19 Temmuz 2022 Salı

Gerçek Öykü: Fil Hatun


 ...Prolog Dergi'de yayınlanan öykü...

 

 

FİL HATUN

 Buket Batutlan gezgin bir gazeteciydi, hani şu bağımsız denilenlerden. Köy kent dolaşıp gittiği yerlerde sıra dışı hayatları olan insanlar bulur hikâyelerini gazeteye yazardı. Şaşırtıcı, tuhaf ve bir o kadar gerçek, inanması güç yaşamları olurdu bu insanların. 

Neler nelerle karşılaşıyordu; ölüp dirilenler, tek seferde on bir çocuk doğuranlar, kalbi sağda yaşayanlar, kül olmuş yangın yerinden sapa sağlam çıkanlar, deprem göçüğünde günlerce bekleyenler ve fil hastalığına yakalananlar…

Bazı hikâyeler eğlenceliydi ama çoğu keder dolu olur ve Buket için her şeyin sonunda sadece bir hikâye olarak kalırdı. Son cümleyi yazdıktan sonra yoluna devam ederdi. Başka hikâyeler bulmaya koşardı. Derken bir gün tüm dengesini altüst edecek biriyle tanıştı. Ümmani Hatun’du adı.

Fil hastalığının pençesine düşmüş bir kadındı. Adı üstünde, hastalığının adı sadece fil değildi, iki yüz kilodan fazlaydı Ümmani Hatun. Buket, hikâyesini onun ağzından uzun uzun dinledi. Anlatacağı bir şey kalmamıştı Ümmani Hatun’un, fakat Buket bir türlü onu bırakıp gidemiyordu. Sanki görmek, ortaya çıkarmak, bulmak istediği başka şeyler vardı bu kadında.

O gün deniz kıyısına dik uzanan kalenin eteğine yayılmış bir çay bahçesine geldiler. Üç gün olmuştu. Bir yanı alabildiğine Akdeniz, diğer yanı kale ile örülmüş güzel bir yerdi çay bahçesi. Kalabalıktı etraf. Turistler,  bisikletle limana gelmiş genç sporcular vardı. Güney sahilinin en gözde ilçelerinden biriydi ne de olsa.

Ümmani Hatun bir eliyle bastonunu tutuyordu. Diğer elini Buket'e uzattı. “Keşke evde görüşseydik,”  dedi dişlerini sıkarak. Dakikalardır ayaktaydı. Ayak bileğinden baldırına doğru yılan gibi bir zangırdama başlamıştı. Boğum boğum yere dökülen bacakları iri cüssesini tutamazdı. Onun gibi birinin ayakta durması hiç kolay değildi. Buket koluna sıkıca sarıldı. Çok zordu, o kadar ağırdı ki bir düşerse kimse onu kaldıramazdı.

“Bize büyükçe bir sandalye ya da oturabileceği bir şey getirin çabuk!”

 

Kemikleri sayılan iki cılız garson orada öylece durmuş gördüklerinin gerçek olamayacağını düşündüren büyük bir şaşkınlıkla Ümmani Hatun’a bakıyorlardı.  Buket sinirlendi ve bağırmaya başladı. “Ne duruyorsunuz? Birleştirin şu iki sandalyeyi!” 

 “Benim gibi birini hiç görmüşler mi ki? Ne yapsın çocuklar? Merak ediyorlar işte.” Yine alıngandı Ümmani Hatun. Uzun uğraşlar sonunda sandalyeye oturabildi.

“Siz…”  deyip sustu Buket, doğru kelimeleri bulmak bazen öyle zor oluyordu ki, bu da onlardan biriydi.

“Herkesi olduğu gibi kabul ediyorsunuz. Değil mi? Gerçeği bir hamur gibi yoğuruyor, yumuşatıyorsunuz sözlerinizle. Çocuklar ayıp etti ama siz hiç önemsemiyor musunuz? Bu kadar alçak gönüllü olmak çok zor… Ben yapamıyorum. Yapamazdım yani. Nasıl bir duygu olduğunu anlamayı isterdim. Yani alçakgönüllü olmanın nasıl bir his verdiğini…”

“Baksana bana. Benden daha iri bir kadın hatta insan gördün mü hiç? Gönül de içeride geniş, alan çok.”

İmalı bir gülümseme yayıldı yüzüne. Espri yapabilecek kadar da zekiydi. Buket ne kadar gerginse de o çok rahattı. Parmağını yukarı kaldırdı. Buket gösterdiği yere çevirdi kafasını. Kaleyi gösteriyordu;

“Şu kalenin surlarını görüyor musun? Onların üzerinde sekerdik çocukken…” 

Surların hemen altındaydı masaları. Ümmani Hatun’u orada sekerken hayâl etmeye çalıştı, şu haliyle olanaksızdı, mümkün değildi fakat serkeş efeler gibi dik ve yalansız duran biri vardı karşısında. Su kadar berrak bir saflıkla gerçekti söylediği.

“O zamanlar hastalık başlamamıştı öyleyse… Yoksa nasıl çıkacaksınız oraya?” dedi Buket.

“Bir şeyim yoktu tabi. Şimdi oraya vinçle çıkmam gerekir.” Diye yanıtlayıp umarsız bir gülüş takındı yine. Narin ve tombul yüzünde gizleniyordu hassasiyeti. Yüzü öyle iriydi ki her şey orada saklanabilirdi. Başkasını etkilediğinin farkında olup bunu bilerek yapıyor olsa bile Buket onca tecrübeyle bunu anlar ve ona asla hayran kalmazdı. O masumdu ve gerçek. Gözlerinin etrafındaki ince çizgiler düştü. Ruhunun kırılganlığı olduğu gibi görünüyordu. Buket söylediğine pişmanlık duydu, onu kırıp üzeceğinden ödü patlıyordu.

“Kusura bakmayın! Bakmayın benim lakırdılarıma. Yıllardır olmadık yerlere gire çıka nezaketimi yıprattım. Siz de genç oldunuz, çocuk oldunuz.”

Ardından, belli etmeden onları gözetleyen garsonlara seslendi, “Gösteri bitti, haydi. Bize iki çay!” 

Hızını alamadı, diğer masalarda görgüsüzce bakanlara, “Neye bakıyorsunuz!” diye bağırdı. Ayağa kalktı bir iki şey daha söyleyecekti.

Ümmani Hatun, yaramaz çocuğunun ayıbını örten bir anne olgunluğundaydı, eliyle otur işareti yaptı. Buket utanmıştı ama kendini de tutamıyordu, homurdanarak oturdu.  Neyse ki iş fazla uzamayıp üzerlerine sel gibi yağan onlarca göz başka yöne döndü. Ortalık sakinleşti. İnsanların merhametsiz ve boş ilgisi işte sadece bu kadardı. Herkes hayatına kaldığı yerden devam ediyordu.

 “Nerede kalmıştık?” diyerek kendini toparladı. “Surların tepesinde sekiyordunuz, sonra neler oldu?”

“Ne olacak ki? O son oldu. O günlerden hatıra sadece bu fotoğraf kaldı…”

Çantasından bir fotoğraf çıkardı. Fotoğrafın arkasında Nevzat’la Kale Hatırası, Nisan 1975 yazıyordu. 

“O zamanlarda hastalık başladı işte.” deyip fotoğrafı çantasına yavaşça geri koydu.

Sivrisineklerdi bunu yapan. Onların taşıdığı asalak solucan larvaları bonkörce bırakılmıştı gencecik bedene. Fil hastalığı vücudun, uzuvların, büyümesine, şişmesine sebep oluyordu. Ciddi bir hastalıktı, tam bir tedavisi yoktu. Çoğu insanın pek bilmediği bu hastalığın şeytani görevi yirmi yaşında güzel bir genç kızı file dönüştürmek olmuştu işte. Dolgun suratıyla elma yanaklı bir ev kızını andırıyordu şimdi, bir yandan da görüp geçirmiş, olgun, yılgın ve umarsız bir kadındı.

“Okuldan kaçar kalenin arkasından denize girerdik, kayalardan atlardım. Otuz yıl olmuş.”

Büyük beyaz bir yumağı andıran ellerini masaya koydu, sağlamlığından emin olunca kolunu dayadı. Derisi pörsümüş çantasını bir bebeği beşiğe koyar gibi yavaşça masaya bıraktı. İçine koyduklarının kıymetini o anda Buket öyle güzel anladı ki, çantaya o da elini sürdü ve Ümmani Hatun’a doğru biraz daha yaklaştırdı.

Çantasından siyah bir çakıl taşı çıkardı. Kocaman ellerinin içinde taş bir kayboluyor bir kalın pürüzsüz parmaklarının arasından görünüyordu. Filin hortumunun kıvraklığıyla hareket ediyordu parmakları.

 “Bu çakıl taşını niye yanınızda taşıyorsunuz?” “Ha. Bu mu?” Birden çocuksulaştı. Tatlı bir haşarılık sezdi Buket.

Çakıl taşı, bir gece vakti kimseden habersiz girdiği denizden hatıraydı. Hayatı boyunca iyot kokusundan hiç ayrılmamış birisinin, denizin o yakıcı tuzuna nasıl özlem duyduğunu anlamak hiç kolay değildi. Boğumlu yanaklarının üzerine nokta gibi konmuş yeşil küçük gözlerinin içinde parlayan bir deniz vardı o anda. Gözlerindeki ışıltı genç, güzel ve zayıf bir denizkızının bakışlarına dönüşmüştü.

“Gece denize girmek zevkli olmuştur, ben hiç girmedim,” dedi Buket, onun haşarılığının cesaretiyle.

“Girersin bir gün… Hava aydınlanana kadar denizde kaldım o gece. Çıkmadan önce bu siyah taşı aldım elime. O zamandan beri yanımda.”

 “Deniz yanımda, o da yanımda. Ama ben çok uzağım...” dedi gözlerini düşürerek. “ İkisini de görüyorum ama yaklaşamıyorum.”

“Fotoğraftaki genci diyorsunuz.” “Evet, Nevzat. O da yaşlandı tabi. En az benim kadar.”

 “Arada çocukları gelir bana, babaannelerine, yandaki eve geldiklerinde. Annesi hâlâ komşum. Benimkiler göçtü o maşallah!” deyip sustu. Buket bekliyordu. Nefes alışını, yüzünün hareketlerini, elini oynatışını izliyordu.

“Evin bahçe duvarından ara sıra konuşuyor benimle. Çocuklar yormadı değil mi seni diye sorar mutlaka, bir de nasılsın der. İyi olmadığımı bile bile. Benim iyi dememi bekler hep. Ben de iyiyim, derim ona. Üzülmesin o.”

Gördüğüne katlanamıyordu gözleri, yeşilimsi yaşlar nehir gibi aktı. Buket ezeli soğukkanlılığından hayat boyu ödün vermemişken o an içine bir yumruk oturdu. Sıktı kendini, belli etmeden yüzünü sildi.

Ümmani Hatun konuşmaya devam ederken çantadan fotoğrafı tekrar çıkarıp narin hareketlerle uzun boylu ince kızın üzerinde gezdirdi elini. Bükülmüş kenarları düzeltti.

 “Kimse fil olarak gelmek istemez dünyaya. Belki de filler bile. Çare var mı, Rabbim böyle istemiş beni… Sırf hayatta kalmak kolay. Alıyoruz işte nefes. Ama yeter mi? Bilmem ki…”

“Duvarı asma yapraklarıyla ördürdüm. Limon, kiraz kapatıyor neyse ki.” “Neden kapatıyorsunuz? Onu görmek istemiyor musunuz?”

“Ben onu görünce mutlu oluyorum ama o beni görünce olmuyor. Gözlerinde acıma ve hüzün görmek içime dokunuyor. Kararmış bir çift göz görmeye dayanamıyorum…”

“Belediyenin işçileri gelmedi ne zamandır. Çocukların geçmesi için duvarın bir tarafını yıktıracağım.”

“Mahallenin çocukları oynar bahçede. Hiç ses etmem onlara. Korkmazlar da benden. Fil Hatun derler bana, onlar koydu adımı. Bir onlar korkmaz benden. Senin var mı çocukların?”

“Çocuk mu?”  Afalladı. Okyanusların, bulutların ya da ağaçların var mı gibi bir soruydu bu? Çocuk yapmak hiç aklına gelmemişti ki Buket’in. Onları görüyordu ama ‘yapmak’ ve ‘sahip olmak’; korkutucu, heyecanlı ve onun için çok büyük bir şeydi.

“Ben yeni boşandım. Kısa sürdü, evlilik bana göre değilmiş. Çocuk yapacak zamanım olmadı.”

Buket ne kadar sıradan ve basit bir şey gibi söylemişti. Oysa kocası çocuk istiyorum dediği zaman o korkup kaçtığını şu anda kendisine itiraf ediyordu. Ümmani Hatun onu anlamış gibi gözlerine baktı ve kafasını salladı.

“Olsun. Benim de olmadı.”

Erkeğin yüzünde gezdirdi elini ve devam etti. “Ama olmadı işte. Rabbimin takdiri.”  

Ümmani Hatun gözlerini yere düşürdü.  Aynı anda Buket de. Ne söyleyeceklerini bilemiyorlardı. Aralarında doldurulması gereken koca bir delik oluştu. Biri pişmandı diğeri çaresiz. Sessizliği Fil Hatun bozdu; 

“Sen bilir misin? Bilmezsin sen de. Kendi kendine bir başına, yalnız. Etrafında kimse olmaması değil; ruhum yalnız, ruhumun yanında kimse yok. Ruhum kocaman bedenimin içinde çılgın gibi uçuyor, tenime çarpıp savruluyor. Gençken zamanın hızlı geçmesini istersin. Bir an önce okul bitsin, yaz gelsin, bir an önce göğüslerim büyüsün… Seni bekleyen geleceğe hızla ulaşma derdindesindir. Yaşayacaklarının merakı ve heyecanı vardır. Ama ben hiç böyle hissedemedim. Hep geçmişi, 'önceyi' sevdim. Yaşlandıkça zamanı durdurmaktan hatta bitirmekten korkmuyorum. Bunu anlayamazsın. Sen günahı temsil ediyorsun benim için, işlemediğim o dünyevi günahların cezp edici coşkusunu. Yaşarken aldığın hazzın sen farkında bile değilsin. ”

Zaman, o genç kızın hayatında ilerlemiyordu. O kız büyümemişti, okula gitmemiş, sevdiği adamla evlenmemiş, anne olmamıştı. Fil Hatun öylesine gerçekti ki Buket dokunuyordu hüzne, hiç olmayacak fakat olmuşçasına gerçek görünen hayallerine. Ümmani Hatun haklıydı; Buket yaşadıklarının değerinin farkında değildi. Aşktan kaçarak aşkı, kocasından ayrılarak sevgiyi, çocuğa zamanı olmadığını söyleyerek anneliği değersizleştirmiş, başka hayatlar peşinde koşarken adeta yaşamayı reddetmişti.

“Bir fotoğraf okşanmaktan yıpranır mı? Başına birşey gelmeden kaldırayım.”

Deyip çantasına özenle koydu. Buket, kocaman yüreğinden gözlerine oradan da parmaklarına giden o büyülü enerjiyi izledi. İşte o anda, her şeye rağmen Ümmani Hatun’un yaşama nasıl sarıldığını anladı. Daha önce çok kez tatmıştı acıma duygusunu. Bu başkaydı. Ümmani Hatun onu, hayattaki en önemli ya da belki de tek şeyin, aşkı yaşamak olduğu gerçeğiyle yüzleşmek zorunda bıraktı. Çünkü Buket aşkı bilmiyordu, aşkın hiçbir türünü tanımıyordu. Hayata tutunmak için aşkın varlığının önemine inanmazken Ümmani Hatun‘u hayatta tutanın bu olduğunu anlayınca aslında hiç yaşamamış olduğunu fark etti.

“Birer çay daha içer miyiz? Nevzat’ı anlatın bana biraz daha.”

“Ne anlatayım. Dediğim gibi. Çocukları gelir bana. Benim çocuklarımmış gibi severim. O günlerin akşamında ağlarım sabaha kadar. Bunu sana söylüyorum.” Dedi ve sustu.

Bir daha Nevzat’ı anlatmayacaktı. Çünkü eğer anlatırsa, hayalinde yaşattığı, yalnızlığının içinde kalabalıklaştırdığı fotoğraftaki genç kızın hayallerindeki güzellikler kaybolurdu. İşte o zaman yaşayamazdı Ümmani Hatun.

“Çok yoruldum, gidip uzanmak istiyorum…”

Bunu söylerken, kuş gibi titrek elleri çantanın üstündeydi; içinde sakladıklarını sımsıkı tutuyordu.

Hiç yorum yok: