22 Ağustos 2022 Pazartesi

Öykü: Ele Geçirilen Ev


ELE GEÇİRİLEN EV

Kapıda başladı soyunmaya. Kolundaki saatten kurtuldu önce,  yani zamandan. Zaman, evindeyken tıpkı bir bulut gibi yayılıyor ve gevşiyordu. Saçını sımsıkı tutan tel tokayı, özel dikim bluzu, ipek pantolonu, dantelli sütyeni çıkardı sırasıyla.

Yorgundu ve ihtiyarlamaya hevesliydi Beyhan. Dile kolay kırk yıl. Sanki başkasına ait bir hayatı ona vermişlerdi. Yabancıydı kendine. Gün bittiğine göre artık maskelerini çıkarabilirdi. Altında başka bir yüz daha, onun altında bir tane daha. Otoriter, eğlenceli, iyimser, işkolik, mutlu, güçlü. Her biri için ayrı birer maske. Tepkisiz, donuk, ürkek bir sokak kedisi kadar çıplak gerçek yüzü ortaya çıkana kadar hepsini düşürmeliydi yüzünden. Tek tek, sırasıyla.

Ev…

 Dökülmeye yüz tutmuş, bakımsız ve yalnız bırakılmış duvarlar, vücudu. Her yerde yığılı onlarca anı ve insan kokan eski eşyaları ise ruhu. Ev Beyhan’dı, sonuna kadar yaşayıp ölmeye yemin ettiği yerdi bu ev. Onun mabediydi.

Duvardaki  fotoğraflar…

Yerleri değişmemişti yıllarca. Yunus balıkları ile yüzerken çekilmiş fotoğrafı, lime lime olmuş fakat duvarla öyle bütünleşik ki, fotoğraf oradan koparıldığı anda duvar, yalnızlığını büyük bir yıkıntıyla gösterir. Fotoğrafın dış yüzeyinin zavallı görünümünün aksine, gösterişli yunusun soğuk, parlak, kaygan, dehşet verici görkemli bedeni ve tatlı sevecenliği capcanlıydı. Binlerce kez olduğu gibi Beyhan yine hissetti, parmaklarını üzerinde gezdirirken. Babasıyla en mutlu olduğu an buydu herhalde. Düşünüyordu, yıllarca düşünmüştü, o günden daha mutlu bir anı, küçücük bir gülümseyiş bile anımsamıyordu.

Babası...

 “Dikkatli tut bakalım, ufaklık. Fotoğrafı duvara çivileyelim güzelce. Yunus balıklarıyla ne güzel yüzdük değil mi?”

“Her geçen gün daha çok benziyor sesim. Bu an’ı biteviye duyguların düzeninde, tekrar tekrar yaşıyorum Anımsamak istemiyorum artık!”

Birden elini fotoğraftan çekti;

“Beni neden yanına almadın? Küçücüktüm, neden bıraktın?”

Kitaplıklı odadaki tablo...

Annesinin yaptığı soluk, gerçeküstücülüğün berbat bir kopyası gibi görünen tablo duvarda eğri şekilde asılıydı. Tabloya baktı, tutarsız bir kahkaha attı. İsterik ve tekinsiz bir gülüşle;

“Nefretimi nasıl da çizmişsin. İçindeki nefret, şimdi bana geçti. Bu tabloya bakınca seni değil kendimi görüyor olmak. Bir ayna gibi. Duvara kanlı çivilerle çiviledim ben bu tabloyu. Nefretimin kanı ölü bir böcek gibi yapışık… Doğmamı neden bu kadar istedin ha baba? Beni istemeyen bir kadına bıraktın ve beni terk ettin! Onu değil beni. Ona benzediğim için değil mi? ”

Annesi...

“Sen istedin diye bir çocuk verdim sana. Giderken götür onu da. Bana değil, sana ait bir kız çocuğu…”

Babası arkasına bakmadan çekip gittiğinde, kapıyı tükürükleriyle bulamıştı annesi. Ağdalı, kanlı o sözler kapıda yıllardır duruyordu. Arkada kalan en büyük yıkımdı Beyhan. Aslında terk ettiği Beyhan’dı.

 “Sen de istemedin beni baba! Ne kaldı bana? Hislerim dondu, yüzüme taktığım maskelerle yaşadığım yalnız bir hayat. En kötüsü de ne biliyor musun baba? Benim farkımda olamayacak kadar hasta, anne olamayacak kadar bencil, ruhsuz bir anne...”

Annesi öldüğü gün başladı maske takmaya. Kararmış ölü bedene baktı ve ilk maskesini taktı.

Döşemesi yüzülmüş koltuğa oturdu. Tozlu masadan, Cortazar’ın okunmaktan yorulmuş kitabını çekti. 

Ele Geçirilen Ev…

Öyküyü, ezbere okunan dua, bir ayinin serenadı ya da plakçalarda takılı kalmış şarkı gibi okudu. Sonra, sözcükler ağzından çıkıp kulağını doldurdukça ağlamaklı duran dudakları neşemsi bir yayvanlığa evrildi. Odaya doğru bağırarak, 'Yemekte sana ne yapayım? Babacığım...'

Birden yüzü asıldı, sesi yükseldi; 'Yine mi aynı konu. Bırakamam onu, babam o!  Koca ev, hepimize yetiyor işte.' 

Delinmiş yerlerinden sararmış, babasından gelen mektuplar vardı masanın üstünde. “Mektuplarla kendini affettiremezsin!”

Kitabı fırlattı. Mektuplar yere saçıldı. Korkunç bir şey yapmış gibi ürkerek eğilip topladı. Kalın ucuyla vibratör çıktı ortaya. Birden ev kalabalıklaştı, yüzleri olmayan insanlar etrafına doldu. Kuytusuna aleti ittikçe kalabalık ona daha çok yaklaştı. Ağzına bakıyorlardı. İçine gireceklerdi. Hızlandı.

“Sevilmeye hakkın yok senin.”

 ‘Hiç yakışıyor mu! Hayır hayır…’

 ‘Bir sigara içeceğim’  Aleti çıkardı, attı bir kenara. Kalabalık, onu izlemeye gelenler daha ilginç bir şey göremeyeceklerinden, hızla yok oldu. Balkona çıktı.

“Of anne. Yine bitirmişsin sigaralarımı. Sana kaç kere sigarama dokunma dedim.”

Evin önündeki üç ağacın görkemli duruşlarının gölgesinde, pakette kalan son sigarayı yaktı.

Ve ağaçlar.

Üç ayrı ırktan üç ağaç vardı evin önünde. Beyhan doğmadan çok önce dikilmişlerdi oraya. Kayın, gürgen ve dişbudak. Mabedin gizeminden onları ayırması imkânsızdı. Her şeye şahitti onlar. Ağaçları izleyerek büyük nefeslerle sigarasını çekti, külünü aşağı salladı. Derken bir gürültü duydu. Konuşma gibiydi fakat insan sesine benzemiyordu. Ağaçların dalları evin içine doğru yürüyorlardı. Sonra, yaprakların her birinin üzerinde açılıp kapanan canlı gözler gördü.

“Bu da ne?” Yapraklar, rüzgâr olmadığı halde kuvvetlice hışırdadı, gözler açılıp kapandı. 

“Artık gitsen,” dedi ses.

Ürktü, telaşla içeri girdi. Ne olduğunu anlamaya çalışıyor, balkon kapısının arkasında saklanıyordu. Ses, alaya alırcasına bir gülüşle;

Sen artık gitsene diyorum. Sıkılmadın mı bana bakmaktan? Ben senden çok sıkıldım. Senden, bu evden, içindeki köhnelikten. Arkadaki ağaçlar canlı evlere bakıyor. Bense senin sıkıcı hayatına…”

Bir kayın söyleniyordu bir gürgen, ardından dişbudak. Şaşırdı. Aynı anda meraklandı. Onlar çok eski dostlardı. En sonunda konuşmaya karar vermişlerdi. Tanıyordu onları.

“Nereye gideceğim? Hem size ne! Hayatımı görme hakkını verdim tamam, ama karışma hakkınız yok!”

“İşte kendin dedin. Görüyoruz hayatını. Bomboş geçiyor. Hiçbir şey yok. Karşıdaki limon dedikodunu yapıyor. Maskeli kadın bugün hangi maskesini takmış diye dalga geçiyor. Ev halini merak edip bize soruyorlar. Merak etme söylemeyiz bir şey. Sen babandan yadigârsın bize. Sahi sen neden takıyorsun bu maskeleri? Kendini görmemek için değil mi?”

“ Böyle yaparak annene benziy…”

“Onun gibiyim işte siz de biliyorsunuz.”

“Hayır. Sen annen değilsin. Sana davrandıklarıyla kendini ölçtün hep. O ilgisiz biriydi. Bu yüzden mi kimseyi yanına yaklaştırmıyorsun. -Onun gibi olduğunu düşündüğün için.- Yalnızlığı ve kendine acımayı bu kadar mı sever bir insan? Ağaçlar bile yalnız olmayı sevmez...”

Saatlerce dinledi onları. Güneşin ilk ışığı yeryüzüne sızdıkça yaprakların gözleri bir bir kapandı. Sonra gözler yok oldu. O sabah sıradan bir gün gibi maskesini takıp evden çıktı. Akşam olunca öbür günlerden farklı bir hevesle ve bunun şaşkınlığıyla geldi eve. Yapraklar yine göz göz açıldılar. Gece boyu çocukluğunu, babasını anlattılar ona. Ağaçlar evin yerini almıştı sonunda, hatta onlar daha fazlasıydı. Çünkü canlıydılar, konuşuyor, anlatıyor ve dinliyorlardı. Böyle günler geçiyor, bu olağanüstü olaya tutkuyla bağlanıyordu.

O son akşam soluduğu nefeslerin ağırlığı daha bir çökmüştü eve. Balkona çıktı, ağaçlar yerlerinde yoktu. Birden gitmişlerdi. Üç ağaç, yıllardır orada görkemiyle dururken kesilmişti durduk yere.   “Allah kahretsin. Allah kahretsin… ' diye söylenirken yere çöküp kaldı. Kayın olanı direnmiş olmalıydı. Dalları pencereye çarpıp camı kırmış, içeri birkaç yaprak demedi savrulmuştu.

 “Çığlıklarınızı duyuyorum. Allah kahretsin her şeyi, herkesi…”

Avuçlarının arasına dalı aldı, nefesiyle canlandırmaya çalıştı. Artık çok geçti. Yapraklar kararıyor ve büzüşüyordu. Üç beş  fazladan araba için çoraklaştırılmış toprağın cehennemsi sıcağı yüzüne vuruyordu. Ağaçların olduğu yerde acıtıcı bir boşluk vardı. İçi çok acıyordu. Yere çöktü. Kıpırdamıyor, nefes almıyordu. Adeta ölmüş bir vücuttan bakan donuk gözleriyle ağaçlardan kalan boşluğa saatlerce baktı. Sonra birden, pencerelere duvara vurmaya başladı çıplak elleriyle. Koltuklara, aynaya, tablolara.

“Neden, neden? Neden gidiyorsunuz? Ne var bende…”

 “ Artık dayanamıyorum. Yapamıyorum. Baba yapamıyorum…”

Soğuk bir rüzgâr esiyordu. Bunu ilk kez duyumsadığında alnından akan sıcak ter buz gibi olmuştu. Titriyordu. Yavru kedi gibi ıslak ve ürkek yerde öylece kaldı. O sırada alaca karanlığın içinde cam kırıkları arasında yüzünü görüverdi. Gözleri, aynı yaprakların üzerinde beliren gözlerdi. Uzunca baktı, onundu o gözler...

“Siz haklıydınız, ben kimse değilim. Ben benim.”

Ayağa kalktı. Kurtarabildiği yaprakları hassas bir nezaketle Cortazar kitabının arasına yerleştirdi. Kitabı yıllardır koymadığı rafa kaldırdı. Dağılmış mektupları topladı, kutuya koydu. Yunuslu fotoğrafı eğri yerinden aldı. Dolabın arkasına sakladı.“Ben sen değilim. Senin gibi olmayacağım.”

Akan yaşlarını sildi. Yüzünün hassas yumuşaklığını hissetti. Hâlâ canlıydı ve güzel. O andan itibaren bir şeye geç kalıyor gibi aceleciydi ve üzerine serili toprağı atıp dirilmeye hazırlanan bir ölü gibi soğukkanlı. Çekmeceleri  karıştırmaya başladı. “Çarşaf işimi görür...” 

Çarşafın üzerindeki solgun çiçek deseni ve ağır naftalin ile karışık ıslak bez kokusunu ilk kez duyumsadı. “Nasıl bir koku bu?” diye bağırdı;“Bunca yıl bu kokuyla nasıl yaşadım ben…”

Onda saklı kalmış, ruhunun kuytularında beslediği o büyük yalnızlığı teninden fırlatıp atmaya öyle hazırdı ki; ailesine ve ona yaşattıkları büyük değersizliğe artık tahammülü kalmamıştı. Hemen oracıkta, içi boşalana ve durulana kadar kustu. Adeta bedeniyle birlikte ruhu da boşalmış, temizlenmişti.

Çarşafı aldı, üstüne büyük kırmızı harflerle SATILIK yazdı. Balkona çıktı. Tüm balkon demirlerini kapatacak şekilde çarşafı serdi.

Sabahın ilk ışıklarıyla evden çıkarken aynada yüzüne baktı. Maske yoktu.

Hiç yorum yok: