12 Haziran 2017 Pazartesi

Yeryüzüne Dayanabilmek İçin




YERYÜZÜNÜN MERKEZİ
Tezer Özlü’nün, zamanın dergilerine gönderdiği yazıların toplandığı Yeryüzüne Dayanabilmek İçin adlı kitabını okurken çocukluğuma kadar gittim.
 Kitap yazarın, Avrupa’nın her yerindeki film festivalleri, kitap fuarları hakkında yazdıklarından ve bazı önemli yazar ve sinema yönetmenleriyle yaptığı röportajlardan oluşuyordu. Peter Weiss’ten Ulrich Gregor’a bir çok önemli ismi okumak güzeldi. Ancak ben bambaşka bir tespitte bulunuyordum.
Kitabın başlarında Kafka’nın bir öyküsü geçiyordu. Çocukluğunda ailesiyle yaşarken duyduğu yalnızlığı iliklerime kadar hissedip özümsenemi sağlayan Kafka değil Özlü oldu. Öykünün adı ‘Büyük Gürültü’ydü. Hikâye kısaca şöyleydi: Kafka odasındadır. Dışarıdan gelen kapı gıcırtısını, annesinin kız kardeşlerine seslenişini, babasının dış kapıyı sertçe çekip gidişini dinliyordur. Sonra yılan gibi sürünerek odasından çıkmayı yan odaya giderek kızlara susmalarını söylemeyi çok ister ama yapamaz. Nedeni çok derinlerde yatıyordur…




Kafka'nın hikâyesini okurken çocukken geçirdiğim bir günüm aklıma geldi:
On yaşındaydım. Caddenin kenarındaki çocuk bahçesinde annemin işten eve gelmesini bekliyordum. O saatler sanki kaçamak yaşadığım özgür anlardı. Bahçede benim gibi dört beş çocuk daha vardı. Gözüm, kulağım onlarda olmasa da orada olduklarının farkındaydım. Sonra birden yalnızlık duygusuna kapıldım. Boyumu aşan büyük, derin ancak bir çocuğun korkusuzca karşısında durabileceği bir yalnızlıktı bu. Salıncaklar, kaydırak her yer dingin, ürkünç bir sessizliğe büründü. Az ötede çılgınca işleyen trafik on yaşında bir çocuğa hiçbir şey ifade etmiyordu. Koskoca dünyanın içinde bir tek ben vardım. Sesler yalnızca içimden çıkıyordu. Türlü türlü. Onlarla yaşayabilir miydim? Bu yaşımda fark ediyordum; o gün hissettiğim şey, karmaşa içinde telaşlı bir yalnızlıktı. Yıllar sonra annemin gasilhanede yıkanmayı bekleyen bembeyaz vücudunu gördüğümde o gün yaşadığım derin duyguyla bir daha karşılaştım. Ve birden, içimde büyüyen başka başka insanlar olduğunu ve onlarla yalnız olmayacağımı anladım. Kafka gibi.
Kitapta Rus sinema yönetmeni Andrei Tarkovski’nin 84 yılında bir gazeteciyle yaptığı röportajın Özlü tarafından çevirisine yer verilmişti. Tarkovski'nin tüm özgürlükçü insanları peşinden sürükleyecek muhteşem fikirleri, gözü ve ruhu olduğunu öğreniyordum. Yönetmen röportajında, bağımsız olmadığını söyleyen kişilere ne çok öfkelendiğini dile getirmişti. Bireyin özgürlüğü ülkesinin özgürlüğüne bağlı değildir diyordu; ‘yaşayamadığın özgürlük için başkalarını suçlamak yersizdir. Yalnızca düşler ve fikirler özgür olmalıdır.’ Tarkovski’nin özgürlükle ilgili söylediklerinden yola çıkılınca insanın aklına pek çok şey geliyordu. Ama özünü yoğurunca, yazmak tam anlamıyla özgürleşmek demekti. Yazılanlar da somut görüntüsüydü. Hüznü yazıya dökerken hissedilen haz yazarın özgürce duyacağı bir histi örneğin. Yani Tarkovski’nin söylemek istediği gizli gerçek yazmaktı. 
Kitabın bir diğer bölümünde Tezer Özlü, 82’de yazar Peter Weiss ile Almanya’da yaptığı röportajına yer vermiş ve şu soruyu yöneltmişti; “Her yazarın en çok sevdiği bir yapıtı vardır. Sizinki hangisi?” Weiss’in ne yanıt verdiği önemsizdi. Kitap beni kendimle yüzleştiriyor, makaleleri okurken düşünmeye itiyordu. Her zaman ilk yapılan sonrakilere göre güzelliği, masumluğu ve verimliliği bakımından sorgusuz kabul edilir olabilir miydi? İlk roman, ilk aşk, ilk iş gibi. Makalede bu fikrin doğru ya da yanlış olduğuyla ilgili bir sonuca ulaşılmamıştı. Benim vardığım sonuç; yazmaya karar verip başladığınızda ileride bununla ilgili size ne gibi fayda veya zarar verir bilmeden içinizden geldiği gibi yazıyor olduğunuzdu. Yazmaya tutkun olmak böyle bir şeydi. 
Tutkun kişi, içinde saklı duran şeyi sözcüklerle görünür yapmanın peşine düşmekteydi. Derken işler üçüncü dördüncü kitaba gelince daha çok dikkat çekme ve insanlarda kalıcı iz bırakma hevesi sarıyor, bir hırs peyda oluyordu. Bu hırsın kötü değil aksine iyi olduğunu düşünmek de bir hastalık belirtisiydi.
Artık öyle bir hale geliniyordu ki, yemek yerken, yürürken, müzik dinlerken, konuşurken, okurken, sevişirken hatta uyurken sözcüklerinizi düşünüyor ve en sonunda ihtiraslı bir yazmak bağımlısı oluyordunuz. Hikâyenizi yazarken bir sonra yazacağınız hikâyeyi düşünmeden alamıyordunuz kendinizi. Yazmakta olduğunuz kafanızda bitmiş ve iş sadece kâğıda dökmeye kalmışsa düşüncelerinize başka hikâyeler girmeye başlıyordu. Bu hastalık asla iyileşmiyor, aksine katlanarak yayılıyordu.

Sonunda sözcüklerinizin yeryüzüne dağıldığını gördüğünüzde, işte o an yeryüzünün merkezine oturduğunuz an oluyordu. Her şeyin sizin etrafınızda döndüğünü hayal ediyordunuz. Bu size büyük bir gürültünün içinde sonsuz ve bitimsiz bir yalnızlık duygusu veriyordu. Kafka ve diğer sonsuz olan yazarlar gibi. Özlü gibi…

Hiç yorum yok: