Dut Ağacının
Sırrı, Anneannem
Ege ile Akdeniz’i birleştiren yüksek dağların arasında
bir ovada, tarihi çok eski dönemlerde başlamış bir köy vardı. Balkan Savaşı’nda
işgalden kaçıp gelmiş göçmen aileler orada yaşardı. Dünya, üzerinde yaşanan
bütün kötülüklerin başlıca kaynağı olan o ilk harpten çıkmış, ikinci harbe
doğru hızla dönüyorken, köyde Güldalı adında minik el ve ayaklı gepegenç bir
kadın yaşardı.
Bu gencecik kadın küçük yaşında hayatta var olma
amacını adeta büyük bir kararlılıkla belirlemişti. O bir askerdi. Savaşın
enkazını kaldırmak için gerekli insan gücünü meydana getiren doğurgan bir
asker. Her iki yılda bir evden sokağa yaban kekiğinin keskin kokusu yayılır, o
zaman Güldalı bir asker doğurmuş olurdu.
Penceresi
olmayan odada bir avazda ilk bebeğini doğurduğunda on beşindeydi. Kapısı salona
açılan, penceresi olmayan odada doğan bebeklerin nuru yayılırdı etrafa. Civar
evlerde yaşayan insanlar, bu gizi çözmeye çalışır fakat evin ışıltısına bir
anlam veremezdi. Sessizdi ev; dışarıda süren sefalet ve açlığı kıskandırmamak
için sevinçlerini göstermek istemezlerdi.
Arka bahçede ihtişamla duran dut ağacı
Güldalı’nın doğumlarını, bebeklerin büyüyüşlerini izliyor ve dallarındaki
meyvede anıları büyük bir itinayla saklıyordu. Güldalı her dut yediğinde narin
vücuduna nüfus ediyordu; ağaç Güldalı oldu, Güldalı da ağaç. Dut ağacı ona hayat
verme görevini ilahi bir aşkla sürdürüyordu. Güldalı’nın her gebe kalışında
ağaç, köklerini toprağa daha çok saldı ve daha çok meyve verdi. Dut ağacı, ev
ve Güldalı büyülü bir gizle birbirlerini tamamlıyordu.
Komşular, evdeki bereketin, bolluğun ve huzurun
sırrının Güldalı ile dut ağacının birbirlerinden aldıkları güç olduğunu
bilmiyorlardı tabi. Bu sırrı bilen tek bir kişi vardı; Osman Bey. Başöğretmendi
Osman Bey. Dalyan gibi bir adamdı. O da bir askerdi. Köy köy dolaşır insanlara
okuma yazma öğretirdi. Gittiğinde soğuk kış şartları bir yana, sefalet içindeki
ülkede hiçbir vasıta bulamadığı için haftalarca eve dönmezdi. Mahalleli onu hiç
görmez varlığından şüphe eder ve böylelikle evin sırrını bir türlü çözemezdi.
Aileyi ayakta tutmak Güldalı’nın göreviydi. Yedi
kızı onun dalları, dört tane erkek evlat yoncasının yapraklarıydı. Osman Bey
oğullarına düşkündü. Bunu sadece erkek evlatları bilir; bu durumun onlara verebileceği,
hayatlarına bonkörce yansıtabilecekleri erdemi kimseye göstermeden mağrurca
yaşamalarını sağlayan kişi Güldalı olurdu.
İkinci dünya savaşı başlamıştı. Milyonlarca insan
ölürken Güldalı on birinciyi doğurdu. Dut ağacı dallarıyla pencerelerini,
köküyle evin etrafını sardı ve meyveleri dolup taştı. Yerlere göklere sığmadı.
Tüm mahalleyi, hatta köyü meyvesiyle besledi. Bunlar olurken Güldalı otuz yedi
yaşındaydı ve on birden sonra doğurmayı bıraktı.
Harp bitti. Evde dingin ve huzurlu bir hava hâkimdi.
Son üç küçük çocuktu evde kalan. Cengiz on iki, Oğuz on, Nursel sekiz
yaşındaydı. Masmavi gözleri, sapsarı saçları güleç yüzleri vardı. Ve bir gün
olanlar oldu. Onca bolluğu bereketi veren tanrı karşılığında o çocukları alacaktı.
Ağacın gölgesine yığıldılar. O günden sonra hiç bir şey eskisi gibi değildi. Dut
ağacını asla affetmedi. Onları koruyamamıştı. Gökten gelen ışık aldı onları;
Cengiz’i, Oğuz’u Nursel’i ve Dut ağacını. Evin sessiz huzuru, nurlu penceresiz
odası eriyip gitti, ağacın yerini kupkuru yanık bir toprak aldı. Güldalı ’nın
sonsuzluğa açılan kapıları zamansız kapandı.
Kurtuluş, büyük devrimler yaşandı. Bir abide gibi
dimdik ayakta, Güldalı olup bitene şahit oldu. Bitimsiz acıları yüreğinde daima
canlı tuttu. Doksanların ortalarıydı. Torununun çocuğu doğduğunda, ölümün
doğmak kadar olağan bir şey olduğunu anlayacak kadar uzun yaşamıştı Güldalı. O
minicik yüzde, ellerde ve yürekte kaybettiklerini Cengiz’i, Oğuz’u, Nursel’i ve
diğer çocuklarını gördü. Minicik kulağa incecik dudaklarını yapıştırdı;
“Nursel’im.
Sen benim son kutsal görevimsin. Köklerimi toprağa saldım, işim bitti,
şimdi dinlenebilirim…” dedi.
Penceresi olan odasında, kendisi gibi küçücük
yatağına uzandı. Pencereye baktı dut ağacının dalları sallanıyordu.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder