27 Aralık 2021 Pazartesi

Film Eleştirisi : The Power Of The Dog ( Köpeğin Pençesi)


Filmin Adı: Köpeğin Pençesi
Orijinal Adı: The Power Of The Dog
Yönetmen: Jane Champion
Yapım Yılı: 2021
Eleştiren: Özlem Y. Uçak

Sinema tarihinde Altın Palmiye almış ilk kadın yönetmen olan Jane Champion’in son filmini izledim geçen gün. The Power Of The Dog.

Thomas Savage’in 1967’de çıkan romanından uyarlanmış. Neowestern tarzında ve bana göre çok ilgi çekici.  Filmin izleyiciye yansıttığı atmosfer, ‘western’in üstüne başka şeyler de koyuyor. İçsel gerilimin insan ilişkilerine nasıl yansıtıldığı ile ilgili. Duygular ve hisler yine ön planda. Yani film western gibi görünüyor fakat tam bir drama.

Filmde birbirine zıt iki erkek kardeşin hayatını izliyoruz. Aynı evde hatta aynı odada yaşayan kardeşlerin uyumsuzca sürdürebildikleri hayatı, ılımlı, sevecen daha sempatik görünen George’un ( Jesse Plemons) genç bir anne olan Rose ( Kristen Dunst) ile evlenmesiyle değişir.  


Phil ( Benedict Cumberbatch) ağabeydir. George’a göre liderlik vasıfları daha kuvvetli, herkesin çekindiği, sert biridir. Ama aslında, içine kapalı ve biraz da hassas olduğunu ilerleyen sahnelerde yakalıyoruz. (Tek başına kaldığında gözlerinin dolması.)

Phil, kardeşinin eşi olarak eve yerleşen Rose’a adeta savaş açar Kardeşini kıskanır, ev düzeninin bozulması onu çok rahatsız eder. Rose’u hiç sevmediğini aleni olarak gösterir.

Rose karakterine gelince; onun sorunu bambaşka, başka bir film konusu. Bu film erkek bakışı filmi. Rose’a burada erkek bakışıyla bakmaya çalışıyoruz. Sıkıntılarını alkolle unutmaya ve zayıflığını kapatmaya çalışan, dul, genç, güzel bir kadın. George ile evliliğinin bir aşk evliliği olmadığını biliyoruz. 

 Rose’un 1925 Montana’sındaki kovboy hayatına tamamen zıt yapıdaki genç oğlu Peter vardır bir de.

Peter aslında cerrah olmak isteyen annesine düşkün, idealist bir delikanlıdır. Yumuşak tavırları etraftaki kovboyların ilgisini çeker. Oysa Peter’in içinde yatan bir güç vardır. Görüntüsünün aksine cesur, kararlı ve akıllı bir gençtir. Ve Phil bunu zamanla görür. Phil, maskülen yapısının gücü ve çekiciliğiyle narin genç Peter'i kendi tarafına çekmeye çalışır. Ona at binmeyi, yular örmeyi, silah kullanmayı öğretmeye başlar. Annesinin (Rose'un) yetiştirme şekline ters düşen bir yaklaşım göstererek, genci kendi tarafına çekmek ve böylelikle Rose'un gitmesini sağlamaya çalışmaktır ağabeyimiz Phil'in amacı. 

Phil’in psikolojik bunalımlarını izlerken onun neden böyle olduğunu çözmeye çalışırken buluyoruz kendimizi. Neden bu kadar kaba, soğuk ve sert olduğunu tek başına kaldığı zamanlarda gözlerinden akan yaşlarda görüyoruz. Yalnızlık. Peter’e yaklaşması başlarda Rose’dan intikam almak ve Peter’i Rose'un istemediği şekilde kötü etkileyerek kadının yılmasını ve gitmesini sağlamak. Fakat zaman ilerledikçe aslında Peter’in  zayıf biri olmadığını anladıkça onu sevmeye başlar. Burada bazı ince, gizil kırılma noktaları vardır.

İşte bu esnada birden narin genç Peter’a yoğunlaşıyoruz. (Filmin ilk sahnelerinde, sevimli bir tavşanı öldürüp karnını deşip soğukkanlı bir şekilde onu kobay gibi incelemesi bize Peter’in normal olmadığının sinyallerini vermiyor değil). Peter’in bazı gerçekleri en baştan beri gördüğünü ve bazı kararlar aldığını en sonunda fark ediyoruz!


Phil her gün batımında çitliğin karşısındaki dağlara yansıyan gölgelere bakarak diğer kovboylara orada ne gördüklerini sorar. Fakat onun gördüğünü kimse görmez. Bir gün Peter’a sorar. O bir köpek gördüğünü söyler. Phil çok şaşırır, çünkü o da köpek görüyordur. Köpek pençesi.

Film, sahnelerini tamamlayan müziğiyle birlikte muhteşem bir drama.  Kadın draması erkek draması diye bir ayrım yapılamaz ancak bu filmde Phil’in draması yani bir erkeğin draması var. Bunu düşünmemdeki ana sebep şu oldu; onun yerine bir kadın olsaydı hikâye böyle ilerlemezdi. Bunu iyi ya da kötü anlamda değil sadece erkek ya da kadın bakış açılarının farkını göstermek adına söylemek isterim.

Filmin en etkili yanı, Phil’in sert güçlü duruşu ve kendi başına kaldığında sessizce akan gözyaşları. Acımasız görüntüsünün altında üzgün ve mutsuz bir adamın yalnızlığı.

Diğer etkili yan ise, narin gencimiz Peter'in duruşu ve gizil gücü. Bunu izlerken görmeniz daha keyifli olacaktır...

Film Tom Savage romanının uyarlaması. Yönetmeni bir kadın olunca haliyle kadın gözüyle uyarlama. Sahneler, dekor hepsinde kadın gözü olduğunu hissetmek, hem de bir western için, filme farklı bir hava verdiği kesin.


Western macerası sevenleri, aksiyon bekleyenleri hayâl kırıklığına uğratır mı bilmiyorum fakat iyi bir drama, iyi bir içsel bakış ve çözümleme uyarlaması sevenleri asla hayâl kırıklığına uğratmaz. Görüntülerin sade, rahatlatıcı ve dingin olması o dönemi yansıtıyor ve bizi filmin içine tamamen sokuyor. Siz de izleyin ve 1925 yılında bir çiftlikte yaşanan bu hikâyeyi keyifle yaşayın.

 

 

4 Aralık 2021 Cumartesi

Başlamak

 

Otizmi ilk duyduğum günü hiç unutmadım. 10 Mart 2018 cumartesi… O gün kreş pedagogunun önerisi ile bir konuşma terapistine gitmiştik. Anne babası olarak amacımız birkaç seansla Kerem’in konuşmasını hızlandırabilmekti. Sağlıklı, sevgi dolu bir çocuktu, anne sütü alıyor, düzenli besleniyor ve uyuyordu. Mutluydu, neşeliydi. Kerem 25 aylıktı ve bir tek kelime, hece dahi konuşmuyordu.

Bu tarihten biraz daha önceye gitmek isterim.

Kerem bir buçuk yaşına girdiğinde babası ona bir araba aldı. Kerem arabaya baktı, altına üstüne dokundu, tekerleklerini elledi ve bir kenara koydu. “hadi araba sürelim”, der eline tutuştururduk, birkaç dakika tutar yine bırakırdı. Ertesi hafta altı parçalı hayvan resimleri olan bir yapboz koydum önüne. İki parçayı birleştirdiğini gördüm. Daha önce hiç yapboz yapmamışken bunu yapabiliyor olması gurur vericiydi. Varsın arabayla oynamasın, topu atmasın, yapbozu yapıyor ya, dedik. Bilmiyorduk, bambaşka sebebi vardı.

 İşte, biz oğlumuzun önemli bir sorunu olmadığını düşünerek konuşma terapistinin yanına gitmiştik. Sadece konuşma konusunda yardım edecek diye düşünüyorduk. Bırakın buzdağının saklı yerini, ufacık kısmını gördüğümüzün bile farkında değildik. Otizm hayatımıza çoktan girmişti. Ya da şöyle demeliyim, otizm hayatının içine biz giriyorduk.

“Siz bir test yaparak bunu nasıl çözdünüz, nasıl anladınız? Diye sordum. İlk aklıma gelen soru bu olmuştu, “nasıl anladınız?” Aslında bu soru şu demekti, yanılıyorsunuzdur belki, yaptığınız test ve teşhis yanlış olamaz mı?

Ama maalesef yanlış değildi.

Kerem oyun bölümündeki oyuncaklarla oynarken, uzman arada Kerem’e sesleniyordu, o dönüp bakmıyordu. “Sevdi oyuncakları”, dediğimi hatırlıyorum. O an uzmanın yüzündeki ifadeyi hiç anlamamıştım ama şimdi biliyorum, o ifade kaygıydı.

Biz görüşmeden çıktık. Bu adam ne dedi öyle dedik, birbirimize. Otizm de nereden çıkmıştı? İşte o cumartesi bizim hayatımızın değişmeye başladığı ilk gün oldu.

Kerem oyuncaklarla oynamaz, adına bakmazdı. Oturduğu yerde ileri geri sallanmasının, gece ağlayarak uyanıp uykuya saatler sonra dalmasının sebebinin otizm olduğunu öğrendiğimizde bunun durdurulması gereken tehlikeli bir canavar olduğunu anlamıştık. Biz onu susturmazsak o oğlumuzu gücü altına alacaktı.  

RAM’dan (Rehberlik Araştırma Merkezi) çıkacak raporu beklemedik. Hiç vakit kaybetmememiz gerekiyordu. Özel eğitim merkezimizle ( Özem Özel Eğitim Merkezi) iletişim kurduk ve derslere hemen başladık.

Kerem sınıfta öğretmenle yalnız kalamıyor, sandalyede oturmuyor, masadaki materyallerle ilgilenmiyor, göz kontağı kurmuyordu. Konsantrasyonu hiç yoktu. Oyuncaklar hiç ilgisini çekmiyordu. Sadece bir materyal eline alıyor ve yalnızca onunla ilgileniyordu. Özel eğitimcimizle sıkı ve yoğun bir program başladık. İlk derslerde ben de girdim. Hem yapmam gerekenleri öğreniyor hem de Kerem’in dikkatini derse yoğunlaştırması için yardım etmeye çalışıyordum. Böyle haftalar geçti.

Kerem 3 yaşına girmişti. Her şey öyle yavaş ilerliyordu ki sabretmek çok zordu. Hayâl kırıklıklarıyla doluydu her günümüz. Onu anlamakta güçlük çekiyorduk. Onun bizi anlamakta daha da zorlandığını görüyor bundan dolayı kendimizi çaresiz hissediyorduk. Sonra bir gün Kerem’e ismini söyleyince, dönüp baktı. Bu bir mucizeydi. Sırf bunun için aylarca uğraşmıştık. Emeklerimizin karşılığını almaya başlıyorduk. Daha yoğun eğitim alarak açığımızı kapatmalıydık. Haftada 2 ders ile başladığımız eğitimi 4 e daha sonra 6 derse çıkardık. Yoğun eğitime evden katkı sağlayarak hızla aşama kaydetmesini sağlamak bizim görevimizdi. Bunu yılmadan yapmalıydık ve azimle.

Şimdi Kerem 6 yaşında. Haftada 12 ders alıyor. Artık göz kontağı kuruyor, adına bakıyor. Merhaba diyor. Nasılsın sorusuna iyiyim, diye yanıt veriyor. Kerem çok yol kat etti. Fakat eğitim süreğen bir şeydir. Her aşamadan sonra bir sonrakine geçmeliydik. Bunu ABA eğitimi ile başardık. Kerem, alfabeyi rakamları, renkleri, hayvanları öğrendi. Onları gördüğünde veya duyduğunda anlamlarını biliyor hale geldi. Kerem şu anda adını ve soyadını yazabiliyor. Tek rakamları toplayabiliyor.

Evde yaşadığımız zorluklar o öğrendikçe kolaylaştı. İhtiyaçlarını ifade edebildikçe yaşadığı sıkıntılar ve davranış bozuklukları yok denecek kadar azaldı. İnsanlardan kaçan çocuk kapı çaldığında kapıyı açan ve merhaba diyen bir çocuk oldu. Ne kadar çok eğitim alırsa kendini o kadar iyi ve güçlü hissedeceğini ve hayatını değerli ve güzel yaşayabileceğini çalışarak çözümlenemeyecek bir şey olmadığını bize gösterdi.

Kerem, otizmi ilk duyduğumuz günden bu yana çok yol ilerledi. Bunu özel eğitim sayesinde başardık. Daha çok yolumuz var. Bir yerden başlamak yolun yarısıdır derler. Fakat otizmde başlamak sadece yolun başı. Her ne olursa olsun otizm bitmeyecek bir şey olduğunu biliyoruz ama şunu da biliyoruz ki Kerem onun himayesine girmeyecek. Çünkü bunun için elimizden geleni her zaman yapacağız.

Özlem Uçak

Kerem’in annesi

 

28 Kasım 2021 Pazar

Öykü: Gözleri Kapalı*

GÖZLERİ KAPALI

Öğle yemeği için restorana girerlerken pazarlama bölümünde çalışan Nevra Hanım, gördüğü martının kanatlarındaki renkleri anlatıp duruyordu hâlâ. Martıya bakıp bakıp mutlulukla kahkaha atıyordu. Emsal, kadının yüzündeki sevinçli bön bakışlardan gözlerini kaldırıp telaşsız bir şekilde gökyüzüne çevirdi. O sırada martı pike yaparak denize dalıp çıktı. "Kanatlarında renk mi gördüm dedin? Hangi renk? Martı bu muydu?" Diye sorarken Emsal alay ediyordu. 

"Mutlu mu oldunuz siz şimdi?" deyip kahkahayı bastı Emsal. Başkalarının mutlu olduğunu görmek onu deli ediyordu.

“Kuş işte alt tarafı kuş,” dedi.

Emsal, gençliğinde, evlenirken, çocuğu büyürken, hiçbir zaman, böyle vıcık vıcık bir mutluluk tatmamıştı. Bu neyin kafası? Her şeye de hayranlar! Diye mırıldandı. Doğuştan gelen bir mutsuzluktu onunki. Mutluluğa karşı aşırı bir kızgınlığı vardı.  İnsanlar neden mutlu olsunlar ki, hayatta onu mutlu edecek bir şey yokken.  Kadına, nerede yaşıyorsunuz siz demek, sonra da şöyle dolu bir kahkaha atmak geçti içinden. Ama olmazdı şimdi, ağır, etkileyici, patron tavrına ters düşerdi.  Sonra yüksek sesle, “ her gün gördüğümüz şeyde siz farklı ne görüyorsunuz acaba! ”  dedi.

"Emsal bey siz de amma yaptınız. Niye bozuyorsunuz mutluluğumuzu?"

Restoranda bir masa bulup oturdular. Fakat diğerleri hala martıyı konuşup duruyordu. Çatal bıçakların tabakta çıkardığı sesler Emsal’in gerginliğini daha da artırdı o anda. Neşenize başlayacağım şimdi yeter ya... Birden, kendinden beklenmeyen bir kırılganlık belirdi. Kimse onun bu sebepten sinirlendiğini düşünemezdi ama öyleydi. Çünkü o neşelenmemişti. Şaşkın bakışların arasından restorandan hızla ayrıldı. 

Bir sihir varsa ve havada dolaşıp insanlara değdiyse eğer, Emsal’i sıyırıp geçmişti yine. O her zamanki tavrıyla dalgaya aldı ve onları aşağıladı. Kendini beğenmiş bir adamdı Emsal, kimsenin ona hayran olmadığının da fakındaydı. Bu bilince sahip olduğu için bile seviyordu kendini. İçinde, derinlerde bir yerde, durduk yere mutlu olmak nasıl olurdu diye düşünen bir Emsal vardı var olmasına, içten içe hep merak etmişti bu duyguyu. Fakat ne var ki birazcık da olsa umut ışığı yoktu onda.

Restorandan apar topar çıkınca hemen işe dönmek istemedi. Büyük güzel arabasına kuruldu. Sokaklarda dolaşmaya başladı. Aslında diğer günlerden farkı yoktu; memnuniyetsizdi ve kızgın, her zaman olduğu gibi. Etrafındaki her şey derin bir çukur. Her gün giriyordu bu çukurlara; gün boyu debeleniyor ve daha çok batıyordu. Günün sonunda yorgun, yılmış, kızgın bir adam olarak dönüyordu eve. Ona hiç bir şey yapamıyordu kimse. Çünkü o mutsuz bir adamdı.

Kavşağa geldi trafik ışıklarını beklemeye başladı. Belediye otobüsü yanında durdu. Otobüsün içi insan istifiydi. Daha önce bir otobüsün içine bakmış mıydı hiç? Bu da ilk kez bugün oluyordu. Zorla tıkıştırılmışlardı otobüse ve ölmeyi bekliyorlardı sanki. Bezgin ve ürkek suratları görmekten, üstüne akan donuk bakışlardan pek rahatsız oldu. Madem dolu niye biniyorsunuz. İnsanlar da bir tuhaf, hem yaparlar hem de vah tüh derler. Ağır bir yük taşıyor gibi çöküktü insanların omuzları. Fakat bundan gocunmuyorlardı. Onlarda bir şey vardı, bir güç. Sihir, ya da büyülenmiş gibilerdi. Hayatta tutan şey de bu olmalıydı. Omuzlarındaki yük, ayakta gitmek ve hatta tıkış tepiş bir otobüse binmek, onları isyan ettirmiyordu. Otobüse her gün binmeye devam ediyorlardı, inanılmazdı bu! Derken arabanın boyundan daha kısa bir çocuk camın dibinde beliriverdi. Bir satıcı çocuklar eksikti! Çocuk hızlı bir el hareketiyle elindekini cama uzattı. Duru bir sesle, “hepsini sattım bu kaldı, alır mısın abi?”  Dedi.

Etrafa hare hare bir öfke dalgası yayıldı o sırada. Dalga yayılıyor fakat ne var ki Emsal’i es geçiyordu. Çocuğun yüzü ay kadar berraktı ama bir yandan da gecenin kendisi gibi karanlıktı. Hem güzelceydi hem de soysuz. Sokak hayvanlarındaki tuhaf dinginlik vardı çocuğun halinde. İnce bacaklarındaysa vahşi ormanda koşan küçük hayvanların diriliği.

 Çocuktan kalemi satın aldı. Bunu ilk kez yapıyordu. Sokaktaki çocuktan kalem almak…  Öyle şaşırdı ki kendisine, bu duruma nasıl geldiğini bile anlayacak zamanı olmadı. İşte tam o sırada birden, bambaşka bir şey hissetti. Çocuğun yanağındaki goncayı da o zaman gördü. O goncayı açtıran Emsal’di, çocuğu sevindirmişti.

Arabasını sağa çekip onu izlemeye başladı. Bu da ilk kez oluyordu. Bu çocuğun başka bir havası vardı. Pespaye görünüşüyle gamzesi öyle zıttı ki, ama bir yandan da mükemmel bir uyum; hem hiçbir şeyde görmediği kadar ilgi çekici bir bütünlük, hem de üzerine oturmuş bir darmadağınıklık. Garip bir çocuktu.

Orada olmak ve kalem satmak ona tanrı tarafından verilmiş kutsal bir görevdi adeta. Çocuk bu haldeyken bile gülmeyi başarıyordu. İnanması güçtü hatta imkânsızdı ama öyleydi. Ayaklarında yırtık bezden bir pabuç, üzerinde küçülmüş hırkası ve handiyse günlerdir hiç su değmemiş kapkara elleri ile Emsal’in mutluluk anlayışına kocaman bir ket vuruyordu. Ne kadar güzel gamzeleri var. Herhalde gamzesi beni yanıltıyor… Bu durumdaki birisi asla mutlu olamaz…

Gün boyu aklından hiç gitmedi o gamze. Büyülenmişti. Hislerine anlam veremiyordu ama bir yandan da duygularının akışına kendini bırakmak için durduramadığı bir istek duyuyordu. Ertesi gün onu gördüğü yere gitti. Çocuk yine kalem satıyordu. Yanına gelmesini bekledi. Göz göze geldiler, çocuk onu görünce diğer tarafa geçti. Emsal şaşırmıştı, kolunu camdan çıkarıp eliyle gel işareti yaptı. Evden getirdiği ayakkabıları ona uzattı. Çocuk çekingen ve biraz da merakla yaklaştı.

 "Neden gelmiyorsun çocuk?”

“Abi sen kalem aldındı, ondan.”

Çocuktaki gururlu davranışı umursamayacak kadar kibirli ve gözleri kapalıydı onun. Elindekileri uzatıp,

“Al giy bunları.”  

Çocuk bir ayakkabılara bir ona baktı.

“Pahalı ayakkabıdır. Al giy. Kimseye verme ha. Ucuna pamuk sıkıştırırsın."

Emsal kendi sevecen davranışından  hoşlanmıştı. Çocuk heyecanla aldı, eliyle sağa sola döndürdü.

"...Pamuğum yok."

"Sen de mendil koyarsın o zaman."

Kâğıt mendili yumruk yapıp ayakkabının burnuna yerleştirdi. Giydi ve uzaklaştı. İşte tam o anda meydandan denize doğru uçan martının kanatlarından cıvıltılı bir ışık seli akıyordu denize. Bu muydu yani! İşte yakaladım onu!

 O günden sonra çocuğun gamzesini herkese anlatıp durdu. Finans müdürü Selim Bey, Nevra Hanım çok üzülüyorlardı o çocuklara; ‘ne zaman görsem bir mendil alırım’, dedi Nevra hanım. İnsanlar olduklarından daha merhametli görünmeyi seviyordu. Olmadıkları halde daha iyi kalpli sanılmak istemeleri bencilceydi. Öyle görünmeye çalıştıkça da, bir süre sonra üzerlerine biçilmiş gibi oturuyordu iyilik. Selim Bey, “Çoğu  ev geçindiriyor, kardeş okutuyor” diye devam etti. İçlerinde yaşayarak kazanılmış bilge, olgun bir eda sezinledi Emsal. Böyle olmadığını bildiği halde kıskandı onu; çünkü birkaç mendil alarak vicdanını rahatlatabilmişse o neden yapamıyordu?

Her öğlen, çocuğun durduğu Selimiye’den Kadıköy’e çıkan caddedeki ilk köşeye gitmeye başladı. Sırf görmek ve aldığı şeyleri ona vermek için saatlerce onu bekliyordu. Her gün ona bir şey verdi. Kazak, gömlek, pantolon, eldiven, bere, atkı… Çocuk itiraz etmeden alıp gülümseyerek uzaklaşırken Emsal gökyüzünde bir martı bulup kanatlarına bakıyor ve bunun olduğuna inanamıyordu; çünkü her defasında kanatlarda renkler görebiliyordu.
Gittikçe büyüyen bir alışkanlık haline geldi bu. Onsuz bir gün düşünemez oldu. Gece gündüz, onu nasıl sevindirebileceğini düşünüyor, çeşit çeşit giysiler alıyordu. İş arkadaşları, ailesi ondaki değişikliğin farkındaydı; dingin, sakin rahat bir adamdı artık. Hiç bir şeye itiraz etmemesine kendi de şaşıyordu.

 O gün çocuğun ölçülerinde yeni güzel bir mont ile köşede bekledi. İçi içine sığmıyordu. İşe gitmemiş, gün boyu çocuğun montu giyince nasıl mutlu olacağını hayâl edip durmuştu. Saatlerce bekledi. Çocuk gelmedi. Trafik ağır ilerliyordu. Dura kalka giderken etrafta onu arandı. Zaman ilerledikçe hırsı içini yiyip bitirmeye başladı. Ya bir başkası onu mutlu ederse ve o yüzündeki ilk tatlı tebessümü görmeyi kaçırırsa! Derken, kaldırımdaki bir kaç yayanın aralarındaki konuşmayı duydu. Yolda kaza olmuştu. Büyük bir kaza. Birine araba çarpmıştı.

İşyerlerinden, sokak aralarından şaşkın yüzler o yöne bakıyordu. Kalabalığın arasında kolayca seçilen ambulans görevlisinin ayağının ucuna indirdi gözlerini. Siyah bir şey vardı orada, asfaltın karası sinmişti. Daha yaklaştı. Ayakkabının sol teki yol kenarındaydı. Bu gamzeli çocuktu. Taşlaşmış, büyükçe koyuluklar, yaklaştıkça kan oldu. Belki de yaşıyordur. Hemen montu giydiririm… Telaşla ayakkabıyı aldı. Nevra Hanım pencereden olayı görmüş koşarak bakmaya gelmişti, 'Araba çarptığı anda ölmüş zavallıcık. Ne canı var ki şuncacık çocuğun', diye söyleniyordu.

  "Çocuk ölmüş mü gerçekten?" Emsal sesinin titrediğini hissetti. Çocuğun telaşlı halleri, dağınık gür saçları ve avurtlu yüzündeki o gamze gözünün önündeydi ve canlıydı. Az ileride ayakkabının diğer tekini gördü, hemen aldı.  Gözleri karardı, boğulacak gibi oldu. Arabaya apar topar kendini attı. 

Yok ölmedi. Yok hayır. Olmaz. Bulmalıyım. Başka bir çocuk bulmalıyım! Hemen bulmalıyım! Gözleri ne renkti, boyu nasıldı?

Onun gibi olmalıydı. Hiçbir şey anımsamıyordu.

Adı? Adı neydi?

 Hiç sormamıştı adını. Merak bile etmemişti. Adını bilseydi, anacağı bir şey olurdu belki de. Onu da bilemeyecekti artık. Sokaklarda dolaştı saatlerce. Her köşe başında duruyor uzun uzun çevresine bakıyordu. Bir çocuk bulmalıydı, ayakkabıyla montu vereceği bir çocuk. Bulamıyordu hiçbir yerde bulamıyordu.

Zaman ilerledi. Hava kararmaya başladı. Ama aslında gördüğü renkler bir bir çekiliyor, martı kanatları, gökyüzü her şey eski haline dönüyordu. Emsal adeta sırtından itile kakıla boğucu, siyah boşluğun içine giriyordu. Burası, nefretin ve onun en iyi bildiği şeyin- mutsuzluğun- her tonuyla kaplıydı.

 

22 Kasım 2021 Pazartesi

OTİZM SEN NESİN?

 

OTİZM SEN NESİN?

 

Kocaman bir şey var hayatımızda.  Zor, bilinmez, korkutucu, şaşkınlık verici ve de karmaşık; OTİZM.

Otizm ilk 3 yaşta kendisini gösteriyor. İnsanlarla uygun ilişki kuramamak olarak ifade edilen, sinir sistemiyle ilgili bir gelişimsel bozukluk olarak tanımlanıyor. Beyin faaliyetleri ile sinir sistemi arasındaki bağlantı problemlerinden kaynaklanıyor. Geç fark edilme riski olmasının sebebi otizmin beyinde yaşanan sorunlardan kaynaklanıyor olması.

Kendini dışarıdan çok belli etmez. Boşa sinsi canavar demiyorum. Erken teşhis edilmesi hem zor hem de çok önemli. Genel anlamda erken çocukluk döneminin gelişimsel bozukluğu olması da bundan kaynaklanıyor. Bu öyle bir şey ki üstüne gidilmez ve başıboş bırakılırsa insanın tüm benliğini, hayatını, duygularını ele geçirip kendi kurallarını uygulamaya başlıyor. Çocuk yaşta özel eğitime başlamak çok çok önemli.

Çocuklukta otizmi fark etmek her zaman kolay olmuyor. Zaman zaman yapılan atipik davranışların olağan kabul edilmemesi ve titizlikle gözlemlenmesi gerekir. Örneğin çocuğunuz adını söylendiğiniz ilk anda size dönmüyor veya bakmıyorsa bunu görmezden gelmeyin. “Çocuğum ekâbir, ağır adam ya da uyuşuk, şahsına münhasır...” gibi daha karakteristik tespitler koyup ne yazık ki gevşek davranılabiliyor. Bir diğer yanılgı konuşmanın gecikmesine çevreden ve aileden söylenen gerekçeler oluyor; dayısı da geç konuşmuştu, babası 4 yaşında konuşmuştu gibi. Böyle olunca aileler çocuklarına objektif bakamayabiliyor.

 Elbette her çocuk farklı. Kimi sakindir, kimi hareketli, kimi 1 yaşında kimi 3 yaşında konuşur, bazıları daha çok tepki verir bazıları rahattır. Ama otizm bunların çok ötesinde bir tepkisel bozukluk. Bunun ayrımını yapmak bebeklerde ve çok küçük yaştaki çocuklarda zor. Kişinin uzmanlarıyla bağlantı kurmak bu noktada önem arz ediyor. 

Bir çocuğa otizmli diyebilmek için:

1-    Göz teması kuramıyor

2-    Adına dönmüyor –bakmıyor, her hangi bir tepki vermiyor

3-    Oyuncaklarıyla oynamıyor, etkili ve doğru oynamıyor ( örnekse, arabayı sürmek yerine ters çevirmesi gibi)

4-    İnsanlarla etkileşime girmiyor

5-    İstediği bir şeyi elini/ parmağını uzatarak göstermiyor

6-    Arkadaş ortamında durmuyor ve onlarla oynamıyor

7-    Ellerini gözünün önünde ileri geri sallıyor

8-    Kendi etrafında sürekli dönüyor

9-    Aşırı hareketli veya hiç hareketsiz

10- Çevresiyle hiç ilgilenmiyor ya da seslere aşırı duyarlı

11- Kendi kendine konuşuyor ve oynuyor, arkadaşlarının yanına gitmiyor

12- Sadece tek bir oyuncağı oynuyor

13- Anlamsız zamanlarda çığlık atıyor, ağlıyor veya sebepsiz yere gülüyor

14- Tek bir yere gözünü dikip hiç ayırmadan sürekli bakıyor

15- Korkuyu veya tehlikeli şeyleri bilmiyor, anlamıyor

16- Banyo yapmaktan veya sudan korkuyor

17- Tek çeşit yemek yiyor başka hiçbir şey yemiyor ( örnekse sadece tost yemesi gibi)

18- Sinirlendiği zaman bağırıyor, tuhaf sesler çıkarıyor veya kendine zarar verici hareketlerde bulunuyor

19- Tek çeşit ve renk giymek istiyor ( sadece beyaz tişört giymek veya arabalı kırmızı tişörtünü giymek ve başka hiç bir şey giymek istememek gibi )

20- Geceleri sık sık ağlayarak ya da kriz geçirerek uyanıyor ve gece boyu hiç uyumuyor

21-  Konuşma yaşlarına geldiği halde (2 3 gibi) hiç kelimesi yok

22-  Sorulara yanıt vermiyor ( örnekse aç mısın?)

Bu belirtilerin en az 4’üne sahipse o çocuk otizmlidir. Derecesi farklı olabilir. Otizmin tek tip hali yok. Her insanın farklı ve benzer özellikleri olduğu gibi otizmli bir insanın da birbirlerine benzer yanları ve değişik yanları vardır.

Otizm insan karakterleri kadar çok farklı özelliklere sahip. Otizmin sinsi bir bozukluk olmasının en büyük nedeni kişilik sorunlarıyla veya karakter özellikleriyle karıştırılabilecek olması. Bunun ayrımını yapabilmek için çocuğunu iyi tanımak onu iyi gözlemlemek gerekiyor. Oğlum insanlara dokunmaktan rahatsız olmayan aksine teması seven bir çocuk. Zaman zaman bu da atipik özellikler doğurabiliyor. Örneğin, bir restoranda otururken başka bir masaya gidip oturabiliyor, ya da yolda yürürken yanımızdan geçen yabancı birinin elinden tutabiliyor. Diğer yandan başka bir otizmli çocuk insanlara dokunmuyor ve hatta sert pürüzlü yüzeylere elini süremiyor. Yani her çocuğun otistik belirtileri değişkenlik gösterebiliyor. Kimi çocuk konuşmaz kimi ise güzel konuşur fakat göz teması hiç kurmaz. Kimi tek tip yiyecek yer kimi tek tip giysi giyer.

Oğlum 2 yaşındaydı. Eliyle hiçbir şeyi göstermez gidip onu kendisi alırdı. Ben de kendi işini kendi yapıyor ne güzel der sevinirdim. Sonra bir oyun grubuna başladı. Grubu izlemeye gelen pedagog iki üç gözlemden sonra oğlumun eliyle işaret etmediğini söyledi. Pedagog’a hiçbir anlam verememiş hatta ona sinirlenmiştim. Parmakla göstermek ne zamandan beri geçerli bir hareket oldu. Ayıp sayılmaz mıydı? Ne güzel göstermiyor kendi alıyor dedim. Oysa işin boyutu böyle değildi tabi. Anne duygusallığı ve ilk anne olmanın tecrübesizliğiydi.

Olması gereken olmadığında bunu anlamakta güçlük çekiyor olmak büyük bir suç değil elbette. Daha önce hiç bebek ve çocukla yakın ilişki kurmamış olabilirsiniz. Çocuğun her yaptığı şeyin doğru olup olmadığını anlayamayabilirisiniz. Çünkü her çocuk farklı olabiliyor. Tecrübeler değişebiliyor.

Daha sonra,

Oğlumun, adını söyleyince yanıt gelmemesi üzerine kulaklarını kontrol ettirmeye karar verdik ve bir kulak burun boğaz doktoruna gittik.  Ama sebep o değildi, çok daha büyük bir şeydi!

İlk gittiğimiz yer iyi eğitmenlerin ve profesyonel, işine bağlı dürüst yöneticilerin olduğu bir özel eğitim merkeziydi. Önümüze yepyeni bir hayatın kapısını ilk açacak yer burasıydı ve şanslıydık.

 

 


Ne Yemeli?


OTİZMLİ NE YEMELİ? 

Otizmli bir çocuğun sağlıklı, doğru ve doğal beslenmesi şart. Her çocuk gibi o da kahvaltısını, öğle yemeğini, ikindi atıştırmalığını ve akşam yemeğini zamanında ve doğru şekilde yapmalı. 

Beslenme, bağırsak ve mide sağlığı konularında yazılmış pek çok kitap var. Onlardan birine şu aralar göz atıyorum. Onlarca diyet ve çeşit çeşit beslenme protokolleri var kitaplarda. Birkaç tanesini okudum. Kitapları okudukça anladım ki çoğu protokoller ve diyetlerden uzun vadede doğru yanıt alınamadığı oldu. Yani kısa zamanda olumlu sonuç alınabildiği halde zaman ilerledikçe bu beslenme şekillerinden tam olarak iyileştirici bir çözüm çıkmadığını gözlemledim.

Yani demem o ki, en son söyleyeceğim şeyi başta söylemeliyim:

Ben otizmli bir çocuk annesi olarak otizmi tam olarak iyileştirici bir beslenme şeklinin, bir ilacın ya da bir yöntemin olmadığını düşünüyorum. Beslenme insanoğlunun hayatını kolaylaştırıcı sağlıklı yaşamın yolunu açan en o önemli etken. Bir otizmli için bu çok önemli evet. Fakat otizmi bitiren onu düzelten bir şey değil.   

Bilinmesi gereken şu. Otizmi iyileştirecek tek çare diye bir şey yok, olmadığı için de her çocuğun iyileşmesi için tutulan yol, uygulanan tüm protokoller kendine özgü ve bireysel olmalı. Bu eğitim, beslenme ve kurulan ilişkinin şekline kadar hepsini kapsıyor. Bu yazımda beslenme konusunu anlatacağım için diğerlerine şimdilik değinmiyorum.

Dediğim gibi beslenme elbette önemli. Otizmlinin mutlaka yemesi gereken besinler elbette var; kefir, balık, yumurta, bakliyat gibi. Yememesi gerekenleri saymama gerek yok. Çünkü her nörotipiğin yememesi gereken yiyecekleri onlar da yememeli! Fakat ne var ki otizmli bir çocuğunuz varsa sakıncalı besinleri yememesi konusunda çok katı olmamak gerektiğini düşünüyorum. Neden mi?

Otizmli çocuk diğerlerinden farklı. Ve biz, aile ve eğitmenler olarak onu normal çocuk yapmanın çabasındayız. İşimizin özü bu. Bu noktada ben çocuğuma okulda bir doğum günü yapıldığı zaman sen o yaş pastayı yiyemezsin! Diyebilir miyim ya da demeli miyim? Kimi ebeveyn katı kurallar koyup uygulamaya çalışıyor. Onlara kolay gelsin elbette. Fakat kaş yaparken göz çıkarmamak gerekir. Eğer çocuk yaş pasta yerken diğer çocuklarla iletişim kuracak, eğlenecek ve iyi vakit geçirecekse asıl amacımızın bu olması gerekmez mi?

Hayatımız dengelerden ibaret. Hepimiz için. Otizmli için de bu böyle olmalı. Bugün kocaman bir pastayı yiyebilir, fakat meyve yemez ya da meyve suyu içmez. Diğer gün dört top dondurmayı yiyebilir ama patates yemez ya da sebze yer. Hepimiz, "normal" insanlar böyle yapmıyor muyuz? Kaldı ki otizmli çocuklar yemek konusunda katı bir şekilde seçiciler. Sadece köfte yiyen ya da sadece tost yiyen çocuklar gördüm. Böyle bir durum varken  anne çocuğunu beslemekte çok zorluk yaşıyor. Yalnızca peynir yiyen otizmli bir çocuğa zeytin yedirmeye çalışmanın ne kadar zor olduğunu anneler bilir. 

Onların düzenli olarak Omega 3 ve omega 6 yağ asitlerine çok ihtiyacı var. Bunu sağlamanın tek yolu balık yedirmek. Ya da her gün bir çay bardağı zeytinyağı içirmek.  Yumurtasını zeytinyağında omlet yapmak. Lezzetli olacağı da aşikâr. Bir diğer yöntem günde bir tane (porsiyon) balık yağı vermek. Böylelikle omega3 omega6 yağ asitlerine ve D vitaminine ihtiyacını daha hızlı ve kesin yöntemle kaşılarız. Tatlı son.

Beslenme deyince pek tabi bağırsaklardan bahsetmek gerekir. Otizmin bağırsak sorunlarıyla ilişkili olduğunu söyleyen pek çok kitap var. Otizm Olarak Bilinen Belirtilerden Kurtulmak kitabı bu konudan da bahsediyor. Kitapta çok ağır protokoller ve ilaç kullanımını hakkında bilgiler var. Bana göre otizmi sadece bağırsaklara bağlamak, otizmi çok yanlış anlamamıza sebep olur kanaatindeyim. İllaki bir sebebi olması gerektiğini düşünüyorsak bile bunun bağırsakla ilgili olduğu kanaatine varmak bence fazlasıyla kolaya kaçmak olur. Ona gelene kadar daha önemli bağlantılar yok mu? En önemlisi eğitim, aile, genler ve çevre (Şimdi konumuz bunlar değil. Bir sonraki sayıda yazacağım) Bağırsaklarını düzenli çalıştırırsak otizmden kurtuluruz demek toz pembe bir fikir. Ancak insanoğlunun ikinci beyni bağırsakları ve midesi. Böyle düşününce faydalı bilgiler edinebileceğimi düşünüyorum ve kitabı okumaya devam ediyorum.

Otizmli,  nörotipiklere göre kokulara çok daha duyarlı. Kahvaltı masasındaki besin çeşitliliği çoğumuzun hoşuna giderken otizmli birinin iştahını kapatabilir. Su herkes için kokmayan bir sıvı iken onlar için çok çeşitli olabilir. 

 Oğlum hamburger çok seven bir otizmli. Haliyle yedirmek istediğim, tabi güzel kokan bir yiyecek varsa onu hamburgerin içinde servis edebiliyorum. Klasik anne hilesi. Hafif haşlanmış ve ezilmiş kabağı hamburgerin sosuymuş gibi ekmeğe sürünce hem lezzetli oluyor hem de hamburgerin o bilinen tadını bozmuyor. Mayonez yerine sarımsaklı süzme yoğurt, ketçap yerine pişmiş domates. Turşu, pişmiş soğan ve tabi marul. Bu haliyle en faydalı yiyeceklerden biri haline geliyor ve ana yemeğe dönüşüyor. Hamburgere yapılan hileyi pizzaya yapmak çok daha kolay. Domatesi ve çırpılmış yumurtayı hamura sürüp bol yeşil biber, kapya biber, en az altı tane siyah ve yeşil zeytin ( günlük yenilmesi gereken ) kekik, sarımsak, zeytinyağı, kişniş, karabiber, kış ise ıspanak ve üstünü kapatana kadar bol peynir. Bu da mutlu, lezzetli ve tatlı son. Bırakın otizmliyi normal çocuklarda bile artık illa kereviz veya pırasa yedirmeye çalışmak hem zor hem de çocukların hevesini kaçıran yemekten nefret ettiren bir hale dönüşüyor. Her zaman asıl amacımızın doğruyu yapmaktan ziyade doğruya ulaşmak olması gerektiğini anlamamız gerekir.

Onlar duyarlı, sağduyuları yüksek ve aslına bakılırsa neyin doğru neyin yanlış olduğunu herkesten daha iyi bilen insanlar. Çocuğunuz eğer bir şeyi yemek istemiyorsa bilin ki ona iyi gelmeyecek demektir. Sanılanın aksine süt ve süt ürünlerinin çok faydalı olmadığını söyleyen onlarca bilimsel kaynak var. Glüten ve laktozun insan vücudunu yıprattığı, toksin biriktirdiği, yorduğu ispatlanmış. Eğer otizmli çocuğunuz süt içmek istemiyorsa bırakın içmesin. Oğlum yaz ayı boyunca hiç yumurta yemedi. Zorla yedirdiğim bir gün ishal olduğunu gördüm. Sıcakta vücudunun yumurtayı kaldıramayacağını biliyordu, ben bilmiyordum. Artık hiç bir şey için onu zorlamıyorum. 

Çocuklar yönlendirilebilir elbette. Ama bazen durumu akışına bırakmak daha iyi sonuçlar doğurabilir. Eğer otizmli çocuk kahvaltı etmek istemiyorsa etmesin. Öğle yemeğinde yeni bir tad denemeye hazırlanıyordur belki. Farklı düşünüp başka türlü bakıyorlar dünyaya. Onlara saygı duyup bazen rahat bırakmak, onları tanımak ve anlamak için gerekli olabilir. Bizim onlardan öğreneceklerimizin de olacağını hiç unutmamak gerekir. 

 

3 Kasım 2021 Çarşamba

Başka Öykü: Yedinci Gün- Yazan, Esra Odman İyier

 


YEDİNCİ GÜN 

Ölünün arkasından dua okunur... Toprağa verildiği günden başlayarak yedi gün boyunca evini ziyaret eden ölünün ruhu, dualarla rahatlatılırmış. Yedinci gün geldiğinde burnu düşermiş. Kırkıncı ve elli ikinci günü dua okumaya devam edilirmiş. Ölen kişinin etleri kemiklerinden ayrılırken ruhunun çektiği azap ve acının biraz olsun dindirilebilmesi için. Ruhu huzur bulsun, fazla acı çekmesin diye. Yedisi. Kırkı. Elli ikisi. *** Mutlaka bir şey okunmalıysa ben kitap okumayı tercih ediyorum. O, toprağın altına girdiğinden beri, tam yedi gündür durmadan okuyorum. Sadece, bir şeyler yemek için kalkıyorum. Bir de tuvalete. Neredeyse hiç konuşmuyorum. Bazen limon kolonyası sürünüyorum. Anneme de veriyorum. Ben vermesem onun yerinden kalkıp bir şey alacağı yok. Gözlerini bir noktaya dikmiş, sadece bakıyor. Yüzünde garip bir ifade. Mona Lisa'nın buğulu gülümseyişi. Hangi taraftan baktığınıza bağlı olarak değişiyor. Üçlü kanepeden, Süleyman'ın oynadığı yerden bakınca gülümsüyor. Benim tarafımdan, yani üçlü kanepenin karşısından bakılınca ifadesiz. Eğer tam annemin karşısına geçer bakarsanız, bu sefer de kararmış, hüzünlü bir ifade ile karşılaşırsınız. Bunların oluşması annemin sadece yedi gününü aldı. Yedi günde altı kitap bitirdim. Neredeyse güne bir kitap düşüyor. Galiba, ikinci günü altı saat uyumasaydım toplamda yedi kitap okumuş olurdum. Bugün yedinci günün akşamı. Altıncı kitap; Karamazov Kardeşler bitmek üzere. Onu yedinci güne bırakmamın nedeni, tam da burnun düşeceği, illaki Yasin okunması gereken gün olması. Altıncı kitabı kenara koyup şimdiye kadar okuduğum kitapları bir kâğıda listeliyorum. Elli ikinci günü akşamı okuduğum kitapların hepsinin isimlerini tek tek söyledikten sonra "Âmin" diyeceğim. İlk okuduğum kitap: Anna Karanina. Olayın olduğu dakika, hiç düşünmeden kütüphaneden bu kitabı çekip aldım. Annem ve kendim için. Son yüzyılın en acı çeken aşığına. Aslında bunun yerine güzel bir pembe dizi okumayı tercih edebilirdim. En azından kendim için. O gün, bu kitaba başlamadan beş saat önce annemin telaşlı ayak sesleriyle uyanmıştım. Pazar sabahı erkenden uyanmak âdetim değildir. Galiba uykumu bölen evin sessizliğiydi. Bir de şu uykuyu ağlatan kavrulmuş soğan kokusu. Uykulu gözlerle, ayaklarımı sürüyerek salonun önünden geçtim. Babam kanepesinde oturmuş, elinde gazete, televizyonda haber programı. Sonra mutfağa, soğanın kalbine doğru, yüzümü buruşturarak ve kalkan midemi sakinleştirmeye çalışarak ilerledim. Annem mutfakta kavrulmuş soğana kıymayı boca ediyor. "Sabah sabah, nerden çıktı kıymalı iç yapma işi?" Annem yüzüme bakmıyor. "Baban kıymalı böreği sever." Baban kıymalı böreği sever! Pek bir anlamsız. Yüzümü yıkayıp, soğanla marine edilmiş mideme, ekmek yatağında peynir sunmaktan başka çarem yok. Biraz çayla kendime gelirim şimdi. Babamın, sesi soluğu çıkmıyor. Gazeteyi bir kenara bırakmış, kanepeye yayılmış. Birazdan başlar. İçki şişede durduğu gibi durmuyor ki! Bu hafta iyiden iyiye yormuş adamı. Annem, kıymayı tahta kaşıkla karıştırırken yüzünde yanıp sönen bir mutluluk dalgasının gülümsemesi var. Galiba, tencereden çıkan buhar bana oyun oynuyor. Annem neden gülsün ki? Her şey olup bittiğinde, işte tam da bu sahne geldi aklıma. O zaman Anna Karanina'yı çekip aldım raftan. Sınırlı sayıdaki kitabım arasında en çok okunanlar listesinin başındaydı. Bazı sayfaları ezberlemişim. Kolay bitirdim. Hemen ardından, Don Kişot'u neden okuduğumu hatırlamıyorum. Babamın uykusunu alıp kanepeden doğrulmasıyla, ağzının ve bedeninin ayarı yok ki, attığı küfürlerin haddi hesabı tutulamayınca gözlerimi kapatıp, sıyrılmıştım dünyadan. Yaşadıklarım aklıma gelince Don Kişot'un çaresiz savaşçılığına tutunmuş olmalıyım. O sahneyi nedense çok sonra hatırladım. Annem, dayaktan hiçbir şekilde kurtulamazdı. Babam, beni dövmek istediğinde kendini atardı ortaya, "Ne kadar isterse vursun. Artık acımıyor" derdi. Oysa ona atılan her tekme, tokat, yumruk benim bağrıma çakılırdı. Hiçbir şey yapamadan öylece bakardım sulanmış gözlerle. Babam hıncını alınca, yalpalıya yalpalıya kanepesine giderdi. Annemse, gözlerimin içine bakar, alamadığı nefeslerin arasında "İyiyim merak etme" derdi. Bense ağlayarak, "Annem" diyebilirdim. Onca cümle birikmişken dilimin altına. Otuz yaşında, annesini bırakamadığı için evlenememiş bir kız olmanın laneti, babanın karşısında kendini beş yaşında gibi hissederek, korkmak. Bizim Don Kişot'un savaşçılığı evdeki yelannesiyle, yelkızına... Üçüncü kitabı düşünmeme gerek kalmadı. O hep aklımdaydı zaten. Sabahattin Ali'nin Değirmen isimli öykü kitabı. Özellikle o öykünün devamında yaşananları düşünmeden edemiyorum. Bugüne uyarlanmış bir Değirmen öyküsü nasıl olurdu? Bazen annemle babamı o öykünün kahramanı olarak görüyorum. Babam yakışıklı bir çingene, annem ise güzeller güzeli, değirmencinin kızı. Ama bu güzel kızın bir kusuru var. Kusurlarına rağmen, çingene bu kızla evlenmek için kolunu kesiyor. Aşk... Babam bunu yapar mıydı hiç bilmiyorum. Ama annemi deli gibi sevdiğinden bahsedip dururdu. Çok yalvarmış dedeme. Dedem istememiş evlenmelerini. Olmaz, demiş. Diretmiş. Vermemiş. Hatta başkasıyla nişanlamış annemi. Annemin gönlü babamda olduğu için kaçmış. Evlenmişler. Annem yıllarca babasıyla anasıyla konuşmamış. Babam da hem içmiş hem de yaşananların acısını bir bir çıkarmış annemden. O gencecik kızda tazelenen aşkı, sevgiyi, ümidi, güveni tekmeyle, tokatla silip almış. Annemi yerden yere vurmuş. Annem önceleri sadece ağlamış. Bir de ben dört yaşındayken babam onu ilk defa bıçakladığında şikâyetçi olmaya kalkmış. Sonra, bunların hiçbirini yapmaması gerektiğini öğretmiş babam. Bir zamanlar aşkı için kolunu kesen çingene-babam, şimdi, yaptığının pişmanlığıyla güzel kızı dövüyor. Annem, yufkanın ilk katını tepsiye döşüyor. Ben Değirmen öyküsünü ancak bundan üç gün sonra aklıma getireceğim. Şimdi sadece börek yapan annemi izliyorum. Dördüncü kitap hangisiydi? Süleyman'ın miyavlamasıyla başımı çeviriyorum. Kumların arasında o kadar da heybetli durmuyor babam. Süleyman hoplayıp zıplıyor, yüzünü tırmalıyor, oralı değil. O zaman aklıma bir Kedinin Anıları'nı okuduğum geliyor. Bu sahneye pek uymasa da ismi tam da bizim Süleyman'a göre. Süleyman'ın rolü büyük bizim evde. Özellikle babamı sinirlendirip üzerimize salmak konusunda. Ah şu babamda hayvan sevgisinin yarısı kadar insan sevgisi de olsa. Böreğin dördüncü katı tamam. Şimdi sıra iç harcını dökmeye geldi. O ne güzel bir kokudur öyle. Sabah içimi bulandıran koku şimdi midemin kıyır kıyır olmasını sağladı. Nasıl bir değişkenliktir bu insanoğlundaki. Bir anda, sevdiğin sevmediğin, sevmediğin ise en çok istediğin olabiliyor. Annem, kıyma harcını koyarken, "Tam yirmi dört yaşındaydım beni ilk kez aldattığında" diyor. Aldatmak mı? "Bir de imam nikahlı karısı var. Karşı tarafta." Eliyle denizin ötesini gösteriyor. İlk dayağını ne zaman yemişti acaba? "On sekiz yaşındaydım. Evlendikten sekiz ay sonra. Sana bir aylık hamileydim." Ya sonrakiler? "Hiç unutmam. Bir kardeşin olacaktı. Karnımda hissetmeye başlamıştım oynayışını. Tekme atmıştı tam kuyruk sokumuma. Öyle bir sancı vurdu ki içimden, kan içinde yere yuvarlandım. Yan komşunun kocası olmasa, oracıkta ölürdüm." Ya bıçaklandığında? "İlk seferinde çok acımıştı. Sonraları... Bilmem, unuttum artık." Niye boşanmadın o zaman? "Ne yapardım?" Ne yapardı? İyi soru. Ben bakardım, diyemiyorum. Daha çok küçüktüm. Ama şimdi bakabilirim. "Boşa o adamı. Sana ben bakarım!" "Hadi bırak çene çalmayı da şuradaki kavanozu uzat. Bulaşıkları da yıka." "Ne var bunun içinde, anne?" "Tuz." "Tuz mu?" Elimdeki kavanozda tuza benzemeyen bir tuz, içerde kocaya benzemeyen bir koca. "Hadi bırak soru sormayı da getir şunu. Şimdi kızacak baban." Tuzu bolca harcın üzerine döküyor. Midem gitgide ağzımın içine doğru çıkıyor. Parmağımın ucuyla şöyle bir kıymadan alsam. "Olmaz! Bekle bakalım. Önce baban yiyecek." Bu ne ya? Annem ille de baban diye tutturdu pazar pazar. Her şeyin gitgide garipleştiği bir pazar günü. İşte bu tutturuş aklıma düşünce, altıncı günü öğleden sonra Montaigne okumaya karar verdim. Montaigne Denemeleri'nin yerini hiçbir kitap tutmaz. Yaşam, ölüm, aşk, insan, varoluş... Annem kalan üç yufkayı da tek tek yerleştiriyor tepsiye. Üstüne sütle karışık yumurtayı, bir de maden suyunu boca etti. Yufkalar bir an öfkeyle fokurdadı. Elindeki keskin bıçakla bir boydan bir boya kesti böreği. "İyice içine çeksin sosunu. Fırını da yak. Isınsın." Tepsiyi fırına sürerken babamın homurtusu geldi içerden. Böreğin aşkına şimdilik saldırmıyor anneme. Annem önlüğünü çıkarıp, ellerini kuruladı. Salona, babamın yanına gitti. Bense mutfakta, her an patlayacak bir bombanın heyecanıyla huzursuzum. "Şu kıza söyle, bu ayki maaşını getirsin. Yoksa alırım ayağımın altına. Ayın on yedisi oldu, yahu. Nerede bu para? Ayın on beşi oldu mu, maaş elime sayılacak." Babam, yumruğunu kanepenin koluna vururken, annem sırtını dikleştirip, gözlerini bile kırpmadan oturuyor. Sanki dudaklarında bir gülümseme var. "Unutmuştur. Ben söylerim, hemen getirir." Yerinden kıpırdamıyor annem. Çok sakin. Eskiden olsa soluğu yanımda alırdı. "Kızım hemen ver şu parayı da çıldırmasın baban" derdi. Babam bu tepkiye alışık değil. Saracak yer arıyor. "Üstündekiler ne öyle senin? Yeni mi aldınız? Nerden buldunuz parayı? Yoksa..." Annemin üstünde ne var ki? Neredeyse altı aydır çarşıya çıkmıyoruz. Zaten çıksak ne olacak ki, babam yol parası hariç tüm parama el koyuyor. Mutfaktan kafamı uzatıp annemi görmeye çalışıyorum. Evet ya, eski mavi elbisesinin kollarını kesip, kısaltmıştık. Oradan buradan artan dantellerden de yakasına süs yapmıştık. Ne de yakışmış anneme. Sabah hiç fark etmemişim. Annem, ilk defa babama cevap vermiyor. Usulca yerinden kalkıp mutfağa geliyor. Fırından tepsiyi çıkarıyor. Börek pişti. "Sakın dokunma. Biraz soğusun. Önce baban yiyecek." Annemdeki bu koca aşkı nereden çıktı böyle? "Tamam tamam. Dokunmam, merak etme." Odama gidiyorum. Anlamsızlaşan bir günün devamını odamda kitap okuyup, kazak örerek geçireceğim. Bir de yarın işe giderken giyeceklerimi ütülemem lazım. Karamazov Kardeşler'i okumaya devam ediyorum. Baba öldü. Suçlu Alyoşa mı? Süleyman artık işi abarttı. Babamın tam göğsünün üstüne tünemiş uzun uzun yüzüne bakıyor. Neden bu kadar dikkatli bakıyor? Babam şapırtılar eşliğinde böreğini yiyip, bol şekerli çayını içti. Uzunca bir süre sessizlik oldu. Sessizliği pek tanımadığım için olsa gerek tuhaf geldi. Babam, annem, bizim ev ve sessizlik. Sessizlik uzadıkça uzadı. Kulağım kapıda beklerken, annemin telaşlı terlik sesi kapımın önüne geldi. Annem derin derin nefes alıp, biraz bekledikten sonra kapıyı açtı. Gülümsedi. "Gelsene, kahve yaptım. Şöyle güzel bir keyif kahvesi içelim". "Babam gitti mi?" "Evet. Hadi gel, diyorum." Kolumdan çekiştirerek salona götürdü. Salonun kapısında öylece kaldım. Babam üçlü kanepede hareketsiz yatıyor. Ağzının kenarında beyaz bir köpük. Morarmış dudaklar. Süleyman oralı değil. Bir yandan kuyruğunu sallıyor, bir yandan mırıldanıyor. Annem mutlu. Beni tekli kanepeye oturtup elime kahveyi tutuşturuyor. "Börek yiyemeyeceksin. Baban hepsini yedi" diyor kimsenin duymasını istemediği bir tonda. "Babam!" Süleyman, babamın yüzüne her an hamle yapacakmış gibi bakıyor. Bugün babamın toprağa gömülüşünün yedinci günü. Annem, yedi gündür kahve içiyor. Süleyman, babamın üstünde geziniyor. Ben, kitap okuyorum. Annem, babamı zehirledikten sonra onu kanepeye yatırıp, elimizde ne kadar kedi kumu (toprağı) varsa hepsini, ceset kokmasın diye üstüne döktük. Babamın, kafası hariç her yeri toprağın (kumun) altında. Yedi günün sonunda kurtlanan burun delikleri ve kulakları olmasa ev mis gibi kedimiz Süleyman kokacaktı. Bugün yedinci gün. Ölünün burnu düşermiş. O zaman öldüğünü anlarmış. Süleyman, liğme liğme olmuş, yerinden oynamış, düşmeye çalışan buruna bakıyor. Babamın burnuna. Bense, Karamazov Kardeşleri okumayı bitirdim. Sırada Edmond Rostand'ın ünlü oyunu Cyrano de Bergenac var. Şu kocaman burnu olan adamın hikâyesi. Elli ikinci günün sonunda, tüm bu okuduğum kitapların isimlerini söyleyip, "Amin" diyeceğim. Artık o güne kadar kaç kitap daha okurum Allah bilir. 02.12.2014 Balıkesir