KORDON BEKÇİSİ
Hastane odalarında berbat bir tavan ışığı vardır. Gündüz mü gece mi, beyaz
buhranlı bir sanrı içinde misin anlamazsın. Koku ayrı boğar insanı, sesler
ayrı. Hadi bunları geçeyim. Göbeğime bağlanmış büyük bir alet var.
Kablolara sarınmış durumdayken uyumamı bekliyorlar. Üstelik hiç
kıpırdamadan yani bir ölü gibi. Odamın kapısı kapalı. Ama tabii sözde. Hemşire
sahneye çıkarcasına bir coşkuyla içeri dalıveriyor kapıyı tıklatmadan. Dolgun
kalçalarını izliyorum. Ebe olduğunu tahmin ediyorum. Soruyorum, gerçekten ebe.
Baktı yüzüme. Hiç de benzemiyor ya her nedense annem aklıma geldi.
Hemşire galiba anormal bir şeyler gördü bende. Gözlerim leopar görmüş bir
ceylan gibi kocaman açık olabilir. Korkmuş ya da şaşkın görünüyor da
olabilirim. Bilemiyorum. Genellikle böyle değilimdir ama dedim ya bu gece bir
başka.
“Uyumaya çalış. Bir süre uzunca uyuyamazsın...” dedi.
Bu kehanetten hiç hoşlanmıyorum. Normal bir şey gibi söylemelerine sinir
oluyorum. Şu durumdayken bana bu yapılır mı? Gerginim görmüyor musun? Şu anki
ruh halim o kadar karmaşık ki uyumayı düşünecek halim yok. Kırk iki yaşında,
hormonlarıma artık söz geçiremeyip anne olmaya karar vermiş bir kadınım ben.
Bırak da uyumayıp ben ne yaptım diye düşüneyim. İnsan kaç kere bu duyguyu yaşayabilir?
Düşünüyorum da, anneannemi bu konunun dışında bırakmalıyım. Kadınların
birincil ve tek büyük görevinin doğurmak olduğu zamanlarda göğsünü gere gere on
bir kere doğum yapmış bir kadın anneannem. Benim şimdi hissettiklerimin
birazını hissetmiş olsa, on bir defa doğurur muydu acaba?
Şimdilerde kadının görevi doğurmaktan çok, anne olmak. Gücünü ve yerini
koruyan gizli ve derin bir olgu, annelik. Bu konuda bir değişiklik yok şüphesiz.
Fakat bunun üstüne bir de ikincil üçüncül ve devam eden pek çok görevler çıktı.
Eğitimli olmak, iyi eş olmak ve daha pek çok bilezik. İşini bilen eğitimli, iyi
bir eş ve hatta güzel, bir anne olmak. Eşeğim ölme!
Hemşire beni anlamış gibi muzipçe
göz kırptı. Sinirden yine pişmiş börek gibi kabardım. Odadan çıkarken ışıkları
söndürdü. Haydi, uyu bakalım uyuyabilirsen!
O berbat ışık sönünce ferahladım biraz. Mengenedeymişim gibi beni sıkıştıran,
sinirlerimi hoplatan oydu demek. Karanlığı seviyorum zaten. Karnımın
içini görecekmişim gibi geliyor. Eğilip bakıyorum, karnımı okşuyorum. İçime
sıcacık vuran dalgalanmalar oldu. Baştan ayağı titredim. Tatlı bir dalgalanma
oluyor, ileri geri sallanıyor sanki. Dans mı ediyor, okşuyor mu, artık ne
yapıyorsa, beni kendi denizinin tatlı köpüğüne çekiyor. Her şey sustuğunda
şarkı söylüyor da olabilir. Anne karnında müziği duydukları ispatlanmış. O da
duyuyor belli. Beraber yüzüyoruz usul usul. İç organlarımı minik mor elleriyle
okşuyor.
Sokak lambalarının ışıkları dolaşıyor odada. Perdesi açık pencereden
bonkörce girmişler. Yol boyu dikilmiş sokak lambaları karanlığı aydınlığa
dönüştürmekten sorumlu gece bekçileridir. Sokakları koruyan onlardır. Kendimi
iyi hissettiriyorlardı. Dışarı bakarken birden yanımdaki koltukta yatanı gördüm
o sırada. Baba adayı. Hiçbir şeyin farkında değil. Dünyaya bir insan geliyor,
artık nereden geliyorsa. Dünyanın en karmaşık ve büyük olayı ona göre hayatın
bir sıradanlığı. Uzaktan sadece tanıklık edeceğini, sonra her şeyin biteceğini
ve kendi hayatına döneceğini zannediyor. Bu kişilere baba deniyor. Gülsem mi
ağlasam mı bilemiyorum. Göğsünün usulca inip kalkmasını izliyorum, tavanda
asılı televizyonun kara ekranından hem de.
Baba adayı bir yana, asıl konuya geleyim: Benim kutsal bir görevim var bu
gece. Bebeğimin minicik boynunda onu boğmak üzere hazır bekleyen, karnımdaki acımasız
kordonun bekçisiyim şu anda. Mumya gibi kıpırdamadan duruyorum yatakta.
Handiyse ölü gibi, bir taraftan da her bir hücremde yaşattığım canlılık ve
coşku gerekiyor bana ve ona. Dünyaya gelmesi için onu
cesaretlendirmeliyim. O kadar çok işim var ki, sabah olduğunda sona
ereceğine seviniyorum. Aylardır taşıdığım bilmem kaç kilo yükten kurtulacağım
ve her şey bitecek. Bir oh çekeceğim.
Düşündükçe bir çıkmaza girdiğimi de söylemeliyim. Tam doğum sırasında
birbirine karışmış bir yumak ip beni saracak ve kurtulamayacakmışım gibi
geliyor. Çıkmak istemeyecek ve zorla koparılacak… Ben onu bırakmak istemiyorum
ki, içimde kalsa korkularım bitecek sanki. Vücudumda sonsuza dek yaşasa benim
için daha hayırlı olurdu belki de. Yoksa kadınlar defalarca doğurmak isterler
miydi?
'Biraz daha kalabilirdin içeride. İçimde olduğunu bilmek hoşuma gidiyor.
Bok var sanki dışarıda!' Böyle kızdığımda karnıma vuruyor. Nasıl da anlıyor,
haspa!
Saat gecenin kaçı bilmiyorum. Belki üç filan. Annem, teyzem, halam iki kez,
babaannem dört kez doğum yapmış. Bense sadece bir kez ve o da sona ermek üzere.
Beş saatim kaldı. Böyle düşününce zamanın şimdi durmasını istiyorum. Elimi
karnımda gezdiriyorum. İçimde atan minicik bir kalp. Bundan daha mucize ne
olabilir, hiçbir şey aklıma gelmiyor.
Sokak lambası hâlâ odada dans ediyor. Nereye gidecek, ay değil ki? Biraz
uyusam iyi olur. Ne mümkün… Gözlerim karıncalanıyor. Duvarda bir şeyler
oynamaya başladı. Ne olduğunu anlayamıyorum. Görmek için biraz daha doğrulmaya
çalışıyorum. Vücuduma bağlı kablolardan hareket edemiyorum, bükülüyorum. Sokak
lambası daktilo hızında el yazısıyla duvara yazılar yazıyor. Gördüğüme
inanamıyorum;
'Söyle bakalım, bu
zamana kadar ne yaptın? Bunca bekleyişin bir işe yaradı mı? Hazır mısın
anne olmaya?'
Işığını parlak bir kalem gibi kullanarak devam ediyor yazmaya.
‘Onca okuduğun
kitapları, kaldığın şehirleri, uyuduğun uykuları bir kenara bırakıyorum. Para
biriktirdin mi?’
‘Bak yaşın kaç,
sığınacak bir annen hatta bir kayınvaliden bile yok. Yetişemedin onlara. Niye
bekledin ki bu kadar, şimdi tek başınasın? Onca bekledin ya, hazır mısın bari?’
‘Hazır mısın diye
sorup durma. Ne bileyim hazır mıyım, değil miyim?’
‘Yapmak istediğin her
şeyi yaptın mı? Barselona' ya gitmedin mesela. Her fırsatta gitmek istediğini
söyleyip duruyorsun.’, ‘Yok, olmadı işte.’
‘Artık bir valiz dolusu
bebek beziyle gidersin...’
“Var olduğumun en büyük
ispatı içimde yaşayan güzellik, tamam mı! Onu taşımak, yuva olmak,
doğurmak, bunları küçümseyemezsin. O ilk yolculuğuna çıkarken bana her şeyin sonu
mu? Bebeğiyle pek çok şey yapan kadınlar var. Kitaplarımı da yazacağım,
görürsün. Göğsüme yerleştirip ülke ülke gezeceğim.”
‘Bence unut hepsini! Bir
süre kendine ayrılan sürenin sonuna geldin. Beş on yıl sonra görüşmek üzere.’
Sokak lambaları söndü. Son lafı da söyleyip gitti. Beş on yılmış. Kısa bir
zaman sanki! Nasıl da yazıverdi! Sinirden karnım hopluyor. Düzenli nefes alıp
vererek sakinleşmeye çalışıyorum. Gece boyu içmem gereken suyun kalan son
yudumlarını kafama dikiyorum.
Odaya günün aydınlığı hâkim oldukça içimde değişik bir duygu belirmeye
başladı. Üzerime atılan toprak gibi, mor rengiyle gün ışığı gözlerime
doluyor. Ben bana veda ediyorum. Güle güle eski hayat. Selamlıyorum büyük
kararımı.
Sabahın ilk saatlerinde hemşire giriyor. Henüz doğmuş bebek çığlığına, tiz
ve biteviye ağlamalara enteresan bir tutkuyla bağımlı olmalı. Coşkusu ve
heyecanına başka bir anlam veremiyorum. Yatakta put gibi duruyorum.
“Uyuyabildin mi biraz?”
Bu kez daha ciddi bir tavırla söylüyor. Vaktin geldiğini anlıyorum.
Sokak lambası ve ben hiç uyumadık, konuştuk hep. Son olarak da kendime
saygı duruşunda duruyordum, demek geçiyor içimden. Hemşire delirdiğimi
anlayacak...
“Yok. Gözümü kırpmadım. Kordonu bekledim bekçi gibi.”
Onu güldürmeyi başarmıştım keşke ben de gevşeyip rahatlayabilsem. Ama kafam
hiç yerinde değil. Sanırsınız bir şişe rakıyı, bir kilo acı biberle devirdim.
Her bir uzvum uçsuz bucaksız kökler gibi uzanıyor yatağa. Karnımı okşadı yine, minicik
ayaklarını hissediyorum, biraz sonra onlara dokunacağım. Nutkum tutuluyor. Durmaksızın hopluyor. Onu
da güldürdüm galiba. Sesimize nihayet baba adayı uyanıyor.
“Sonunda uyandın.”
O da; benim dışımda herkes rahat, coşkuyla gülümsüyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder