KİBRİN TAŞ TARİHİ
Yeryüzünün bir yerinde aklın alamayacağı
kadar uzun bir sahil. Güneş neşeli bir top bu sahilde. Gökyüzü evrenin
sonsuzluğunu gösterecek kadar berrak ve mavi. Sahilde geziniyor pelerinli bir
kadın. Dur durak bilmeden çakıl taşı topluyor. Elinde tuttuğu şeffaf poşetin
içi, küçük bir çocuğa oyuncak, sevgililerin utangaçlıklarını örtmeye çabalarken
ellerinde oyalandıkları taş olmak isteyen onlarca taşla dolup taşıyor. Pelerinli
kadın, avucuna her aldığı taşı ovalıyor, beğenmeyince fırlatıyor bir tarafa.
Ortalık savaş alanı. Taşlar kanamaz ama hisseder. Onlar canlıdır, duyguları
vardır. Tüm taşlar endişe içinde, sıra kime gelecek, kim koparılacak bu cennet
gibi sahilden…
Birbirini çok seven iki taş; Pırıl ve
Alacan. Olup bitenler Alacan ve Pırıl’ın umurunda değil. Deniz bardaktaki su
kadar durgun. Sahilin kavisi balıketinde bir ananın kalçaları gibi dingin. İki
güzel sevgili, Pırıl ve Alacan. Uzanmış, tuzlu suyun vücutlarını okşayıp
geçmesinin keyfini çıkarıyor. Birden hava hırçınlaşıyor, öyle ya sahil güzel
olduğu kadar coşkulu da. Dalgalar büyüyor. Alacan' ın teni üzerinden akan
köpükle parlıyor. İşte o anda taş toplayan o pelerinli kadın onu görüyor,
Alacan’ı. Elleri bir pençe gibi üstüne konuveriyor. Ayasının nemiyle hunharca okşamaya
başlıyor. Uzaklaşıyor. Alacan kadının parmaklarının arasında. Korkuyla sahile,
Pırıl’a bakıyor. Pırıl çığlık çığlığa, “Gitme! Nereye götürüyorsun onu? Beni
de alın!” diye bağırıyor.
Kadın aradığını bulmuş olmanın sevincinde.
Pelerinini rüzgârda savurarak sahilden çıkıp gidiyor. Böylelikle Alacan başka
bir hayata doğru yola koyuluyor. Pırıl arkasından günlerce ağlıyor. Artık
yapayalnız. Bir anda tepetaklak oluyor her şey, boş ve anlamsız geçiyor zaman.
O kadar çok sıkılıyor ki kâbuslar görüyor. Alacan’ın muhteşem güzellikte bir
yere götürüldüğünü ve onu unutacağını düşünmeye başlıyor. Ve gün geliyor, gitmeyi
o da çok istiyor.
"Benim orada olmam gerekiyor. Gitmeyi
isteyen o değildi bendim." Demeye başlıyor yanındaki çakıl
taşlarına.
"Ne olursa olsun
gitmeliyim!"
Bahar geliyor sonra yaz. Zaman masalsı
sahilin dingin yavaşlığıyla ilerlerken Pırıl taşların altına
gömülüyor. Sahile gelen insanlar ne üzerine oturuyor ne de onu eline
alıyor. Pırıl sonsuz bir hüzünle uykuya dalıyor. Derken bir gün, o aynı
kadın sahile geliyor. Pırıl'ı taşların altından çekip alıveriyor.
Kendine geldiğinde etrafına
bakınıyor. Çevresinde bir sürü taş var fakat burası sahil değil. Karanlık,
sessiz ve cansız bir yer. Tenine dokunan kadife yumuşaklık çok farklı; hem
ürkütücü hem de heyecan verici. Hoşuna gidiyor ve neşeyle yuvarlanıyor, bir
sağa bir sola.
‘Başardım işte buradayım. Alacan,
geldim... Bu yumuşak yerin üstündeyim ben de!"
“Alacan neredesin? Beni
unuttun mu yoksa? Benim Pırıl...”
Kimseden çıt çıkmıyor. Tekrar
sesleniyor,
“Alacan’ı gördünüz mü?”
“Alacan diye biri yok burada. Burada
olacağını nereden biliyorsun?” diye soruyor, yaşlı olduğu küçüklüğünden belli
olan bilge bir taş. Taşlar yaşlandıkça küçülür ve yok olunca ölür.
“O çok önce geldi buraya!” diyor Pırıl ve
bağırmaya devam ediyor, “Alacan neredesin?”
Yaşlı taş babacan bir tavırla, "Çok
büyük bir dünyadasın. Arkadaşını bulman hiç kolay değil," diyor.
“Buradan başka bir yer de mi var?"
"Bilmediğin çok şey var.
Karışık, tehlikeli bir yerdesin. Kendini korumalısın.”
“Neden korumalıyım?”
O sırada bir el tepeden inip yaşlı taşı
alıyor. Pırıl bakakalıyor arkasından. Söyleyeceği pek çok şeyi diyemeden
gidiyor sevgili yaşlı taş. Pırıl bir bakıyor ki, bu dünya düşündüğü gibi değil.
Güneşin ve rüzgârın olmadığı, kuşların gökyüzünü kanatlarıyla çizmediği,
karanlık bir dünyada. Her şey sönük, ölü gibi sessiz, boğucu ve korkutucu.
Zaman geçiyor, aylar belki yıllar dolusu zaman kaybolup gidiyor. Pırıl çok kötü
hissediyor, yanmış bir dal gibi kuru. İyodun üzerinde bıraktığı yol yol
ışıltısını kaybeden, dalganın değmediği bir köşede unutulan zavallı bir taş
gibi.
“Hiç güneş doğmuyor. Böyle ne kadar zaman
geçiyor anlamıyorum. Yüzyıllardır buradayım galiba…”
Derken bir gün, yaşlı taş
gittiğinden beri ilk defa, ortalık aydınlanıyor. Bir kadın çıkıyor ortaya. Aynı
kadın olduğunu düşünüyor Pırıl. Kadifenin üstündeki taşlardan birini eline
alıyor. Sonra bir tane daha. Bir tabloya yapıştırmaya başlıyor. O kadar büyük bir
tablo ki, tüm duvar taşlarla doluyor. Onları boyuyor. Kırmızı, mavi, yeşil,
sarı, turuncu, mor yollar yapıyor.
“Bu gökkuşağına benziyor,” diyor ve
heyecanlanıyor Pırıl.
Tüm taşlar yerleştirilirken, Pırıl
kadifenin üstünde kalıyor. Hırsı bir kat daha artıyor. Ne o çok sevdiği
yumuşacık kadife yer, ne Alacan. Artık tek amacı tablonun üstünde olmak. O da
gökkuşağının renklerine bürünebilir, çekici bir taş olabilir. Hiçbir şey bundan
daha önemli değil...
“Beni eline al. Ben de tabloda olmalıyım.
Burada tek başıma kalamam…”
Derken sonunda Pırıl tablonun en üstüne
yerleştiriliyor. Gece kadar karanlık oluyor Pırıl. Diğerleri gökkuşağı
renklerine boyanırken o siyah oluyor. Kadın her gün onu okşuyor, fırçalıyor ve
parlatıyor.
Gecenin Gökkuşağı tablosu, göz kamaştırıcı
parlak ışıklı bir yere götürülüyor. Burası hiç karanlık olmuyor. Önünde durup
onu izleyen bir sürü insan. Gözlerinde kendini ve insanların büyülenerek ona
baktığını görüyor. Onlar tabloyu övdükçe Pırıl en güzel ve biricik olanın
sadece kendisi olduğuna emin oluyor.
“Bir zamanlar ayaklar altında
eziliyordum. Şimdi bakın bana! En değerli taş benim.”
Diğer taşlarla arası açılıyor iyice.
Onlara büyüklük taslamaya başlıyor.
“Benim sayemde buradasınız. Ben bir
taneyim, tekim. Olmasaydım bu tablo bir hiç!”
Sürekli küçümseyen aşağılayan sözler
söyleyip kendinin övülmesini isteyen küstah bir taşı kim sever? Onun üzgün,
kederli yalnızlığını paylaştığı diğer taşlar böylesine alçaklık yapmasını
nefretle karşılıyor ve onu içlerine almıyorlar. Her geçen gün büyüyen kibrine
kimse engel olamıyor. Korkutucu ve dehşet verici yanılgının farkına varmasına
artık imkân yok.
“Herkes bana bayılıyor. En gözde
benim. Ben olmasam bu tablo bir hiç…”
Bir gün kadın elinde başka bir tablo
getiriyor. Pırıl’ı duvardan alıp yeni tabloyu asıyor.
“Neler oluyor, sen ne yaptığını
sanıyorsun? Beni indiremezsin!”
O sırada bir kırılma anı oluyor ve Pırıl
boşlukta savruluyor, kendini tablonun dışında yerde buluyor. Diğer tablonun
üstünde onu görüveriyor. Alacan’ı. Her zamankinden daha parlak, renkli ve
görkemli. Alacan’ı görünce tek anımsadığı mutsuzluğu oluyor, yalnız ve çaresiz
geçen günleri.
“Sahilde insanlar seni ellerine alıp sevip
oynarlarken bir kenarda durup izlerdim. Keşke beni de ellerine alsalar derdim.
Onlar geçmişte kaldı. Bak şimdi neredeyim…”
Bakışmaların dondurduğu havayı
Alacan’ın sıcak gülüşü ısıtıyor. Pırıl o sıcaklığı aklının derinlerinde bir
yerlerde hayâl meyal anımsayınca tamamen unutmadığını ayrımsıyor ve telaşa
kapılıyor, kekeliyor. Ne diyeceğini şaşırıyor.
“Be-ben de bir ta-tabloyu süslüyorum.
Üstelik b-baş taş-ş olarak. Bak işte orada! Hey! Tabloma koysanıza beni artık!”
“Seni gördüğüme çok sevindim. Az daha
tanıyamıyordum, çok değişmişsin. Buraya nasıl geldin?”
“Sahilden beni de aldı
kadın.”
“Sahile dönmenin yolunu aradım
durdum. Seni çok merak ettim Pırıl. Çaresizdim!”
“Artık çok başarılı bir taşım ben. Burada
en gözde benim.”
Kadın yerden onu alırken, Pırıl Alacan’a
sesleniyor; “İşte, ait olduğum yere konuyorum bak! Çok güzel değil mi?”
Gururlu ve harika hissediyor. Çünkü giden
o, yani terk eden. Çok daha güzel bir yere gitmek üzere olduğunu, Alacan’ın bu
eskimiş yerde kalarak mutsuz olacağını düşündükçe göğsü kabarıyor.
“Bu sefer giden ben oldum, bak. Zavallı
Alacan. Üzülme sen de bir gün iyi bir yerde olursun belki.”
Alacan arkasından sesleniyor.
“Kal benimle, atla! Ben de atlarım.
Sahilimize geri dönelim.”
“Ben buraya aidim, anlamıyor musun? Sahile
dönmem artık. Hoşça kal.”
Tablo ilk zamanlardakinden daha izbe ve
kötü kokan bir yere konuyor. Kadın gidince zifiri bir karanlığa bürünüyor her
yer. Pırıl zamanın ne hızla geçtiğini bilmeden beklemeye başlıyor. Sahilde Alacan
ile yeniden birlikte olmak yerine Pırıl tablonun üstünde bekliyor, yıllarca,
yüzyıllarca bekliyor.
“Hey bakın, ben olmasam siz bir hiçsiniz.
Baksanıza! Tablonun en gözde taşı benim!”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder