YERYÜZÜNÜN MERKEZİ
Tezer Özlü’nün, zamanın dergilerine
gönderdiği yazıların toplandığı Yeryüzüne Dayanabilmek İçin adlı kitabını
okurken çocukluğuma kadar gittim.
Kitap yazarın, Avrupa’nın her yerindeki film
festivalleri, kitap fuarları hakkında yazdıklarından ve bazı önemli yazar ve
sinema yönetmenleriyle yaptığı röportajlardan oluşuyordu. Peter Weiss’ten Ulrich
Gregor’a bir çok önemli ismi okumak güzeldi. Ancak ben bambaşka bir tespitte
bulunuyordum.
Kitabın başlarında Kafka’nın bir öyküsü geçiyordu. Çocukluğunda ailesiyle
yaşarken duyduğu yalnızlığı iliklerime kadar hissedip özümsenemi sağlayan Kafka değil Özlü oldu. Öykünün
adı ‘Büyük Gürültü’ydü. Hikâye kısaca şöyleydi: Kafka odasındadır. Dışarıdan
gelen kapı gıcırtısını, annesinin kız kardeşlerine seslenişini, babasının dış
kapıyı sertçe çekip gidişini dinliyordur. Sonra yılan gibi sürünerek odasından
çıkmayı yan odaya giderek kızlara susmalarını söylemeyi çok ister ama yapamaz.
Nedeni çok derinlerde yatıyordur…
Kafka'nın hikâyesini okurken çocukken geçirdiğim bir günüm aklıma geldi:
On yaşındaydım. Caddenin
kenarındaki çocuk bahçesinde annemin işten eve gelmesini bekliyordum. O saatler
sanki kaçamak yaşadığım özgür anlardı. Bahçede benim gibi dört beş çocuk daha
vardı. Gözüm, kulağım onlarda olmasa da orada olduklarının farkındaydım. Sonra
birden yalnızlık duygusuna kapıldım. Boyumu aşan büyük, derin ancak bir çocuğun
korkusuzca karşısında durabileceği bir yalnızlıktı bu. Salıncaklar, kaydırak
her yer dingin, ürkünç bir sessizliğe büründü. Az ötede çılgınca işleyen trafik
on yaşında bir çocuğa hiçbir şey ifade etmiyordu. Koskoca dünyanın içinde bir
tek ben vardım. Sesler yalnızca içimden çıkıyordu. Türlü türlü. Onlarla
yaşayabilir miydim? Bu yaşımda fark ediyordum; o gün hissettiğim şey,
karmaşa içinde telaşlı bir yalnızlıktı. Yıllar sonra annemin gasilhanede
yıkanmayı bekleyen bembeyaz vücudunu gördüğümde o gün yaşadığım derin duyguyla
bir daha karşılaştım. Ve birden, içimde büyüyen başka başka insanlar olduğunu
ve onlarla yalnız olmayacağımı anladım. Kafka gibi.
Kitapta Rus sinema yönetmeni Andrei
Tarkovski’nin 84 yılında bir gazeteciyle yaptığı röportajın Özlü tarafından çevirisine
yer verilmişti. Tarkovski'nin tüm özgürlükçü insanları peşinden sürükleyecek
muhteşem fikirleri, gözü ve ruhu olduğunu öğreniyordum. Yönetmen röportajında,
bağımsız olmadığını söyleyen kişilere ne çok öfkelendiğini dile getirmişti. Bireyin
özgürlüğü ülkesinin özgürlüğüne bağlı değildir diyordu; ‘yaşayamadığın özgürlük için başkalarını suçlamak yersizdir. Yalnızca
düşler ve fikirler özgür olmalıdır.’ Tarkovski’nin özgürlükle ilgili
söylediklerinden yola çıkılınca insanın aklına pek çok şey geliyordu. Ama özünü
yoğurunca, yazmak tam anlamıyla özgürleşmek demekti. Yazılanlar da somut
görüntüsüydü. Hüznü yazıya dökerken hissedilen haz yazarın özgürce
duyacağı bir histi örneğin. Yani Tarkovski’nin söylemek istediği gizli gerçek
yazmaktı.
Kitabın bir diğer bölümünde Tezer
Özlü, 82’de yazar Peter Weiss ile Almanya’da yaptığı röportajına yer vermiş ve
şu soruyu yöneltmişti; “Her yazarın en çok sevdiği bir yapıtı vardır. Sizinki
hangisi?” Weiss’in ne yanıt verdiği önemsizdi. Kitap beni kendimle
yüzleştiriyor, makaleleri okurken düşünmeye itiyordu. Her zaman ilk yapılan
sonrakilere göre güzelliği, masumluğu ve verimliliği bakımından sorgusuz kabul
edilir olabilir miydi? İlk roman, ilk aşk, ilk iş gibi. Makalede bu fikrin
doğru ya da yanlış olduğuyla ilgili bir sonuca ulaşılmamıştı. Benim vardığım
sonuç; yazmaya karar verip başladığınızda ileride bununla ilgili size ne gibi
fayda veya zarar verir bilmeden içinizden geldiği gibi yazıyor olduğunuzdu. Yazmaya
tutkun olmak böyle bir şeydi.
Tutkun kişi, içinde saklı duran şeyi
sözcüklerle görünür yapmanın peşine düşmekteydi. Derken işler üçüncü dördüncü
kitaba gelince daha çok dikkat çekme ve insanlarda kalıcı iz bırakma hevesi
sarıyor, bir hırs peyda oluyordu. Bu hırsın kötü değil aksine iyi olduğunu
düşünmek de bir hastalık belirtisiydi.
Artık öyle bir hale geliniyordu ki,
yemek yerken, yürürken, müzik dinlerken, konuşurken, okurken, sevişirken hatta
uyurken sözcüklerinizi düşünüyor ve en sonunda ihtiraslı bir yazmak bağımlısı
oluyordunuz. Hikâyenizi yazarken bir sonra yazacağınız hikâyeyi düşünmeden
alamıyordunuz kendinizi. Yazmakta olduğunuz kafanızda bitmiş ve iş sadece
kâğıda dökmeye kalmışsa düşüncelerinize başka hikâyeler girmeye başlıyordu. Bu
hastalık asla iyileşmiyor, aksine katlanarak yayılıyordu.
Sonunda sözcüklerinizin yeryüzüne
dağıldığını gördüğünüzde, işte o an yeryüzünün merkezine oturduğunuz an oluyordu.
Her şeyin sizin etrafınızda döndüğünü hayal ediyordunuz. Bu size büyük bir gürültünün
içinde sonsuz ve bitimsiz bir yalnızlık duygusu veriyordu. Kafka ve diğer
sonsuz olan yazarlar gibi. Özlü gibi…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder