlatırsa, hayalinde
yaşattığı, yalnızlığının içinde kalabalıklaştırdığı fotoğraftaki genç kızın
hayallerindeki güzellikler kaybolurdu. İşte o zaman yaşayamazdı Ümmani Hatun.
“Çok yoruldum, gidip uzanmak istiyorum…”
Bunu söylerken, kuş gibi titrek elleri çantanın üstündeydi; içinde sakladıklarını sımsıkı tutuyordu.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder