3 Kasım 2021 Çarşamba

Başka Öykü: Yedinci Gün- Yazan, Esra Odman İyier

 


YEDİNCİ GÜN 

Ölünün arkasından dua okunur... Toprağa verildiği günden başlayarak yedi gün boyunca evini ziyaret eden ölünün ruhu, dualarla rahatlatılırmış. Yedinci gün geldiğinde burnu düşermiş. Kırkıncı ve elli ikinci günü dua okumaya devam edilirmiş. Ölen kişinin etleri kemiklerinden ayrılırken ruhunun çektiği azap ve acının biraz olsun dindirilebilmesi için. Ruhu huzur bulsun, fazla acı çekmesin diye. Yedisi. Kırkı. Elli ikisi. *** Mutlaka bir şey okunmalıysa ben kitap okumayı tercih ediyorum. O, toprağın altına girdiğinden beri, tam yedi gündür durmadan okuyorum. Sadece, bir şeyler yemek için kalkıyorum. Bir de tuvalete. Neredeyse hiç konuşmuyorum. Bazen limon kolonyası sürünüyorum. Anneme de veriyorum. Ben vermesem onun yerinden kalkıp bir şey alacağı yok. Gözlerini bir noktaya dikmiş, sadece bakıyor. Yüzünde garip bir ifade. Mona Lisa'nın buğulu gülümseyişi. Hangi taraftan baktığınıza bağlı olarak değişiyor. Üçlü kanepeden, Süleyman'ın oynadığı yerden bakınca gülümsüyor. Benim tarafımdan, yani üçlü kanepenin karşısından bakılınca ifadesiz. Eğer tam annemin karşısına geçer bakarsanız, bu sefer de kararmış, hüzünlü bir ifade ile karşılaşırsınız. Bunların oluşması annemin sadece yedi gününü aldı. Yedi günde altı kitap bitirdim. Neredeyse güne bir kitap düşüyor. Galiba, ikinci günü altı saat uyumasaydım toplamda yedi kitap okumuş olurdum. Bugün yedinci günün akşamı. Altıncı kitap; Karamazov Kardeşler bitmek üzere. Onu yedinci güne bırakmamın nedeni, tam da burnun düşeceği, illaki Yasin okunması gereken gün olması. Altıncı kitabı kenara koyup şimdiye kadar okuduğum kitapları bir kâğıda listeliyorum. Elli ikinci günü akşamı okuduğum kitapların hepsinin isimlerini tek tek söyledikten sonra "Âmin" diyeceğim. İlk okuduğum kitap: Anna Karanina. Olayın olduğu dakika, hiç düşünmeden kütüphaneden bu kitabı çekip aldım. Annem ve kendim için. Son yüzyılın en acı çeken aşığına. Aslında bunun yerine güzel bir pembe dizi okumayı tercih edebilirdim. En azından kendim için. O gün, bu kitaba başlamadan beş saat önce annemin telaşlı ayak sesleriyle uyanmıştım. Pazar sabahı erkenden uyanmak âdetim değildir. Galiba uykumu bölen evin sessizliğiydi. Bir de şu uykuyu ağlatan kavrulmuş soğan kokusu. Uykulu gözlerle, ayaklarımı sürüyerek salonun önünden geçtim. Babam kanepesinde oturmuş, elinde gazete, televizyonda haber programı. Sonra mutfağa, soğanın kalbine doğru, yüzümü buruşturarak ve kalkan midemi sakinleştirmeye çalışarak ilerledim. Annem mutfakta kavrulmuş soğana kıymayı boca ediyor. "Sabah sabah, nerden çıktı kıymalı iç yapma işi?" Annem yüzüme bakmıyor. "Baban kıymalı böreği sever." Baban kıymalı böreği sever! Pek bir anlamsız. Yüzümü yıkayıp, soğanla marine edilmiş mideme, ekmek yatağında peynir sunmaktan başka çarem yok. Biraz çayla kendime gelirim şimdi. Babamın, sesi soluğu çıkmıyor. Gazeteyi bir kenara bırakmış, kanepeye yayılmış. Birazdan başlar. İçki şişede durduğu gibi durmuyor ki! Bu hafta iyiden iyiye yormuş adamı. Annem, kıymayı tahta kaşıkla karıştırırken yüzünde yanıp sönen bir mutluluk dalgasının gülümsemesi var. Galiba, tencereden çıkan buhar bana oyun oynuyor. Annem neden gülsün ki? Her şey olup bittiğinde, işte tam da bu sahne geldi aklıma. O zaman Anna Karanina'yı çekip aldım raftan. Sınırlı sayıdaki kitabım arasında en çok okunanlar listesinin başındaydı. Bazı sayfaları ezberlemişim. Kolay bitirdim. Hemen ardından, Don Kişot'u neden okuduğumu hatırlamıyorum. Babamın uykusunu alıp kanepeden doğrulmasıyla, ağzının ve bedeninin ayarı yok ki, attığı küfürlerin haddi hesabı tutulamayınca gözlerimi kapatıp, sıyrılmıştım dünyadan. Yaşadıklarım aklıma gelince Don Kişot'un çaresiz savaşçılığına tutunmuş olmalıyım. O sahneyi nedense çok sonra hatırladım. Annem, dayaktan hiçbir şekilde kurtulamazdı. Babam, beni dövmek istediğinde kendini atardı ortaya, "Ne kadar isterse vursun. Artık acımıyor" derdi. Oysa ona atılan her tekme, tokat, yumruk benim bağrıma çakılırdı. Hiçbir şey yapamadan öylece bakardım sulanmış gözlerle. Babam hıncını alınca, yalpalıya yalpalıya kanepesine giderdi. Annemse, gözlerimin içine bakar, alamadığı nefeslerin arasında "İyiyim merak etme" derdi. Bense ağlayarak, "Annem" diyebilirdim. Onca cümle birikmişken dilimin altına. Otuz yaşında, annesini bırakamadığı için evlenememiş bir kız olmanın laneti, babanın karşısında kendini beş yaşında gibi hissederek, korkmak. Bizim Don Kişot'un savaşçılığı evdeki yelannesiyle, yelkızına... Üçüncü kitabı düşünmeme gerek kalmadı. O hep aklımdaydı zaten. Sabahattin Ali'nin Değirmen isimli öykü kitabı. Özellikle o öykünün devamında yaşananları düşünmeden edemiyorum. Bugüne uyarlanmış bir Değirmen öyküsü nasıl olurdu? Bazen annemle babamı o öykünün kahramanı olarak görüyorum. Babam yakışıklı bir çingene, annem ise güzeller güzeli, değirmencinin kızı. Ama bu güzel kızın bir kusuru var. Kusurlarına rağmen, çingene bu kızla evlenmek için kolunu kesiyor. Aşk... Babam bunu yapar mıydı hiç bilmiyorum. Ama annemi deli gibi sevdiğinden bahsedip dururdu. Çok yalvarmış dedeme. Dedem istememiş evlenmelerini. Olmaz, demiş. Diretmiş. Vermemiş. Hatta başkasıyla nişanlamış annemi. Annemin gönlü babamda olduğu için kaçmış. Evlenmişler. Annem yıllarca babasıyla anasıyla konuşmamış. Babam da hem içmiş hem de yaşananların acısını bir bir çıkarmış annemden. O gencecik kızda tazelenen aşkı, sevgiyi, ümidi, güveni tekmeyle, tokatla silip almış. Annemi yerden yere vurmuş. Annem önceleri sadece ağlamış. Bir de ben dört yaşındayken babam onu ilk defa bıçakladığında şikâyetçi olmaya kalkmış. Sonra, bunların hiçbirini yapmaması gerektiğini öğretmiş babam. Bir zamanlar aşkı için kolunu kesen çingene-babam, şimdi, yaptığının pişmanlığıyla güzel kızı dövüyor. Annem, yufkanın ilk katını tepsiye döşüyor. Ben Değirmen öyküsünü ancak bundan üç gün sonra aklıma getireceğim. Şimdi sadece börek yapan annemi izliyorum. Dördüncü kitap hangisiydi? Süleyman'ın miyavlamasıyla başımı çeviriyorum. Kumların arasında o kadar da heybetli durmuyor babam. Süleyman hoplayıp zıplıyor, yüzünü tırmalıyor, oralı değil. O zaman aklıma bir Kedinin Anıları'nı okuduğum geliyor. Bu sahneye pek uymasa da ismi tam da bizim Süleyman'a göre. Süleyman'ın rolü büyük bizim evde. Özellikle babamı sinirlendirip üzerimize salmak konusunda. Ah şu babamda hayvan sevgisinin yarısı kadar insan sevgisi de olsa. Böreğin dördüncü katı tamam. Şimdi sıra iç harcını dökmeye geldi. O ne güzel bir kokudur öyle. Sabah içimi bulandıran koku şimdi midemin kıyır kıyır olmasını sağladı. Nasıl bir değişkenliktir bu insanoğlundaki. Bir anda, sevdiğin sevmediğin, sevmediğin ise en çok istediğin olabiliyor. Annem, kıyma harcını koyarken, "Tam yirmi dört yaşındaydım beni ilk kez aldattığında" diyor. Aldatmak mı? "Bir de imam nikahlı karısı var. Karşı tarafta." Eliyle denizin ötesini gösteriyor. İlk dayağını ne zaman yemişti acaba? "On sekiz yaşındaydım. Evlendikten sekiz ay sonra. Sana bir aylık hamileydim." Ya sonrakiler? "Hiç unutmam. Bir kardeşin olacaktı. Karnımda hissetmeye başlamıştım oynayışını. Tekme atmıştı tam kuyruk sokumuma. Öyle bir sancı vurdu ki içimden, kan içinde yere yuvarlandım. Yan komşunun kocası olmasa, oracıkta ölürdüm." Ya bıçaklandığında? "İlk seferinde çok acımıştı. Sonraları... Bilmem, unuttum artık." Niye boşanmadın o zaman? "Ne yapardım?" Ne yapardı? İyi soru. Ben bakardım, diyemiyorum. Daha çok küçüktüm. Ama şimdi bakabilirim. "Boşa o adamı. Sana ben bakarım!" "Hadi bırak çene çalmayı da şuradaki kavanozu uzat. Bulaşıkları da yıka." "Ne var bunun içinde, anne?" "Tuz." "Tuz mu?" Elimdeki kavanozda tuza benzemeyen bir tuz, içerde kocaya benzemeyen bir koca. "Hadi bırak soru sormayı da getir şunu. Şimdi kızacak baban." Tuzu bolca harcın üzerine döküyor. Midem gitgide ağzımın içine doğru çıkıyor. Parmağımın ucuyla şöyle bir kıymadan alsam. "Olmaz! Bekle bakalım. Önce baban yiyecek." Bu ne ya? Annem ille de baban diye tutturdu pazar pazar. Her şeyin gitgide garipleştiği bir pazar günü. İşte bu tutturuş aklıma düşünce, altıncı günü öğleden sonra Montaigne okumaya karar verdim. Montaigne Denemeleri'nin yerini hiçbir kitap tutmaz. Yaşam, ölüm, aşk, insan, varoluş... Annem kalan üç yufkayı da tek tek yerleştiriyor tepsiye. Üstüne sütle karışık yumurtayı, bir de maden suyunu boca etti. Yufkalar bir an öfkeyle fokurdadı. Elindeki keskin bıçakla bir boydan bir boya kesti böreği. "İyice içine çeksin sosunu. Fırını da yak. Isınsın." Tepsiyi fırına sürerken babamın homurtusu geldi içerden. Böreğin aşkına şimdilik saldırmıyor anneme. Annem önlüğünü çıkarıp, ellerini kuruladı. Salona, babamın yanına gitti. Bense mutfakta, her an patlayacak bir bombanın heyecanıyla huzursuzum. "Şu kıza söyle, bu ayki maaşını getirsin. Yoksa alırım ayağımın altına. Ayın on yedisi oldu, yahu. Nerede bu para? Ayın on beşi oldu mu, maaş elime sayılacak." Babam, yumruğunu kanepenin koluna vururken, annem sırtını dikleştirip, gözlerini bile kırpmadan oturuyor. Sanki dudaklarında bir gülümseme var. "Unutmuştur. Ben söylerim, hemen getirir." Yerinden kıpırdamıyor annem. Çok sakin. Eskiden olsa soluğu yanımda alırdı. "Kızım hemen ver şu parayı da çıldırmasın baban" derdi. Babam bu tepkiye alışık değil. Saracak yer arıyor. "Üstündekiler ne öyle senin? Yeni mi aldınız? Nerden buldunuz parayı? Yoksa..." Annemin üstünde ne var ki? Neredeyse altı aydır çarşıya çıkmıyoruz. Zaten çıksak ne olacak ki, babam yol parası hariç tüm parama el koyuyor. Mutfaktan kafamı uzatıp annemi görmeye çalışıyorum. Evet ya, eski mavi elbisesinin kollarını kesip, kısaltmıştık. Oradan buradan artan dantellerden de yakasına süs yapmıştık. Ne de yakışmış anneme. Sabah hiç fark etmemişim. Annem, ilk defa babama cevap vermiyor. Usulca yerinden kalkıp mutfağa geliyor. Fırından tepsiyi çıkarıyor. Börek pişti. "Sakın dokunma. Biraz soğusun. Önce baban yiyecek." Annemdeki bu koca aşkı nereden çıktı böyle? "Tamam tamam. Dokunmam, merak etme." Odama gidiyorum. Anlamsızlaşan bir günün devamını odamda kitap okuyup, kazak örerek geçireceğim. Bir de yarın işe giderken giyeceklerimi ütülemem lazım. Karamazov Kardeşler'i okumaya devam ediyorum. Baba öldü. Suçlu Alyoşa mı? Süleyman artık işi abarttı. Babamın tam göğsünün üstüne tünemiş uzun uzun yüzüne bakıyor. Neden bu kadar dikkatli bakıyor? Babam şapırtılar eşliğinde böreğini yiyip, bol şekerli çayını içti. Uzunca bir süre sessizlik oldu. Sessizliği pek tanımadığım için olsa gerek tuhaf geldi. Babam, annem, bizim ev ve sessizlik. Sessizlik uzadıkça uzadı. Kulağım kapıda beklerken, annemin telaşlı terlik sesi kapımın önüne geldi. Annem derin derin nefes alıp, biraz bekledikten sonra kapıyı açtı. Gülümsedi. "Gelsene, kahve yaptım. Şöyle güzel bir keyif kahvesi içelim". "Babam gitti mi?" "Evet. Hadi gel, diyorum." Kolumdan çekiştirerek salona götürdü. Salonun kapısında öylece kaldım. Babam üçlü kanepede hareketsiz yatıyor. Ağzının kenarında beyaz bir köpük. Morarmış dudaklar. Süleyman oralı değil. Bir yandan kuyruğunu sallıyor, bir yandan mırıldanıyor. Annem mutlu. Beni tekli kanepeye oturtup elime kahveyi tutuşturuyor. "Börek yiyemeyeceksin. Baban hepsini yedi" diyor kimsenin duymasını istemediği bir tonda. "Babam!" Süleyman, babamın yüzüne her an hamle yapacakmış gibi bakıyor. Bugün babamın toprağa gömülüşünün yedinci günü. Annem, yedi gündür kahve içiyor. Süleyman, babamın üstünde geziniyor. Ben, kitap okuyorum. Annem, babamı zehirledikten sonra onu kanepeye yatırıp, elimizde ne kadar kedi kumu (toprağı) varsa hepsini, ceset kokmasın diye üstüne döktük. Babamın, kafası hariç her yeri toprağın (kumun) altında. Yedi günün sonunda kurtlanan burun delikleri ve kulakları olmasa ev mis gibi kedimiz Süleyman kokacaktı. Bugün yedinci gün. Ölünün burnu düşermiş. O zaman öldüğünü anlarmış. Süleyman, liğme liğme olmuş, yerinden oynamış, düşmeye çalışan buruna bakıyor. Babamın burnuna. Bense, Karamazov Kardeşleri okumayı bitirdim. Sırada Edmond Rostand'ın ünlü oyunu Cyrano de Bergenac var. Şu kocaman burnu olan adamın hikâyesi. Elli ikinci günün sonunda, tüm bu okuduğum kitapların isimlerini söyleyip, "Amin" diyeceğim. Artık o güne kadar kaç kitap daha okurum Allah bilir. 02.12.2014 Balıkesir

Hiç yorum yok: