ELE GEÇİRİLEN EV
Kapıda başladı soyunmaya. Kolundaki saatten kurtuldu
önce, yani zamandan. Zaman, evindeyken tıpkı bir bulut gibi yayılıyor ve
gevşiyordu. Saçını sımsıkı tutan tel tokayı, özel dikim bluzu, ipek pantolonu,
dantelli sütyeni çıkardı sırasıyla.
Yorgundu ve ihtiyarlamaya hevesliydi Beyhan. Dile
kolay kırk yıl. Sanki başkasına ait bir hayatı ona vermişlerdi. Yabancıydı
kendine. Gün bittiğine göre artık maskelerini çıkarabilirdi. Altında başka bir
yüz daha, onun altında bir tane daha. Otoriter, eğlenceli, iyimser, işkolik,
mutlu, güçlü. Her biri için ayrı birer maske. Tepkisiz, donuk, ürkek bir sokak
kedisi kadar çıplak gerçek yüzü ortaya çıkana kadar hepsini düşürmeliydi
yüzünden. Tek tek, sırasıyla.
Ev…
Dökülmeye yüz
tutmuş, bakımsız ve yalnız bırakılmış duvarlar, vücudu. Her yerde yığılı
onlarca anı ve insan kokan eski eşyaları ise ruhu. Ev Beyhan’dı, sonuna kadar
yaşayıp ölmeye yemin ettiği yerdi bu ev. Onun mabediydi.
Duvardaki
fotoğraflar…
Yerleri değişmemişti yıllarca. Yunus balıkları ile yüzerken
çekilmiş fotoğrafı, lime lime olmuş fakat duvarla öyle bütünleşik ki, fotoğraf
oradan koparıldığı anda duvar, yalnızlığını büyük bir yıkıntıyla gösterir. Fotoğrafın
dış yüzeyinin zavallı görünümünün aksine, gösterişli yunusun soğuk, parlak,
kaygan, dehşet verici görkemli bedeni ve tatlı sevecenliği capcanlıydı. Binlerce
kez olduğu gibi Beyhan yine hissetti, parmaklarını üzerinde gezdirirken.
Babasıyla en mutlu olduğu an buydu herhalde. Düşünüyordu, yıllarca düşünmüştü, o
günden daha mutlu bir anı, küçücük bir gülümseyiş bile anımsamıyordu.
Babası...
“Dikkatli tut
bakalım, ufaklık. Fotoğrafı duvara çivileyelim güzelce. Yunus balıklarıyla ne
güzel yüzdük değil mi?”
“Her geçen gün daha çok benziyor sesim. Bu an’ı
biteviye duyguların düzeninde, tekrar tekrar yaşıyorum Anımsamak istemiyorum
artık!”
Birden elini fotoğraftan çekti;
“Beni neden yanına almadın? Küçücüktüm, neden
bıraktın?”
Kitaplıklı
odadaki tablo...
Annesinin yaptığı soluk, gerçeküstücülüğün berbat bir kopyası
gibi görünen tablo duvarda eğri şekilde asılıydı. Tabloya baktı, tutarsız bir
kahkaha attı. İsterik ve tekinsiz bir gülüşle;
“Nefretimi nasıl da çizmişsin. İçindeki nefret, şimdi
bana geçti. Bu tabloya bakınca seni değil kendimi görüyor olmak. Bir ayna gibi.
Duvara kanlı çivilerle çiviledim ben bu tabloyu. Nefretimin kanı ölü bir böcek
gibi yapışık… Doğmamı neden bu kadar istedin ha baba? Beni istemeyen bir kadına
bıraktın ve beni terk ettin! Onu değil beni. Ona benzediğim için değil mi? ”
Annesi...
“Sen istedin diye bir çocuk verdim sana. Giderken götür
onu da. Bana değil, sana ait bir kız çocuğu…”
Babası arkasına bakmadan çekip gittiğinde, kapıyı
tükürükleriyle bulamıştı annesi. Ağdalı, kanlı o sözler kapıda yıllardır
duruyordu. Arkada kalan en büyük yıkımdı Beyhan. Aslında terk ettiği Beyhan’dı.
“Sen de istemedin beni baba! Ne kaldı bana?
Hislerim dondu, yüzüme taktığım maskelerle yaşadığım yalnız bir hayat. En
kötüsü de ne biliyor musun baba? Benim farkımda olamayacak kadar hasta, anne
olamayacak kadar bencil, ruhsuz bir anne...”
Annesi öldüğü gün başladı maske takmaya. Kararmış ölü
bedene baktı ve ilk maskesini taktı.
Döşemesi yüzülmüş koltuğa oturdu. Tozlu masadan,
Cortazar’ın okunmaktan yorulmuş kitabını çekti.
Ele
Geçirilen Ev…
Öyküyü, ezbere okunan dua, bir ayinin serenadı ya da
plakçalarda takılı kalmış şarkı gibi okudu. Sonra, sözcükler ağzından çıkıp
kulağını doldurdukça ağlamaklı duran dudakları neşemsi bir yayvanlığa evrildi.
Odaya doğru bağırarak, 'Yemekte sana ne yapayım? Babacığım...'
Birden yüzü asıldı, sesi yükseldi; 'Yine mi aynı konu. Bırakamam onu, babam
o! Koca ev, hepimize yetiyor işte.'
Delinmiş yerlerinden sararmış, babasından gelen
mektuplar vardı masanın üstünde. “Mektuplarla
kendini affettiremezsin!”
Kitabı fırlattı. Mektuplar yere saçıldı. Korkunç bir
şey yapmış gibi ürkerek eğilip topladı. Kalın ucuyla vibratör çıktı ortaya.
Birden ev kalabalıklaştı, yüzleri olmayan insanlar etrafına doldu. Kuytusuna aleti
ittikçe kalabalık ona daha çok yaklaştı. Ağzına bakıyorlardı. İçine
gireceklerdi. Hızlandı.
“Sevilmeye hakkın yok senin.”
‘Hiç yakışıyor mu! Hayır hayır…’
‘Bir sigara içeceğim’ Aleti çıkardı, attı bir kenara. Kalabalık, onu
izlemeye gelenler daha ilginç bir şey göremeyeceklerinden, hızla yok oldu.
Balkona çıktı.
“Of anne. Yine bitirmişsin sigaralarımı. Sana kaç kere
sigarama dokunma dedim.”
Evin önündeki üç ağacın görkemli duruşlarının
gölgesinde, pakette kalan son sigarayı yaktı.
Ve ağaçlar.
Üç ayrı ırktan üç ağaç vardı evin önünde. Beyhan
doğmadan çok önce dikilmişlerdi oraya. Kayın, gürgen ve dişbudak. Mabedin
gizeminden onları ayırması imkânsızdı. Her şeye şahitti onlar. Ağaçları
izleyerek büyük nefeslerle sigarasını çekti, külünü aşağı salladı. Derken bir gürültü
duydu. Konuşma gibiydi fakat insan sesine benzemiyordu. Ağaçların dalları evin
içine doğru yürüyorlardı. Sonra, yaprakların her birinin üzerinde açılıp kapanan
canlı gözler gördü.
“Bu da ne?”
Yapraklar, rüzgâr olmadığı halde kuvvetlice hışırdadı, gözler açılıp
kapandı.
“Artık gitsen,” dedi
ses.
Ürktü, telaşla içeri girdi. Ne olduğunu anlamaya
çalışıyor, balkon kapısının arkasında saklanıyordu. Ses, alaya alırcasına bir
gülüşle;
“Sen artık gitsene diyorum. Sıkılmadın
mı bana bakmaktan? Ben senden çok sıkıldım. Senden, bu evden, içindeki
köhnelikten. Arkadaki ağaçlar canlı evlere bakıyor. Bense senin sıkıcı
hayatına…”
Bir kayın söyleniyordu bir gürgen, ardından dişbudak.
Şaşırdı. Aynı anda meraklandı. Onlar çok eski dostlardı. En sonunda konuşmaya
karar vermişlerdi. Tanıyordu onları.
“Nereye gideceğim? Hem size ne! Hayatımı görme
hakkını verdim tamam, ama karışma hakkınız yok!”
“İşte kendin dedin. Görüyoruz hayatını. Bomboş
geçiyor. Hiçbir şey yok. Karşıdaki limon dedikodunu yapıyor. Maskeli kadın bugün
hangi maskesini takmış diye dalga geçiyor. Ev halini merak edip bize
soruyorlar. Merak etme söylemeyiz bir şey. Sen babandan yadigârsın bize. Sahi
sen neden takıyorsun bu maskeleri? Kendini görmemek için değil mi?”
“ Böyle yaparak annene benziy…”
“Onun gibiyim işte siz de biliyorsunuz.”
“Hayır. Sen annen değilsin. Sana davrandıklarıyla
kendini ölçtün hep. O ilgisiz biriydi. Bu yüzden mi kimseyi yanına
yaklaştırmıyorsun. -Onun gibi olduğunu düşündüğün için.- Yalnızlığı ve kendine
acımayı bu kadar mı sever bir insan? Ağaçlar bile yalnız olmayı sevmez...”
Saatlerce dinledi onları. Güneşin ilk ışığı yeryüzüne
sızdıkça yaprakların gözleri bir bir kapandı. Sonra gözler yok oldu. O sabah sıradan
bir gün gibi maskesini takıp evden çıktı. Akşam olunca öbür günlerden farklı
bir hevesle ve bunun şaşkınlığıyla geldi eve. Yapraklar yine göz göz açıldılar.
Gece boyu çocukluğunu, babasını anlattılar ona. Ağaçlar evin yerini almıştı
sonunda, hatta onlar daha fazlasıydı. Çünkü canlıydılar, konuşuyor, anlatıyor
ve dinliyorlardı. Böyle
günler geçiyor, bu olağanüstü olaya tutkuyla bağlanıyordu.
O son akşam soluduğu nefeslerin ağırlığı daha bir
çökmüştü eve. Balkona çıktı, ağaçlar yerlerinde yoktu. Birden gitmişlerdi. Üç
ağaç, yıllardır orada görkemiyle dururken kesilmişti durduk yere. “Allah
kahretsin. Allah kahretsin… ' diye söylenirken yere çöküp kaldı. Kayın
olanı direnmiş olmalıydı. Dalları pencereye çarpıp camı kırmış, içeri birkaç
yaprak demedi savrulmuştu.
“Çığlıklarınızı duyuyorum. Allah kahretsin her şeyi,
herkesi…”
Avuçlarının arasına dalı aldı, nefesiyle canlandırmaya
çalıştı. Artık çok geçti. Yapraklar kararıyor ve büzüşüyordu. Üç beş fazladan araba için
çoraklaştırılmış toprağın cehennemsi sıcağı yüzüne vuruyordu. Ağaçların olduğu
yerde acıtıcı bir boşluk vardı. İçi çok acıyordu. Yere çöktü. Kıpırdamıyor,
nefes almıyordu. Adeta ölmüş bir vücuttan bakan donuk gözleriyle ağaçlardan
kalan boşluğa saatlerce baktı. Sonra birden, pencerelere duvara vurmaya başladı
çıplak elleriyle. Koltuklara, aynaya, tablolara.
“Neden, neden? Neden gidiyorsunuz? Ne var bende…”
“ Artık
dayanamıyorum. Yapamıyorum. Baba yapamıyorum…”
Soğuk bir rüzgâr esiyordu. Bunu ilk kez duyumsadığında
alnından akan sıcak ter buz gibi olmuştu. Titriyordu. Yavru kedi gibi ıslak ve
ürkek yerde öylece kaldı. O sırada alaca karanlığın içinde cam kırıkları
arasında yüzünü görüverdi. Gözleri, aynı yaprakların üzerinde beliren gözlerdi.
Uzunca baktı, onundu o gözler...
“Siz haklıydınız, ben kimse değilim. Ben benim.”
Ayağa kalktı. Kurtarabildiği yaprakları hassas bir
nezaketle Cortazar kitabının arasına yerleştirdi. Kitabı yıllardır koymadığı
rafa kaldırdı. Dağılmış mektupları topladı, kutuya koydu. Yunuslu fotoğrafı eğri yerinden aldı.
Dolabın arkasına sakladı.”“Ben sen değilim. Senin gibi olmayacağım.”
Akan yaşlarını sildi. Yüzünün hassas yumuşaklığını hissetti. Hâlâ canlıydı
ve güzel. O andan itibaren bir şeye geç kalıyor gibi aceleciydi ve üzerine
serili toprağı atıp dirilmeye hazırlanan bir ölü gibi soğukkanlı.
Çekmeceleri karıştırmaya başladı. “Çarşaf işimi
görür...”
Çarşafın üzerindeki solgun çiçek deseni ve ağır
naftalin ile karışık ıslak bez kokusunu ilk kez duyumsadı. “Nasıl bir
koku bu?” diye bağırdı;“Bunca
yıl bu kokuyla nasıl yaşadım ben…”
Onda saklı kalmış, ruhunun kuytularında beslediği o
büyük yalnızlığı teninden fırlatıp atmaya öyle hazırdı ki; ailesine ve ona
yaşattıkları büyük değersizliğe artık tahammülü kalmamıştı. Hemen oracıkta, içi
boşalana ve durulana kadar kustu. Adeta bedeniyle birlikte ruhu da boşalmış,
temizlenmişti.
Çarşafı aldı, üstüne büyük kırmızı harflerle SATILIK
yazdı. Balkona çıktı. Tüm balkon demirlerini kapatacak şekilde çarşafı serdi.
Sabahın ilk ışıklarıyla evden çıkarken aynada yüzüne baktı.
Maske yoktu.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder