GÖZLERİ KAPALI
Öğle yemeği için
restorana girerlerken pazarlama bölümünde çalışan Nevra Hanım, gördüğü martının
kanatlarındaki renkleri anlatıp duruyordu hâlâ. Martıya bakıp bakıp mutlulukla
kahkaha atıyordu. Emsal, kadının yüzündeki sevinçli bön bakışlardan gözlerini
kaldırıp telaşsız bir şekilde gökyüzüne çevirdi. O sırada martı pike yaparak
denize dalıp çıktı. "Kanatlarında renk mi gördüm dedin? Hangi renk? Martı
bu muydu?" Diye sorarken Emsal alay ediyordu.
"Mutlu mu oldunuz
siz şimdi?" deyip kahkahayı bastı Emsal. Başkalarının mutlu olduğunu
görmek onu deli ediyordu.
“Kuş işte alt tarafı
kuş,” dedi.
Emsal, gençliğinde,
evlenirken, çocuğu büyürken, hiçbir zaman, böyle vıcık vıcık bir mutluluk
tatmamıştı. Bu neyin kafası? Her şeye de hayranlar! Diye
mırıldandı. Doğuştan gelen bir mutsuzluktu onunki. Mutluluğa karşı aşırı
bir kızgınlığı vardı. İnsanlar neden mutlu olsunlar ki, hayatta onu mutlu
edecek bir şey yokken. Kadına, nerede yaşıyorsunuz siz demek, sonra da
şöyle dolu bir kahkaha atmak geçti içinden. Ama olmazdı şimdi, ağır,
etkileyici, patron tavrına ters düşerdi. Sonra yüksek sesle, “ her gün
gördüğümüz şeyde siz farklı ne görüyorsunuz acaba! ” dedi.
"Emsal bey siz de
amma yaptınız. Niye bozuyorsunuz mutluluğumuzu?"
Restoranda bir masa
bulup oturdular. Fakat diğerleri hala martıyı konuşup duruyordu. Çatal
bıçakların tabakta çıkardığı sesler Emsal’in gerginliğini daha da artırdı o
anda. Neşenize başlayacağım şimdi yeter ya... Birden, kendinden
beklenmeyen bir kırılganlık belirdi. Kimse onun bu sebepten sinirlendiğini
düşünemezdi ama öyleydi. Çünkü o neşelenmemişti. Şaşkın bakışların arasından
restorandan hızla ayrıldı.
Bir sihir varsa ve
havada dolaşıp insanlara değdiyse eğer, Emsal’i sıyırıp geçmişti yine. O her
zamanki tavrıyla dalgaya aldı ve onları aşağıladı. Kendini beğenmiş bir adamdı
Emsal, kimsenin ona hayran olmadığının da fakındaydı. Bu bilince sahip olduğu için
bile seviyordu kendini. İçinde, derinlerde bir yerde, durduk yere mutlu olmak
nasıl olurdu diye düşünen bir Emsal vardı var olmasına, içten içe hep merak
etmişti bu duyguyu. Fakat ne var ki birazcık da olsa umut ışığı yoktu onda.
Restorandan apar topar çıkınca
hemen işe dönmek istemedi. Büyük güzel arabasına kuruldu. Sokaklarda dolaşmaya
başladı. Aslında diğer günlerden farkı yoktu; memnuniyetsizdi ve kızgın, her
zaman olduğu gibi. Etrafındaki her şey derin bir çukur. Her gün giriyordu bu
çukurlara; gün boyu debeleniyor ve daha çok batıyordu. Günün sonunda yorgun,
yılmış, kızgın bir adam olarak dönüyordu eve. Ona hiç bir şey yapamıyordu
kimse. Çünkü o mutsuz bir adamdı.
Kavşağa geldi trafik
ışıklarını beklemeye başladı. Belediye otobüsü yanında durdu. Otobüsün içi
insan istifiydi. Daha önce bir otobüsün içine bakmış mıydı hiç? Bu da ilk kez
bugün oluyordu. Zorla tıkıştırılmışlardı otobüse ve ölmeyi bekliyorlardı sanki.
Bezgin ve ürkek suratları görmekten, üstüne akan donuk bakışlardan pek rahatsız
oldu. Madem dolu niye biniyorsunuz. İnsanlar da bir tuhaf, hem yaparlar
hem de vah tüh derler. Ağır bir yük taşıyor gibi çöküktü insanların
omuzları. Fakat bundan gocunmuyorlardı. Onlarda bir şey vardı, bir güç. Sihir,
ya da büyülenmiş gibilerdi. Hayatta tutan şey de bu olmalıydı. Omuzlarındaki
yük, ayakta gitmek ve hatta tıkış tepiş bir otobüse binmek, onları isyan
ettirmiyordu. Otobüse her gün binmeye devam ediyorlardı, inanılmazdı bu! Derken
arabanın boyundan daha kısa bir çocuk camın dibinde beliriverdi. Bir satıcı
çocuklar eksikti! Çocuk hızlı bir el hareketiyle elindekini cama
uzattı. Duru bir sesle, “hepsini sattım bu kaldı, alır mısın abi?” Dedi.
Etrafa hare hare
bir öfke dalgası yayıldı o sırada. Dalga yayılıyor fakat ne var ki Emsal’i
es geçiyordu. Çocuğun yüzü ay kadar berraktı ama bir yandan da gecenin kendisi
gibi karanlıktı. Hem güzelceydi hem de soysuz. Sokak hayvanlarındaki tuhaf
dinginlik vardı çocuğun halinde. İnce bacaklarındaysa vahşi ormanda koşan küçük
hayvanların diriliği.
Çocuktan kalemi satın aldı. Bunu ilk kez
yapıyordu. Sokaktaki çocuktan kalem almak… Öyle şaşırdı ki kendisine, bu
duruma nasıl geldiğini bile anlayacak zamanı olmadı. İşte tam o sırada birden,
bambaşka bir şey hissetti. Çocuğun yanağındaki goncayı da o zaman gördü. O
goncayı açtıran Emsal’di, çocuğu sevindirmişti.
Arabasını sağa çekip onu
izlemeye başladı. Bu da ilk kez oluyordu. Bu çocuğun başka bir havası vardı.
Pespaye görünüşüyle gamzesi öyle zıttı ki, ama bir yandan da mükemmel bir uyum;
hem hiçbir şeyde görmediği kadar ilgi çekici bir bütünlük, hem de üzerine
oturmuş bir darmadağınıklık. Garip bir çocuktu.
Orada olmak ve kalem
satmak ona tanrı tarafından verilmiş kutsal bir görevdi adeta. Çocuk bu
haldeyken bile gülmeyi başarıyordu. İnanması güçtü hatta imkânsızdı ama öyleydi.
Ayaklarında yırtık bezden bir pabuç, üzerinde küçülmüş hırkası ve handiyse
günlerdir hiç su değmemiş kapkara elleri ile Emsal’in mutluluk anlayışına
kocaman bir ket vuruyordu. Ne kadar güzel gamzeleri var. Herhalde
gamzesi beni yanıltıyor… Bu durumdaki birisi asla mutlu olamaz…
Gün boyu aklından hiç
gitmedi o gamze. Büyülenmişti. Hislerine anlam veremiyordu ama bir yandan da
duygularının akışına kendini bırakmak için durduramadığı bir istek
duyuyordu. Ertesi gün onu gördüğü yere gitti. Çocuk yine kalem satıyordu.
Yanına gelmesini bekledi. Göz göze geldiler, çocuk onu görünce diğer tarafa
geçti. Emsal şaşırmıştı, kolunu camdan çıkarıp eliyle gel işareti yaptı. Evden
getirdiği ayakkabıları ona uzattı. Çocuk çekingen ve biraz da merakla yaklaştı.
"Neden
gelmiyorsun çocuk?”
“Abi sen kalem aldındı,
ondan.”
Çocuktaki gururlu
davranışı umursamayacak kadar kibirli ve gözleri kapalıydı onun. Elindekileri
uzatıp,
“Al giy bunları.”
Çocuk bir ayakkabılara
bir ona baktı.
“Pahalı ayakkabıdır. Al
giy. Kimseye verme ha. Ucuna pamuk sıkıştırırsın."
Emsal kendi sevecen
davranışından hoşlanmıştı. Çocuk heyecanla aldı, eliyle sağa sola
döndürdü.
"...Pamuğum
yok."
"Sen de mendil
koyarsın o zaman."
Kâğıt mendili yumruk
yapıp ayakkabının burnuna yerleştirdi. Giydi ve uzaklaştı. İşte tam o anda
meydandan denize doğru uçan martının kanatlarından cıvıltılı bir ışık seli
akıyordu denize. Bu muydu yani! İşte yakaladım onu!
O günden sonra
çocuğun gamzesini herkese anlatıp durdu. Finans müdürü Selim Bey, Nevra Hanım
çok üzülüyorlardı o çocuklara; ‘ne zaman görsem bir mendil alırım’, dedi Nevra
hanım. İnsanlar olduklarından daha merhametli görünmeyi seviyordu. Olmadıkları
halde daha iyi kalpli sanılmak istemeleri bencilceydi. Öyle görünmeye
çalıştıkça da, bir süre sonra üzerlerine biçilmiş gibi oturuyordu iyilik. Selim
Bey, “Çoğu ev geçindiriyor, kardeş okutuyor” diye devam etti. İçlerinde
yaşayarak kazanılmış bilge, olgun bir eda sezinledi Emsal. Böyle olmadığını
bildiği halde kıskandı onu; çünkü birkaç mendil alarak vicdanını
rahatlatabilmişse o neden yapamıyordu?
Her öğlen, çocuğun
durduğu Selimiye’den Kadıköy’e çıkan caddedeki ilk köşeye gitmeye başladı. Sırf
görmek ve aldığı şeyleri ona vermek için saatlerce onu bekliyordu. Her gün ona
bir şey verdi. Kazak, gömlek, pantolon, eldiven, bere, atkı… Çocuk itiraz
etmeden alıp gülümseyerek uzaklaşırken Emsal gökyüzünde bir martı bulup
kanatlarına bakıyor ve bunun olduğuna inanamıyordu; çünkü her defasında
kanatlarda renkler görebiliyordu.
Gittikçe büyüyen bir alışkanlık haline geldi bu. Onsuz bir gün düşünemez oldu.
Gece gündüz, onu nasıl sevindirebileceğini düşünüyor, çeşit çeşit giysiler
alıyordu. İş arkadaşları, ailesi ondaki değişikliğin farkındaydı; dingin, sakin
rahat bir adamdı artık. Hiç bir şeye itiraz etmemesine kendi de şaşıyordu.
O gün çocuğun
ölçülerinde yeni güzel bir mont ile köşede bekledi. İçi içine sığmıyordu. İşe
gitmemiş, gün boyu çocuğun montu giyince nasıl mutlu olacağını hayâl edip
durmuştu. Saatlerce bekledi. Çocuk gelmedi. Trafik ağır ilerliyordu. Dura kalka
giderken etrafta onu arandı. Zaman ilerledikçe hırsı içini yiyip bitirmeye
başladı. Ya bir başkası onu mutlu ederse ve o yüzündeki ilk tatlı tebessümü
görmeyi kaçırırsa! Derken, kaldırımdaki bir kaç yayanın aralarındaki konuşmayı
duydu. Yolda kaza olmuştu. Büyük bir kaza. Birine araba çarpmıştı.
İşyerlerinden, sokak
aralarından şaşkın yüzler o yöne bakıyordu. Kalabalığın arasında kolayca
seçilen ambulans görevlisinin ayağının ucuna indirdi gözlerini. Siyah bir şey
vardı orada, asfaltın karası sinmişti. Daha yaklaştı. Ayakkabının sol teki
yol kenarındaydı. Bu gamzeli çocuktu. Taşlaşmış, büyükçe koyuluklar,
yaklaştıkça kan oldu. Belki de yaşıyordur. Hemen montu
giydiririm… Telaşla ayakkabıyı aldı. Nevra Hanım pencereden olayı
görmüş koşarak bakmaya gelmişti, 'Araba çarptığı anda ölmüş zavallıcık. Ne canı
var ki şuncacık çocuğun', diye söyleniyordu.
"Çocuk
ölmüş mü gerçekten?" Emsal sesinin titrediğini
hissetti. Çocuğun telaşlı halleri, dağınık gür saçları ve avurtlu
yüzündeki o gamze gözünün önündeydi ve canlıydı. Az ileride ayakkabının diğer
tekini gördü, hemen aldı. Gözleri karardı, boğulacak gibi oldu. Arabaya
apar topar kendini attı.
Yok ölmedi. Yok hayır.
Olmaz. Bulmalıyım. Başka bir çocuk bulmalıyım! Hemen bulmalıyım! Gözleri ne renkti, boyu nasıldı?
Onun gibi olmalıydı.
Hiçbir şey anımsamıyordu.
Adı? Adı neydi?
Hiç sormamıştı adını. Merak bile etmemişti. Adını bilseydi, anacağı bir şey
olurdu belki de. Onu da bilemeyecekti artık. Sokaklarda dolaştı saatlerce. Her
köşe başında duruyor uzun uzun çevresine bakıyordu. Bir çocuk bulmalıydı,
ayakkabıyla montu vereceği bir çocuk. Bulamıyordu hiçbir yerde bulamıyordu.
Zaman ilerledi. Hava
kararmaya başladı. Ama aslında gördüğü renkler bir bir çekiliyor, martı
kanatları, gökyüzü her şey eski haline dönüyordu. Emsal adeta sırtından itile
kakıla boğucu, siyah boşluğun içine giriyordu. Burası, nefretin ve onun en iyi
bildiği şeyin- mutsuzluğun- her tonuyla kaplıydı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder