24 Mart 2021 Çarşamba

Kordon Bekçisi

KORDON BEKÇİSİ

Hastane odalarında berbat bir tavan ışığı vardır. Gündüz mü gece mi, beyaz buhranlı bir sanrı içinde misin anlamazsın. Koku ayrı boğar insanı, sesler ayrı. Hadi bunları geçeyim. Göbeğime bağlanmış büyük bir alet var.

Kablolara sarınmış durumdayken uyumamı bekliyorlar. Üstelik hiç kıpırdamadan yani bir ölü gibi. Odamın kapısı kapalı. Ama tabii sözde. Hemşire sahneye çıkarcasına bir coşkuyla içeri dalıveriyor kapıyı tıklatmadan. Dolgun kalçalarını izliyorum. Ebe olduğunu tahmin ediyorum. Soruyorum, gerçekten ebe. Baktı yüzüme. Hiç de benzemiyor ya her nedense annem aklıma geldi.

Hemşire galiba anormal bir şeyler gördü bende. Gözlerim leopar görmüş bir ceylan gibi kocaman açık olabilir. Korkmuş ya da şaşkın görünüyor da olabilirim. Bilemiyorum. Genellikle böyle değilimdir ama dedim ya bu gece bir başka.

“Uyumaya çalış. Bir süre uzunca uyuyamazsın...” dedi.

Bu kehanetten hiç hoşlanmıyorum. Normal bir şey gibi söylemelerine sinir oluyorum. Şu durumdayken bana bu yapılır mı? Gerginim görmüyor musun? Şu anki ruh halim o kadar karmaşık ki uyumayı düşünecek halim yok. Kırk iki yaşında, hormonlarıma artık söz geçiremeyip anne olmaya karar vermiş bir kadınım ben. Bırak da uyumayıp ben ne yaptım diye düşüneyim. İnsan kaç kere bu duyguyu yaşayabilir?

Düşünüyorum da, anneannemi bu konunun dışında bırakmalıyım. Kadınların birincil ve tek büyük görevinin doğurmak olduğu zamanlarda göğsünü gere gere on bir kere doğum yapmış bir kadın anneannem. Benim şimdi hissettiklerimin birazını hissetmiş olsa, on bir defa doğurur muydu acaba?

Şimdilerde kadının görevi doğurmaktan çok, anne olmak. Gücünü ve yerini koruyan gizli ve derin bir olgu, annelik. Bu konuda bir değişiklik yok şüphesiz. Fakat bunun üstüne bir de ikincil üçüncül ve devam eden pek çok görevler çıktı. Eğitimli olmak, iyi eş olmak ve daha pek çok bilezik. İşini bilen eğitimli, iyi bir eş ve hatta güzel, bir anne olmak. Eşeğim ölme!

 Hemşire beni anlamış gibi muzipçe göz kırptı. Sinirden yine pişmiş börek gibi kabardım. Odadan çıkarken ışıkları söndürdü. Haydi, uyu bakalım uyuyabilirsen!

O berbat ışık sönünce ferahladım biraz. Mengenedeymişim gibi beni sıkıştıran, sinirlerimi hoplatan oydu demek. Karanlığı seviyorum zaten. Karnımın içini görecekmişim gibi geliyor. Eğilip bakıyorum, karnımı okşuyorum. İçime sıcacık vuran dalgalanmalar oldu. Baştan ayağı titredim. Tatlı bir dalgalanma oluyor, ileri geri sallanıyor sanki. Dans mı ediyor, okşuyor mu, artık ne yapıyorsa, beni kendi denizinin tatlı köpüğüne çekiyor. Her şey sustuğunda şarkı söylüyor da olabilir. Anne karnında müziği duydukları ispatlanmış. O da duyuyor belli. Beraber yüzüyoruz usul usul. İç organlarımı minik mor elleriyle okşuyor.

Sokak lambalarının ışıkları dolaşıyor odada. Perdesi açık pencereden bonkörce girmişler. Yol boyu dikilmiş sokak lambaları karanlığı aydınlığa dönüştürmekten sorumlu gece bekçileridir. Sokakları koruyan onlardır. Kendimi iyi hissettiriyorlardı. Dışarı bakarken birden yanımdaki koltukta yatanı gördüm o sırada. Baba adayı. Hiçbir şeyin farkında değil. Dünyaya bir insan geliyor, artık nereden geliyorsa. Dünyanın en karmaşık ve büyük olayı ona göre hayatın bir sıradanlığı. Uzaktan sadece tanıklık edeceğini, sonra her şeyin biteceğini ve kendi hayatına döneceğini zannediyor. Bu kişilere baba deniyor. Gülsem mi ağlasam mı bilemiyorum. Göğsünün usulca inip kalkmasını izliyorum, tavanda asılı televizyonun kara ekranından hem de.

Baba adayı bir yana, asıl konuya geleyim: Benim kutsal bir görevim var bu gece. Bebeğimin minicik boynunda onu boğmak üzere hazır bekleyen, karnımdaki acımasız kordonun bekçisiyim şu anda. Mumya gibi kıpırdamadan duruyorum yatakta. Handiyse ölü gibi, bir taraftan da her bir hücremde yaşattığım canlılık ve coşku gerekiyor bana ve ona. Dünyaya gelmesi için onu cesaretlendirmeliyim. O kadar çok işim var ki, sabah olduğunda sona ereceğine seviniyorum. Aylardır taşıdığım bilmem kaç kilo yükten kurtulacağım ve her şey bitecek. Bir oh çekeceğim.

Düşündükçe bir çıkmaza girdiğimi de söylemeliyim. Tam doğum sırasında birbirine karışmış bir yumak ip beni saracak ve kurtulamayacakmışım gibi geliyor. Çıkmak istemeyecek ve zorla koparılacak… Ben onu bırakmak istemiyorum ki, içimde kalsa korkularım bitecek sanki. Vücudumda sonsuza dek yaşasa benim için daha hayırlı olurdu belki de. Yoksa kadınlar defalarca doğurmak isterler miydi?  

'Biraz daha kalabilirdin içeride. İçimde olduğunu bilmek hoşuma gidiyor. Bok var sanki dışarıda!' Böyle kızdığımda karnıma vuruyor. Nasıl da anlıyor, haspa!

Saat gecenin kaçı bilmiyorum. Belki üç filan. Annem, teyzem, halam iki kez, babaannem dört kez doğum yapmış. Bense sadece bir kez ve o da sona ermek üzere. Beş saatim kaldı. Böyle düşününce zamanın şimdi durmasını istiyorum. Elimi karnımda gezdiriyorum. İçimde atan minicik bir kalp. Bundan daha mucize ne olabilir, hiçbir şey aklıma gelmiyor.

Sokak lambası hâlâ odada dans ediyor. Nereye gidecek, ay değil ki? Biraz uyusam iyi olur. Ne mümkün… Gözlerim karıncalanıyor. Duvarda bir şeyler oynamaya başladı. Ne olduğunu anlayamıyorum. Görmek için biraz daha doğrulmaya çalışıyorum. Vücuduma bağlı kablolardan hareket edemiyorum, bükülüyorum. Sokak lambası daktilo hızında el yazısıyla duvara yazılar yazıyor. Gördüğüme inanamıyorum;

'Söyle bakalım, bu zamana kadar ne yaptın?  Bunca bekleyişin bir işe yaradı mı? Hazır mısın anne olmaya?'

Işığını parlak bir kalem gibi kullanarak devam ediyor yazmaya.

‘Onca okuduğun kitapları, kaldığın şehirleri, uyuduğun uykuları bir kenara bırakıyorum. Para biriktirdin mi?’

‘Bak yaşın kaç, sığınacak bir annen hatta bir kayınvaliden bile yok. Yetişemedin onlara. Niye bekledin ki bu kadar, şimdi tek başınasın? Onca bekledin ya, hazır mısın bari?’

 ‘Hazır mısın diye sorup durma. Ne bileyim hazır mıyım, değil miyim?’

‘Yapmak istediğin her şeyi yaptın mı? Barselona' ya gitmedin mesela. Her fırsatta gitmek istediğini söyleyip duruyorsun.’, ‘Yok, olmadı işte.’

‘Artık bir valiz dolusu bebek beziyle gidersin...’

“Var olduğumun en büyük ispatı içimde yaşayan güzellik, tamam mı! Onu taşımak, yuva olmak, doğurmak, bunları küçümseyemezsin. O ilk yolculuğuna çıkarken bana her şeyin sonu mu? Bebeğiyle pek çok şey yapan kadınlar var. Kitaplarımı da yazacağım, görürsün. Göğsüme yerleştirip ülke ülke gezeceğim.”

‘Bence unut hepsini! Bir süre kendine ayrılan sürenin sonuna geldin. Beş on yıl sonra görüşmek üzere.’

Sokak lambaları söndü. Son lafı da söyleyip gitti. Beş on yılmış. Kısa bir zaman sanki! Nasıl da yazıverdi! Sinirden karnım hopluyor. Düzenli nefes alıp vererek sakinleşmeye çalışıyorum. Gece boyu içmem gereken suyun kalan son yudumlarını kafama dikiyorum. 

Odaya günün aydınlığı hâkim oldukça içimde değişik bir duygu belirmeye başladı. Üzerime atılan toprak gibi, mor rengiyle gün ışığı gözlerime doluyor. Ben bana veda ediyorum. Güle güle eski hayat. Selamlıyorum büyük kararımı. 

Sabahın ilk saatlerinde hemşire giriyor. Henüz doğmuş bebek çığlığına, tiz ve biteviye ağlamalara enteresan bir tutkuyla bağımlı olmalı. Coşkusu ve heyecanına başka bir anlam veremiyorum. Yatakta put gibi duruyorum.

“Uyuyabildin mi biraz?”

Bu kez daha ciddi bir tavırla söylüyor. Vaktin geldiğini anlıyorum.

Sokak lambası ve ben hiç uyumadık, konuştuk hep. Son olarak da kendime saygı duruşunda duruyordum, demek geçiyor içimden. Hemşire delirdiğimi anlayacak...

“Yok. Gözümü kırpmadım. Kordonu bekledim bekçi gibi.”

Onu güldürmeyi başarmıştım keşke ben de gevşeyip rahatlayabilsem. Ama kafam hiç yerinde değil. Sanırsınız bir şişe rakıyı, bir kilo acı biberle devirdim. Her bir uzvum uçsuz bucaksız kökler gibi uzanıyor yatağa. Karnımı okşadı yine, minicik ayaklarını hissediyorum, biraz sonra onlara dokunacağım.  Nutkum tutuluyor. Durmaksızın hopluyor. Onu da güldürdüm galiba. Sesimize nihayet baba adayı uyanıyor.

“Sonunda uyandın.”

O da; benim dışımda herkes rahat, coşkuyla gülümsüyor.

 

Hiç yorum yok: