16 Haziran 2017 Cuma

Ma fille innocente

       
   C’est chez le fleuriste que je l’ai vue pour la première fois; cette aimante, belle et adorable petite fille dont Aykut m’avait tant parlé avec beaucoup d’émotivité. Son innocence se lisait sur son visage et elle était tellement mignonne. J’ai eu envie de la serrer contre moi, je l’ai fait. Viens, ai-je dit. Elle a couru vers moi avec ses cheveux couleur de sable dans le vent. Elle souriait. Ses dents blanches, bien droites ne faisaient pas peur; au contraire elles me faisaient sourire aussi.
           Quand son maître a voulu partir dans un de ces pays étrangers dont j’ignore le nom maintenant, il l’a déposée chez le fleuriste, comme une fleur dans son pot. D’après le fleuriste, elle a commencé une grève de la faim; sans même avoir bu d’eau elle jeûnait à mort.

           On l’a emmenée à la maison, cette petite fille fatiguée et épuisée. D’abord elle a fait le tour de la maison, tout en gardant un oeil sur Aykut et moi. Après avoir fait le tour comme une noble dame venue pour acheter la maison, elle s’est tranquillement posée sur le fauteuil. Son air solennel m’avait enchanté. Je me suis approchée d’elle et j’ai commencé à lui caresser les cheveux. On s’est aimé un moment quand tout à coup son air calme s’est perdu, et a laissé la place à une colère. En quelques secondes elle s’est transformée en une fille de rue agressive. Je n’ai pas compris ce qui se passait. Elle a attrapé ma main avec sa bouche et l’a percée d’un coup de dent.

           J’ai sauvé ma main de sa bouche et ai couru au robinet. J’avais eu un peu peur mais j’étais au moins aussi têtue qu’elle. Je me suis calmement approchée d’elle, à nouveau. J’ai commencé à la caresser avec l’autre main. La fille rebelle de tout à l’heure était partie; la fille souriante et adorable était de retour. J’ai traîné mes doigts lentement sur son cou. Elle souriait mais semblait inquiète. On aurait dit qu’elle ne voulait pas que je le fasse mais qu’elle me trouvait plutôt gentille. J’ai continué à lui caresser le cou tout doucement. Je voulais qu’elle s’habitue à moi. Elle a mis sa tête sur mes genoux. Elle n’était plus inquiète. Moi non plus.
           On se parlait, pas avec les mots mais avec le coeurs. On se comprenait. Sur ses poils doux mes mains prenaient des ailes et s’envolaient. À ce moment là nous sommes tombées amoureuse l’un de l’autre. Je l’ai caressée durant des heures, elle n’a rien dit. Elle était sereine quand je continuais à l’aimer, j’ai remarqué quelque chose de dure sur sa peau toute douce. Je n’ai pas tout de suite compris ce que c’était et j’ai soulevé ses poils. J’étais effrayée face à ce que j’ai vu. Son cou était tout déchiré, dur et gonflé. Le sang s’était étalé sur son cou comme de la boue. Elle souffrait sûrement beaucoup. Comme elle était innocente et peureuse. À ce moment-là on a compris que sa colère était due à sa souffrance.
           Je l’ai prise dans mes bras et j’ai couru chez le docteur. Le fil qu‘on avait mis autour de son cou lui avait coupé la peau, en s’enfonçant dans sa chaire et la plaie s’était infectée. Quelqu’un d’autre aurait poussé des cris mais elle ne disait pas un seul mot. Ça lui a prit des semaines pour se guérir.
           Avec le temps on s’est attaché encore plus. À part son calme, son visage souriant, sa gentillesse n’enchantait pas que moi mais bien tout le monde. Ses jambes longues, fines et droites étaient chétives mais elle pouvait courir d’une force incroyable. C’était le meilleur des plaisirs de voir ses cheveux s’envoler dans l’air. Elle était souffrante c’était sans doute l’origine de sa maturité. Elle était le sage qui a su porter le poids du monde sur ses épaules. Sa fidélité et son intelligence étaient les pouvoirs qu’elle utilisait pour charmer le monde.
           Treize ans de bonheur passés ensemble. De pur bonheur... Après ces treize années, un jour, les nuages noirs planaient sur nous. Elle avait une insuffisance hépatique. Notre belle fille qui nous souriait en cachant sa souffrance... Qui sait quelles douleurs insupportables elle avait eues. Elle était tellement innocente et belle que nous avions cru que son intérieur, ses organes étaient aussi sains que son beau visage. On s’était trompé; elle était très malade. Le sourire sur son visage n’était que la bonté de son coeur. Comment avons nous pu ne pas comprendre qu’elle était malade?
           Le jour où elle est morte, nous avons perdu le goût de vivre. Six ans ont passés et nous ne l’avons toujours pas retrouvé. C’était une amante, une compagne de toujours, une amie, un ange fidèle et passionné comme vous n’en avez jamais vu. Un ange passionné de la vie, de la bonté, de la beauté, de l’amour...

           Je n’étais pas avec elle quand elle est morte. À l’arrivée de la mauvaise nouvelle j’étais affligée. Maintenant que j’y pense, je comprends à nouveau à quel point elle était dévouée. Elle avait retardé sa mort. Juste pour ne pas m’attrister trop elle avait continué à souffrir. Elle avait attendu que je m’éloigne d’elle pour mourir. C’était le plus grand des dévouements. Un sacrifice de soi qu’un humain
Telle était notre fille innocente
Quel était son nom? Elle s’appelle Léssie
Özlem Y. Uçak

KIZIM BİR MASUM        
İlk kez bir çiçekçide gördüm, Aykut’un günlerdir heyecanla anlattığı sevecen, insan canlısı, güzel mi güzel kızı. Masumiyeti yüzüne vuruyordu. Beni öyle bir çekti ki içimden sımsıkı sarılmak geldi, sarıldım. “Gel” dedim. Kumral saçlarını savurarak yanıma koştu. Gülümsüyordu. Düzgün beyaz dişleri ürkütmüyor, aksine beni de gülümsetiyordu.
Ailesi şimdi anımsayamadığım çok uzak ülkelerden birine yerleşmek isteyince, onu da evin emektarı saksı çiçeğiymiş gibi bir çiçekçi dükkânına bırakıp gitmişti. Çiçekçinin dediğine göre, terk edildiği gün açlık grevine başlamış, günlerdir su bile içmeden adeta ölüm orucu tutuyormuş. Çok zayıftı, bitap düşmüştü. Onun o haline kayıtsız kalmak imkânsızdı. Alıp eve geldik.
Önce evin her yerini dolaştı. Bir yandan da beni ve Aykut’u gözden kaçırmıyordu. Satın almaya gelmiş asil bir hanımefendi gibi keşfini yaptıktan sonra sakince bir koltuğa oturdu. Evi sahiplenen ağırbaşlı halleri beni de keyiflendirmişti. Yanına yaklaşıp saçlarını okşamaya başladım. Bir süre böyle seviştik. Sonra birden, sakin hali yerini hırçınlığa bıraktı; saldırgan bir sokak kızına dönüştü birkaç saniyede. Ne olduğunu anlayamadan ağzıyla hızla elimi tuttu ve bir hamlede dişini geçiriverdi.
Elimi ağzından kurtarıp musluğa koştum. Biraz ürkmüştüm fakat en az onun kadar inatçıydım. Sakince bir daha yaklaştım. Sağlam elimle onu sevmeye başladım. Az önceki hırçın kız gitmiş, gülümseyen sevimli kız geri gelmişti. Parmaklarımı boynuna doğru götürdüm yavaşça. Gülümsüyor ama çok da tedirgin duruyordu. Sanki okşamamı istemiyor gibiydi. Bir yandan da hoşlandığını söyler bir hali vardı. O an tek arzum bana alışması ve güvenmesi oldu. Başka hiçbir şey düşünmüyordum. Boynunu hafifçe okşamaya devam ettim. Başarıyordum. Kafasını kucağıma yatırdı. Tedirginliği geçmişti, benim de öyle. 
Konuşuyorduk, sözlerle değil yüreklerimizle. Anlıyorduk birbirimizi. Yumuşacık tüylerinde gezdirirken elim kanatlanıp uçuyordu sanki. Birbirimize âşık olmuştuk. Dakikalarca kucağımda yattı, sakin bir bebek gibiydi, huzurluydu. Sevmeye devam ederken, o yumuşacık tüylerin arasından kolaylıkla ayırt edebileceğim kadar sert bir şey elime değdi. İlk anda ne olduğunu anlayamadım. Saçlarını kaldırdım. Gördüğüm karşısında ürpermiştim. Boynu paramparça, kaskatı ve şişti. Kan, pis bir çamur gibi tüm boynuna sıvanmıştı. Çok acı çekiyor olmalıydı. Ne de masum ve ürkekti. O an anladık ki hırçınlıkları acı çektiği içindi.
Kucakladığım gibi doktora götürdüm. Boynuna bağlanan ip, o büyüdükçe derisini kesip içine girmiş ve iltihapla dolmuştu. Bir başkası olsaydı acısıyla yeri göğü inletirdi ama o gıkını çıkarmıyordu. İyileşmesi haftalar aldı.
Zaman ilerledikçe daha bir bağlandık birbirimize. Sakin mizacı, güler yüzü bir yana kibarlığı sadece beni değil herkesi büyülüyordu. Uzun, ince muntazam bacakları cılızdı ama hışımla koşabiliyordu. Saçlarını savuruşunu izlemek keyiflerin en güzeliydi. Cefakârdı kızımız, olgunluğu bundan geliyordu sanki. Hayatın yükünü omuzlarında taşımayı başarmış bilgeydi adeta. Sadakati ve zekâsı, insanı kendisine âşık etmek için kullandığı güçleriydi galiba. Ve güzeldi, çok güzeldi.
Tam on üç sene birlikte mutlu olduk, çok mutlu olduk. On üç yılın ardından bir gün, kara bulutlar tepemize toplandı. Karaciğeri iflas etmişti. Acısını içinde yaşayıp yüzümüze gülümseyen güzel kızımız ne ağrılar ne acılar çekmiş olmalıydı, ah!  Öyle masum ve güzeldi ki; sanki o güzel yüzü kadar içi de, organları da tertemiz gibi gelmişti bize. Yanılmıştık; o çok hastaydı. Kalbinin güzelliğinden başka bir şey değildi, yüzündeki gülümseme. Nasıl anlayamadık hasta olduğunu?
Öldüğü gün kocaman bir kor düştü içimize. Altı yıl geçti ama hâlâ sönmeyen bir kor! O bir sevgiliydi, bir dost, bir arkadaş, hiç bir yerde tanık olamayacağınız kadar sadık ve tutkulu; hayata, iyiye, güzele, sevgiye tutkulu bir melekti.
Öldüğü sırada yanında değildim. Haberi geldiğinde üzüntümden kahroldum. Şimdi düşününce, ne kadar fedakâr olduğunu bir daha anlıyorum; Ölmeyi ertelemişti sırf beni çok üzmemek için acı çekmeye devam etmiş, ölmek için yanından uzaklaşmamı beklemişti. Gördüğüm en büyük fedakârlıktı onunki; bir insanda bulun(a)mayacak bir özveri.
İşte; masum kızımız böyleydi. Yıllar sonra bana öyküler yazdıran dört ayaklı sevgili.
Kızımızın adı ne miydi?  

Onun adı,  Lessi…
Özlem Y. Uçak



12 Haziran 2017 Pazartesi

Yeryüzüne Dayanabilmek İçin




YERYÜZÜNÜN MERKEZİ
Tezer Özlü’nün, zamanın dergilerine gönderdiği yazıların toplandığı Yeryüzüne Dayanabilmek İçin adlı kitabını okurken çocukluğuma kadar gittim.
 Kitap yazarın, Avrupa’nın her yerindeki film festivalleri, kitap fuarları hakkında yazdıklarından ve bazı önemli yazar ve sinema yönetmenleriyle yaptığı röportajlardan oluşuyordu. Peter Weiss’ten Ulrich Gregor’a bir çok önemli ismi okumak güzeldi. Ancak ben bambaşka bir tespitte bulunuyordum.
Kitabın başlarında Kafka’nın bir öyküsü geçiyordu. Çocukluğunda ailesiyle yaşarken duyduğu yalnızlığı iliklerime kadar hissedip özümsenemi sağlayan Kafka değil Özlü oldu. Öykünün adı ‘Büyük Gürültü’ydü. Hikâye kısaca şöyleydi: Kafka odasındadır. Dışarıdan gelen kapı gıcırtısını, annesinin kız kardeşlerine seslenişini, babasının dış kapıyı sertçe çekip gidişini dinliyordur. Sonra yılan gibi sürünerek odasından çıkmayı yan odaya giderek kızlara susmalarını söylemeyi çok ister ama yapamaz. Nedeni çok derinlerde yatıyordur…




Kafka'nın hikâyesini okurken çocukken geçirdiğim bir günüm aklıma geldi:
On yaşındaydım. Caddenin kenarındaki çocuk bahçesinde annemin işten eve gelmesini bekliyordum. O saatler sanki kaçamak yaşadığım özgür anlardı. Bahçede benim gibi dört beş çocuk daha vardı. Gözüm, kulağım onlarda olmasa da orada olduklarının farkındaydım. Sonra birden yalnızlık duygusuna kapıldım. Boyumu aşan büyük, derin ancak bir çocuğun korkusuzca karşısında durabileceği bir yalnızlıktı bu. Salıncaklar, kaydırak her yer dingin, ürkünç bir sessizliğe büründü. Az ötede çılgınca işleyen trafik on yaşında bir çocuğa hiçbir şey ifade etmiyordu. Koskoca dünyanın içinde bir tek ben vardım. Sesler yalnızca içimden çıkıyordu. Türlü türlü. Onlarla yaşayabilir miydim? Bu yaşımda fark ediyordum; o gün hissettiğim şey, karmaşa içinde telaşlı bir yalnızlıktı. Yıllar sonra annemin gasilhanede yıkanmayı bekleyen bembeyaz vücudunu gördüğümde o gün yaşadığım derin duyguyla bir daha karşılaştım. Ve birden, içimde büyüyen başka başka insanlar olduğunu ve onlarla yalnız olmayacağımı anladım. Kafka gibi.
Kitapta Rus sinema yönetmeni Andrei Tarkovski’nin 84 yılında bir gazeteciyle yaptığı röportajın Özlü tarafından çevirisine yer verilmişti. Tarkovski'nin tüm özgürlükçü insanları peşinden sürükleyecek muhteşem fikirleri, gözü ve ruhu olduğunu öğreniyordum. Yönetmen röportajında, bağımsız olmadığını söyleyen kişilere ne çok öfkelendiğini dile getirmişti. Bireyin özgürlüğü ülkesinin özgürlüğüne bağlı değildir diyordu; ‘yaşayamadığın özgürlük için başkalarını suçlamak yersizdir. Yalnızca düşler ve fikirler özgür olmalıdır.’ Tarkovski’nin özgürlükle ilgili söylediklerinden yola çıkılınca insanın aklına pek çok şey geliyordu. Ama özünü yoğurunca, yazmak tam anlamıyla özgürleşmek demekti. Yazılanlar da somut görüntüsüydü. Hüznü yazıya dökerken hissedilen haz yazarın özgürce duyacağı bir histi örneğin. Yani Tarkovski’nin söylemek istediği gizli gerçek yazmaktı. 
Kitabın bir diğer bölümünde Tezer Özlü, 82’de yazar Peter Weiss ile Almanya’da yaptığı röportajına yer vermiş ve şu soruyu yöneltmişti; “Her yazarın en çok sevdiği bir yapıtı vardır. Sizinki hangisi?” Weiss’in ne yanıt verdiği önemsizdi. Kitap beni kendimle yüzleştiriyor, makaleleri okurken düşünmeye itiyordu. Her zaman ilk yapılan sonrakilere göre güzelliği, masumluğu ve verimliliği bakımından sorgusuz kabul edilir olabilir miydi? İlk roman, ilk aşk, ilk iş gibi. Makalede bu fikrin doğru ya da yanlış olduğuyla ilgili bir sonuca ulaşılmamıştı. Benim vardığım sonuç; yazmaya karar verip başladığınızda ileride bununla ilgili size ne gibi fayda veya zarar verir bilmeden içinizden geldiği gibi yazıyor olduğunuzdu. Yazmaya tutkun olmak böyle bir şeydi. 
Tutkun kişi, içinde saklı duran şeyi sözcüklerle görünür yapmanın peşine düşmekteydi. Derken işler üçüncü dördüncü kitaba gelince daha çok dikkat çekme ve insanlarda kalıcı iz bırakma hevesi sarıyor, bir hırs peyda oluyordu. Bu hırsın kötü değil aksine iyi olduğunu düşünmek de bir hastalık belirtisiydi.
Artık öyle bir hale geliniyordu ki, yemek yerken, yürürken, müzik dinlerken, konuşurken, okurken, sevişirken hatta uyurken sözcüklerinizi düşünüyor ve en sonunda ihtiraslı bir yazmak bağımlısı oluyordunuz. Hikâyenizi yazarken bir sonra yazacağınız hikâyeyi düşünmeden alamıyordunuz kendinizi. Yazmakta olduğunuz kafanızda bitmiş ve iş sadece kâğıda dökmeye kalmışsa düşüncelerinize başka hikâyeler girmeye başlıyordu. Bu hastalık asla iyileşmiyor, aksine katlanarak yayılıyordu.

Sonunda sözcüklerinizin yeryüzüne dağıldığını gördüğünüzde, işte o an yeryüzünün merkezine oturduğunuz an oluyordu. Her şeyin sizin etrafınızda döndüğünü hayal ediyordunuz. Bu size büyük bir gürültünün içinde sonsuz ve bitimsiz bir yalnızlık duygusu veriyordu. Kafka ve diğer sonsuz olan yazarlar gibi. Özlü gibi…