Dorothea Tanning- Eine Kleine Nachtmusik |
MOZA ve AYÇİÇEĞİ
Kapıda başladı soyunmaya. Kolundaki saatten
kurtuldu önce, yani zamandan. Zaman, eve girdiği anda tıpkı bir bulut
gibi indi yere, etraf flu bir yayvanlığa büründü. Saçını sımsıkı tutan tel
tokayı, özel dikim bluzu, ipek pantolonu, dantelli sutyeni çıkardı sırasıyla. Yorgundu ve ihtiyarlamaya
hevesliydi Moza. Bu gencecik yaşında. Onun değildi, sanki başkasına ait bir
hayat vardı kapıların ardında.
İçeri girdiğine göre artık maskesini
çıkarabilirdi. Altında başka bir yüz daha, onun altında bir tane daha. Sevecen,
mutlu, iyimser, hayat dolu. Her biri için ayrı birer maske takıyordu Moza.
Hayatı böyle yaşanır oluyordu. Ruhu ard arda taktığı bu maskelerin altındaydı.
Sırf onun olan, kimseyle paylaşmadığı korkularına ve masum duygularının
hoyratlığına ulaşana kadar maskeleri tek tek çıkardı yüzünden. Ürkek bir sokak
kedisi kadar çıplak olana, ruhu açığa çıkana kadar sürdü. Her bir maskenin
çıkışıyla bedeni, adeta bir sarmaşık gibi tüm evin duvarlarına, kapılara
yayıldı.
Dökülmeye yüz tutmuş, bakımsız ve yalnız bırakılmış ev vücuduydu
şimdi. Her yerde yığılı onlarca anı, canlı kırmızısıyla zamana direnen halının
altına saklanmıştı. Kapıların ardında onu bekleyen
ruhunu giyindi ve daha sonra üzerine yeni hiçbir hatıra eklemediği eski
anısıyla başladı konuşmaya.
Baba.
“Dikkatli tut bakalım, ufaklık! Fotoğrafı duvara çivileyelim güzelce.
Ayçiçekleriyle ne güzel oldu bahçemiz.”
“Her geçen gün daha çok benziyor sesim. Bu an’ı rüyalarımda tekrar tekrar
yaşıyorum. Şimdi sarısı solmuş ayçiçeklerinin, o hallerini anımsamak
istemiyorum artık!”
Birden elini fotoğraftan çekti;
“Beni neden yanına almadın? Küçücüğüm, neden bıraktın?”
Kapının ardındaki ayçiçeği fotoğrafı
Yerleri değişmemişti çocukluğunun. Bahçedeki ayçiçekleriyle çekilmiş
fotoğrafı, duvarla öyle bütünleşikti ki, oradan koparıldığı anda duvar,
yalnızlığını büyük bir yıkıntıyla gösterirdi. Fotoğrafın dış yüzeyinin zavallı
görünümünün aksine ayçiçeklerin, soğuk, parlak, kaygan, dehşet verici görkemli
yaprakları ve vücudunu saran sevecenliği capcanlıydı. Binlerce kez olduğu gibi
Moza yine hissetti. Parmaklarını fotoğrafın üzerinde gezdirdi. Babasıyla en
mutlu olduğu an buydu herhalde. Düşünüyordu, yıllarca düşünmüştü, bahçeye
ayçiçeklerini diktikleri o günden daha mutlu bir anı, küçücük bir gülümseyiş
bile anımsamıyordu.
Işıklı kapının ardındaki tablo
Elini duvara sürerek ilerledi. Kapının
aralandığı odada ışık yanıyordu. İçeri girdi. Annesinin yaptığı soluk,
gerçeküstücülüğün berbat bir kopyası gibi görünen tablo, duvarda eğri şekilde
asılıydı. Tabloya bakarken bir kahkaha attı. Oda gergin tiz kahkahasıyla doldu.
İsterik bir gülüşle;
“Nefretimi nasıl da çizmişsin? Bu
senin nefretin, şimdi bana geçti. Tıpkı tablodaki gibiyim. Çığlıklarımla dolu
şişirilmiş bir karnım ve boğazımda dolaşan yılan kollarla morarmış yüzüm.
Kollarımdan dallar uzanıyor, zehirli bir sarmaşık gibi yürüyor içime. Tabloya
bakınca seni değil kendimi görüyor olmak! Bir ayna gibi. Bedenimden fışkıran
dala astım ben bu tabloyu. Kendimle birlikte.”
Kapının kenarına yaslandı ve devam etti;
“Doğmamı neden bu kadar istedin ha
baba? Beni istemeyen bir kadına bıraktın ve beni terk ettin! Onu değil beni
terk ettin sen! Ona benzediğim için değil mi? Kahretsin. Ona benziyorum evet.
Onun kadar mutsuz ve yalnızım.”
Bugün bir başka bakıyordu tablo ona. Birden, tabloyu duvardan alıp sertçe
yere attı. Üzerine basıp, Allah kahretsin, Allah kahretsin! Diyerek ezmeye,
parçalamaya başladı. Kendini durduramıyordu. Her darbesinde, içinden adeta
sıcak yoğun bir lav yere akıyor ve rahatlıyordu sanki.
Anne.
“Sen istedin diye bir çocuk verdim sana. Giderken götür onu da! Bana değil,
sana ait bir kız çocuğu…”
Babası arkasına bakmadan çekip gittiğinde,
kapıyı tükürükleriyle bulamıştı annesi. Bağırmaları, inlemeleri bu kapının
ardında öylece duruyordu. Terk edilmişliği ruhsal çöküntüye dönüşen bir kadın.
Dahası, onu istemeyen bir anne. Açtığı anda patır patır üzerine yağdı tükürüklü
inleyişleri.
“Anne olamayacak kadar bencil,
ruhsuz bir kadındın sen! Tükürüklerinin izlerini kapıda hep görüyorum. Yok
olmuyor. Beni hasta ediyor o tükürükler. ”
Annesinin öldüğü gün başladı maske takmaya. Bu
odada kararmıştı onun ölü bedeni. İşte o zaman, ölü bedene bakıp ilk maskesini
taktı.
Döşemesi yüzülmüş koltuğa oturdu. Tozlu masadan,
Cortazar’ın okunmaktan yorulmuş kitabını çekti.
Ele Geçirilen Ev
Julio Cortazar’ın meşhur öyküsünü, ezbere okunan dua, bir ayinin serenadı
ya da plakçalarda takılı kalmış şarkı gibi okudu. Tıpkı öyküdeki gibi sıkışıp
kalmıştı bu evde. Sonra, sözcükler ağzından çıkıp kulağını doldurdukça
ağlamaklı duran dudakları neşemsi bir yayvanlığa evrildi. Kapıya doğru, 'Yemekte sana ne yapayım babacığım?' diye
bağırdı.
Birden yüzü asıldı, sesi cılız çıkıyordu. Adeta içindeki, sakladığı birine
seslenir gibi mırıldandı; 'Yine mi
aynı konu? Bırakamam onu, babam o! Koca ev, hepimize yetiyor işte.'
Delinmiş yerlerinden sararmış, babasından gelen
mektuplar vardı masanın üstünde. Evi terk ettikten sonra her yıla bir
mektup. Son yıl göndermemişti. Öldü dediklerinde bir maske daha takmıştı
yüzüne. Bir tanesi kitabın arasında duruyordu. Aldı ve masanın üstündeki diğer
mektupların arasına fırlattı.
“Mektuplarla kendini affettiremezsin! Öldüğün için de affetmeyeceğim seni…”
Sonra da kitabı fırlattı. Mektuplar yere
saçıldı. Korkmuştu. Yaptığının korkunç bir şey olduğu düşüncesiyle kalbi
çarpıyordu. Ürkekçe eğilip topladı mektupları. Kalın ucuyla vibratör çıktı
ortaya. O an hiçbir şey korkusunu dindiremezdi sanki. Kuytusuna aleti ittikçe fotoğraftaki
ayçiçeklerin dalları ona daha çok yaklaştı. Ağzına bakıyorlardı. İçine
gireceklerdi. Aleti ittikçe itti. Hızlandı. Sonra yavaşladı. Dallar uzaklaşıyor
yerlerine geri dönüyordu.
‘Sevilmeye hakkın yok senin!’
’Hayır, yok kimse yok!’
‘Bir sigara içeceğim.'
“Of anne. Yine bitirmişsin
sigaralarımı. Sana kaç kere sigarama dokunma dedim.”
Bahçe kapısının önündeki ayçiçeklerinin solgun
duruşlarının gölgesinde, pakette kalan son sigarayı yaktı.
Ayçiçekleri
Moza büyük nefeslerle sigarasını çekti, külünü halının soluk yerlerine
salladı. Üç ayrı ırktan üç ayçiçeği vardı. Babasıyla dikmişlerdi oraya.
Her şeye şahitti onlar. Derken bir gürültü duydu. Konuşma gibiydi fakat insan
sesine benzemiyordu. Çiçeklerin dalları evin kapısından içeri doğru
yürüyorlardı. Sonra, yaprakların her birinin üzerinde açılıp kapanan canlı
gözler gördü.
'Bu da ne?'
Yapraklar, rüzgâr olmadığı halde kuvvetlice hışırdadı, gözler açılıp
kapandı.
'Artık gitsen,' dedi ses.
Ürktü, telaşla içeri girdi. Ne olduğunu anlamaya çalışıyor, kapının
arkasında saklanıyordu. Ses, alaya alırcasına bir gülüşle;
‘Sen artık gitsene diyorum. Sıkılmadın mı bana bakmaktan? Ben senden çok sıkıldım. Senden, bu
evden, içindeki köhnelikten. Arkadaki çiçekler canlı evlere bakıyor. Bense
senin sıkıcı hayatına…'
Onlar çok eski dostlardı. Her bir yaprağı, kendi bedeninin canlılığıyla
parlamış ve devleşmişti ayçiçekleri. Ağaç olmuşlardı. En sonunda konuşmaya
karar vermiş olmaları ne şaşırtıcıydı. Aynı anda meraklandı. Tanıyorlardı
birbirlerini. Moza onları ne kadar iyi tanıyorsa, ayçiçekleri de onu iyi
biliyorlardı.
"Nereye gideceğim? Hem size
ne! Hayatımı görme hakkını verdim tamam, ama karışma hakkınız yok!"
"İşte kendin dedin. Görüyoruz hayatını. Bomboş geçiyor. Hiçbir şey
yok. Karşı evdeki sarmaşık dedikodunu yapıyor. Maskeli kız bugün hangi
maskesini takmış diye dalga geçiyor. Kapıların ardını merak edip bize
soruyorlar. Merak etme söylemeyiz bir şey. Sen babandan yadigârsın bize. Sahi
sen neden takıyorsun bu maskeleri? Annene benzediğin için mi?”
“ Böyle yaparak annene benziyo…”
“Onun gibiyim işte siz de
söylüyorsunuz!”
“Hayır. Sen annen değilsin. Sana davrandıklarıyla kendini ölçtün hep. O
ilgisiz biriydi. Bu yüzden mi kimseyi yanına yaklaştırmıyorsun. -Onun gibi
olduğunu düşündüğün için.- Yalnızlığı ve kendine acımayı seviyor insanlar. Ama
sen bundan haz alıyorsun. Ayçiçekleri bile yalnız olmayı sevmez...'
Saatlerce sürdü haykırışları. Güneşin ilk ışığı halının üzerine aktıkça
yaprakların gözleri bir bir kapandı. Sonra gözler yok oldu.
Ertesi sabah sıradan bir gün gibi maskesini takıp evden çıktı. Akşam olunca
öbür günlerden farklı bir hevesle ve bunun şaşkınlığıyla geldi eve. Her zaman
yaptığını yapmadı bu kez. Ne fotoğrafla konuştu ne de babasıyla. Bahçeye çıktı.
Yapraklar yine göz göz açıldılar. Gece boyu babasını anlattılar ona.
Ayçiçekleri evin, tablonun, fotoğrafın ve kapalı kapılar ardındaki odaların
yerini almıştı sonunda, hatta onlar daha fazlasıydı. Çünkü canlıydılar,
konuşuyor, anlatıyor ve dinliyorlardı. Böyle günler geçiyor, bu olağanüstü olaya tutkuyla
bağlanıyordu.
O son akşam, ayçiçeklerin soluduğu nefeslerin yokluğu çökmüştü eve.
Ayçiçekleri yerlerinde yoktu. Birden gitmişlerdi işte. Yıllardır orada duruyorlarken
kesilmişlerdi durduk yere. Yere çöküp kaldı. Bir tanesi direnmiş olmalıydı.
Dalları kapılara çarpıp kırılmış, içeri yaprak demedi savrulmuştu.
“Çığlıklarınızı duyuyorum.
Lanet olsun sizi kesenlere!”
Avuçlarının arasına dalı aldı, nefesiyle canlandırmaya çalıştı. Artık çok
geçti. Yapraklar kararıyor ve büzüşüyordu. Üç beş fazladan araba park etmek için çoraklaştırılmıştı
ev. İşte şimdi, bu ev gibi olduğunu anlayacak kadar açılmıştı dimağı Moza’nın.
Ayçiçeklerin olduğu yerde acıtıcı bir boşluk vardı. Onlar, yerini cehennemsi
bir sıcağa bırakıp çürümeye terk edilmişlerdi. Ateşi yüzüne vuruyordu. İçi çok
acıyordu. Kıpırdayamıyor, nefes alamıyordu. Adeta ölmüş bir vücuttan bakan
donuk gözleriyle çiçeklerden kalan boş alana saatlerce baktı. Sonra birden, etrafa
vurmaya başladı çıplak elleriyle. Kapılara, duvara, mektuplara, tabloya.
“Neden, neden? Neden gidiyorsunuz? Ne
var bende…”
“ Nefret ediyorum bu evden!
Hepinizden!”
Soğuk bir rüzgâr esti o anda. Saçları havaya kalkmış, göğe ulaşmak
isteyen o günebakan gibi yukarı doğru uzuyordu. Bunu ilk kez duyumsadığında
alnından akan sıcak ter buz gibi oldu. Titredi. O sırada alaca karanlığın
içinde, yerde parçalanmış tablodaki yüzü görüverdi. Gözleri, aynı yaprakların
üzerinde beliren gözlerdi. Onunla konuşan çiçeklerin gözleri. Uzunca baktı,
onundu yaprakta açan o gözler...
“Siz haklıydınız, ben kimse değilim.
Ben benim.”
Ayağa kalktı. Başka bir şeyler hissediyordu şimdi. Gitmekle kalmak, ölmekle
yaşamak, yok olmakla var olmak arasındaki o ince çizginin üstünde dimdik ve
dengede durduğunu fark ediyordu. Hangi tarafa yürüyeceğine karar verecekti. Kurtarabildiği
yaprakları hassas bir nezaketle Cortazar kitabının arasına yerleştirdi. Kitabı
yıllardır koymadığı rafa kaldırdı. Dağılmış mektupları topladı, kutuya koydu. Babasıyla
olan fotoğrafı dolabın arkasına sakladı.
Yere saçılmış tablo parçalarını topladı tek tek.
“Ben sen değilim. Senin gibi
olmayacağım.” Derken her bir hücresinin
canlandığını karşı koymadığı bir coşkuyla ayrımsadı.
Akan yaşlarını sildi. Yüzünün
hassas yumuşaklığını hissetti. Hâlâ canlıydı ve güzel. Maskesizken bile.
Bir şeye geç kalıyor gibi aceleci, üzerine serili toprağı atıp dirilmeye
hazırlanan bir ölü gibi soğukkanlı çekmeceleri karıştırmaya
başladı.
“Çarşaf işimi görür...”
Çarşafın üzerindeki solgun deseni ve ağır naftalin ile karışık ıslak bez
kokusunu ilk kez duyumsadı.
“Nasıl bir koku bu?” diye
bağırdı.
“Bunca yıl bu kokuyla yaşadım…”
Ruhunun kuytularında beslediği o büyük yalnızlığı teninden fırlatıp atmaya
öyle hazırdı ki; bunca zaman, ailesine ve ona yaşattıkları büyük değersizliğe
artık tahammülü kalmamıştı. Hemen oracıkta, içi boşalana ve durulana kadar
bağırdı. Çığlıkları sadece kendi duyuyor, bedeniyle birlikte ruhu da temizleniyordu.
Çarşafı aldı, tablonun, fotoğrafların ve mektupların üstünü örttü. Kapısı
açık duran ve hiç kapatmadığı o odayı sıkıca kapattı.
Evden çıktı. Artık yüzünde maske yoktu.
1 yorum:
Moza ve Ayçiçeği'ne ait sorulara ve yorumlara yanıt vereceğim.
Yorum Gönder