14 Ağustos 2022 Pazar

Resim Anlatımı: Moza Ve Ayçiçeği (Dorothea Tanning' in Eine Kleine Nachtmusik Tablosunun Hikayesi)

 

 

Dorothea Tanning- Eine Kleine Nachtmusik


MOZA ve AYÇİÇEĞİ

Kapıda başladı soyunmaya. Kolundaki saatten kurtuldu önce,  yani zamandan. Zaman, eve girdiği anda tıpkı bir bulut gibi indi yere, etraf flu bir yayvanlığa büründü. Saçını sımsıkı tutan tel tokayı, özel dikim bluzu, ipek pantolonu, dantelli sutyeni çıkardı sırasıyla. Yorgundu ve ihtiyarlamaya hevesliydi Moza. Bu gencecik yaşında. Onun değildi, sanki başkasına ait bir hayat vardı kapıların ardında.

İçeri girdiğine göre artık maskesini çıkarabilirdi. Altında başka bir yüz daha, onun altında bir tane daha. Sevecen, mutlu, iyimser, hayat dolu. Her biri için ayrı birer maske takıyordu Moza. Hayatı böyle yaşanır oluyordu. Ruhu ard arda taktığı bu maskelerin altındaydı. Sırf onun olan, kimseyle paylaşmadığı korkularına ve masum duygularının hoyratlığına ulaşana kadar maskeleri tek tek çıkardı yüzünden. Ürkek bir sokak kedisi kadar çıplak olana, ruhu açığa çıkana kadar sürdü. Her bir maskenin çıkışıyla bedeni, adeta bir sarmaşık gibi tüm evin duvarlarına, kapılara yayıldı.

 Dökülmeye yüz tutmuş, bakımsız ve yalnız bırakılmış ev vücuduydu şimdi. Her yerde yığılı onlarca anı, canlı kırmızısıyla zamana direnen halının altına saklanmıştı. Kapıların ardında onu bekleyen ruhunu giyindi ve daha sonra üzerine yeni hiçbir hatıra eklemediği eski anısıyla başladı konuşmaya.

Baba.

 “Dikkatli tut bakalım, ufaklık! Fotoğrafı duvara çivileyelim güzelce. Ayçiçekleriyle ne güzel oldu bahçemiz.”

“Her geçen gün daha çok benziyor sesim. Bu an’ı rüyalarımda tekrar tekrar yaşıyorum. Şimdi sarısı solmuş ayçiçeklerinin, o hallerini anımsamak istemiyorum artık!”

Birden elini fotoğraftan çekti;

“Beni neden yanına almadın? Küçücüğüm, neden bıraktın?”

Kapının ardındaki ayçiçeği fotoğrafı

Yerleri değişmemişti çocukluğunun. Bahçedeki ayçiçekleriyle çekilmiş fotoğrafı, duvarla öyle bütünleşikti ki, oradan koparıldığı anda duvar, yalnızlığını büyük bir yıkıntıyla gösterirdi. Fotoğrafın dış yüzeyinin zavallı görünümünün aksine ayçiçeklerin, soğuk, parlak, kaygan, dehşet verici görkemli yaprakları ve vücudunu saran sevecenliği capcanlıydı. Binlerce kez olduğu gibi Moza yine hissetti. Parmaklarını fotoğrafın üzerinde gezdirdi. Babasıyla en mutlu olduğu an buydu herhalde. Düşünüyordu, yıllarca düşünmüştü, bahçeye ayçiçeklerini diktikleri o günden daha mutlu bir anı, küçücük bir gülümseyiş bile anımsamıyordu.

Işıklı kapının ardındaki tablo

Elini duvara sürerek ilerledi. Kapının aralandığı odada ışık yanıyordu. İçeri girdi. Annesinin yaptığı soluk, gerçeküstücülüğün berbat bir kopyası gibi görünen tablo, duvarda eğri şekilde asılıydı. Tabloya bakarken bir kahkaha attı. Oda gergin tiz kahkahasıyla doldu. İsterik bir gülüşle;

“Nefretimi nasıl da çizmişsin? Bu senin nefretin, şimdi bana geçti. Tıpkı tablodaki gibiyim. Çığlıklarımla dolu şişirilmiş bir karnım ve boğazımda dolaşan yılan kollarla morarmış yüzüm. Kollarımdan dallar uzanıyor, zehirli bir sarmaşık gibi yürüyor içime. Tabloya bakınca seni değil kendimi görüyor olmak! Bir ayna gibi. Bedenimden fışkıran dala astım ben bu tabloyu. Kendimle birlikte.”

Kapının kenarına yaslandı ve devam etti;

“Doğmamı neden bu kadar istedin ha baba? Beni istemeyen bir kadına bıraktın ve beni terk ettin! Onu değil beni terk ettin sen! Ona benzediğim için değil mi? Kahretsin. Ona benziyorum evet. Onun kadar mutsuz ve yalnızım.”

Bugün bir başka bakıyordu tablo ona. Birden, tabloyu duvardan alıp sertçe yere attı. Üzerine basıp, Allah kahretsin, Allah kahretsin! Diyerek ezmeye, parçalamaya başladı. Kendini durduramıyordu. Her darbesinde, içinden adeta sıcak yoğun bir lav yere akıyor ve rahatlıyordu sanki.

Anne.

“Sen istedin diye bir çocuk verdim sana. Giderken götür onu da! Bana değil, sana ait bir kız çocuğu…”

Babası arkasına bakmadan çekip gittiğinde, kapıyı tükürükleriyle bulamıştı annesi. Bağırmaları, inlemeleri bu kapının ardında öylece duruyordu. Terk edilmişliği ruhsal çöküntüye dönüşen bir kadın. Dahası, onu istemeyen bir anne. Açtığı anda patır patır üzerine yağdı tükürüklü inleyişleri.

 “Anne olamayacak kadar bencil, ruhsuz bir kadındın sen! Tükürüklerinin izlerini kapıda hep görüyorum. Yok olmuyor. Beni hasta ediyor o tükürükler. ”

Annesinin öldüğü gün başladı maske takmaya. Bu odada kararmıştı onun ölü bedeni. İşte o zaman, ölü bedene bakıp ilk maskesini taktı.

Döşemesi yüzülmüş koltuğa oturdu. Tozlu masadan, Cortazar’ın okunmaktan yorulmuş kitabını çekti. 

Ele Geçirilen Ev

Julio Cortazar’ın meşhur öyküsünü, ezbere okunan dua, bir ayinin serenadı ya da plakçalarda takılı kalmış şarkı gibi okudu. Tıpkı öyküdeki gibi sıkışıp kalmıştı bu evde. Sonra, sözcükler ağzından çıkıp kulağını doldurdukça ağlamaklı duran dudakları neşemsi bir yayvanlığa evrildi. Kapıya doğru, 'Yemekte sana ne yapayım babacığım?' diye bağırdı.

Birden yüzü asıldı, sesi cılız çıkıyordu. Adeta içindeki, sakladığı birine seslenir gibi mırıldandı; 'Yine mi aynı konu? Bırakamam onu, babam o!  Koca ev, hepimize yetiyor işte.' 

Delinmiş yerlerinden sararmış, babasından gelen mektuplar vardı masanın üstünde.  Evi terk ettikten sonra her yıla bir mektup. Son yıl göndermemişti. Öldü dediklerinde bir maske daha takmıştı yüzüne. Bir tanesi kitabın arasında duruyordu. Aldı ve masanın üstündeki diğer mektupların arasına fırlattı.

 “Mektuplarla kendini affettiremezsin! Öldüğün için de affetmeyeceğim seni…”

Sonra da kitabı fırlattı. Mektuplar yere saçıldı. Korkmuştu. Yaptığının korkunç bir şey olduğu düşüncesiyle kalbi çarpıyordu. Ürkekçe eğilip topladı mektupları. Kalın ucuyla vibratör çıktı ortaya. O an hiçbir şey korkusunu dindiremezdi sanki. Kuytusuna aleti ittikçe fotoğraftaki ayçiçeklerin dalları ona daha çok yaklaştı. Ağzına bakıyorlardı. İçine gireceklerdi. Aleti ittikçe itti. Hızlandı. Sonra yavaşladı. Dallar uzaklaşıyor yerlerine geri dönüyordu.

‘Sevilmeye hakkın yok senin!’

 ’Hayır, yok kimse yok!’

‘Bir sigara içeceğim.' 

“Of anne. Yine bitirmişsin sigaralarımı. Sana kaç kere sigarama dokunma dedim.”

Bahçe kapısının önündeki ayçiçeklerinin solgun duruşlarının gölgesinde, pakette kalan son sigarayı yaktı.

Ayçiçekleri

Moza büyük nefeslerle sigarasını çekti, külünü halının soluk yerlerine salladı. Üç ayrı ırktan üç ayçiçeği vardı. Babasıyla dikmişlerdi oraya. Her şeye şahitti onlar. Derken bir gürültü duydu. Konuşma gibiydi fakat insan sesine benzemiyordu. Çiçeklerin dalları evin kapısından içeri doğru yürüyorlardı. Sonra, yaprakların her birinin üzerinde açılıp kapanan canlı gözler gördü.

'Bu da ne?'

Yapraklar, rüzgâr olmadığı halde kuvvetlice hışırdadı, gözler açılıp kapandı. 

'Artık gitsen,' dedi ses.

Ürktü, telaşla içeri girdi. Ne olduğunu anlamaya çalışıyor, kapının arkasında saklanıyordu. Ses, alaya alırcasına bir gülüşle;

Sen artık gitsene diyorum. Sıkılmadın mı bana bakmaktan? Ben senden çok sıkıldım. Senden, bu evden, içindeki köhnelikten. Arkadaki çiçekler canlı evlere bakıyor. Bense senin sıkıcı hayatına…'

Onlar çok eski dostlardı. Her bir yaprağı, kendi bedeninin canlılığıyla parlamış ve devleşmişti ayçiçekleri. Ağaç olmuşlardı. En sonunda konuşmaya karar vermiş olmaları ne şaşırtıcıydı. Aynı anda meraklandı. Tanıyorlardı birbirlerini. Moza onları ne kadar iyi tanıyorsa, ayçiçekleri de onu iyi biliyorlardı.

"Nereye gideceğim? Hem size ne! Hayatımı görme hakkını verdim tamam, ama karışma hakkınız yok!"

"İşte kendin dedin. Görüyoruz hayatını. Bomboş geçiyor. Hiçbir şey yok. Karşı evdeki sarmaşık dedikodunu yapıyor. Maskeli kız bugün hangi maskesini takmış diye dalga geçiyor. Kapıların ardını merak edip bize soruyorlar. Merak etme söylemeyiz bir şey. Sen babandan yadigârsın bize. Sahi sen neden takıyorsun bu maskeleri? Annene benzediğin için mi?”

“ Böyle yaparak annene benziyo…”

“Onun gibiyim işte siz de söylüyorsunuz!”

“Hayır. Sen annen değilsin. Sana davrandıklarıyla kendini ölçtün hep. O ilgisiz biriydi. Bu yüzden mi kimseyi yanına yaklaştırmıyorsun. -Onun gibi olduğunu düşündüğün için.- Yalnızlığı ve kendine acımayı seviyor insanlar. Ama sen bundan haz alıyorsun. Ayçiçekleri bile yalnız olmayı sevmez...'

Saatlerce sürdü haykırışları. Güneşin ilk ışığı halının üzerine aktıkça yaprakların gözleri bir bir kapandı. Sonra gözler yok oldu.

Ertesi sabah sıradan bir gün gibi maskesini takıp evden çıktı. Akşam olunca öbür günlerden farklı bir hevesle ve bunun şaşkınlığıyla geldi eve. Her zaman yaptığını yapmadı bu kez. Ne fotoğrafla konuştu ne de babasıyla. Bahçeye çıktı. Yapraklar yine göz göz açıldılar. Gece boyu babasını anlattılar ona. Ayçiçekleri evin, tablonun, fotoğrafın ve kapalı kapılar ardındaki odaların yerini almıştı sonunda, hatta onlar daha fazlasıydı. Çünkü canlıydılar, konuşuyor, anlatıyor ve dinliyorlardı. Böyle günler geçiyor, bu olağanüstü olaya tutkuyla bağlanıyordu.

O son akşam, ayçiçeklerin soluduğu nefeslerin yokluğu çökmüştü eve. Ayçiçekleri yerlerinde yoktu. Birden gitmişlerdi işte. Yıllardır orada duruyorlarken kesilmişlerdi durduk yere. Yere çöküp kaldı. Bir tanesi direnmiş olmalıydı. Dalları kapılara çarpıp kırılmış, içeri yaprak demedi savrulmuştu.

 “Çığlıklarınızı duyuyorum. Lanet olsun sizi kesenlere!”

Avuçlarının arasına dalı aldı, nefesiyle canlandırmaya çalıştı. Artık çok geçti. Yapraklar kararıyor ve büzüşüyordu. Üç beş  fazladan araba park etmek için çoraklaştırılmıştı ev. İşte şimdi, bu ev gibi olduğunu anlayacak kadar açılmıştı dimağı Moza’nın. Ayçiçeklerin olduğu yerde acıtıcı bir boşluk vardı. Onlar, yerini cehennemsi bir sıcağa bırakıp çürümeye terk edilmişlerdi. Ateşi yüzüne vuruyordu. İçi çok acıyordu. Kıpırdayamıyor, nefes alamıyordu. Adeta ölmüş bir vücuttan bakan donuk gözleriyle çiçeklerden kalan boş alana saatlerce baktı. Sonra birden, etrafa vurmaya başladı çıplak elleriyle. Kapılara, duvara, mektuplara, tabloya.

“Neden, neden? Neden gidiyorsunuz? Ne var bende…”

 “ Nefret ediyorum bu evden! Hepinizden!”

 Soğuk bir rüzgâr esti o anda. Saçları havaya kalkmış, göğe ulaşmak isteyen o günebakan gibi yukarı doğru uzuyordu. Bunu ilk kez duyumsadığında alnından akan sıcak ter buz gibi oldu. Titredi. O sırada alaca karanlığın içinde, yerde parçalanmış tablodaki yüzü görüverdi. Gözleri, aynı yaprakların üzerinde beliren gözlerdi. Onunla konuşan çiçeklerin gözleri. Uzunca baktı, onundu yaprakta açan o gözler...

“Siz haklıydınız, ben kimse değilim. Ben benim.”

Ayağa kalktı. Başka bir şeyler hissediyordu şimdi. Gitmekle kalmak, ölmekle yaşamak, yok olmakla var olmak arasındaki o ince çizginin üstünde dimdik ve dengede durduğunu fark ediyordu. Hangi tarafa yürüyeceğine karar verecekti. Kurtarabildiği yaprakları hassas bir nezaketle Cortazar kitabının arasına yerleştirdi. Kitabı yıllardır koymadığı rafa kaldırdı. Dağılmış mektupları topladı, kutuya koydu. Babasıyla olan fotoğrafı dolabın arkasına sakladı. Yere saçılmış tablo parçalarını topladı tek tek.

“Ben sen değilim. Senin gibi olmayacağım.” Derken her bir hücresinin canlandığını karşı koymadığı bir coşkuyla ayrımsadı.

Akan yaşlarını sildi. Yüzünün hassas yumuşaklığını hissetti. Hâlâ canlıydı ve güzel. Maskesizken bile.

Bir şeye geç kalıyor gibi aceleci, üzerine serili toprağı atıp dirilmeye hazırlanan bir ölü gibi soğukkanlı çekmeceleri  karıştırmaya başladı. 

“Çarşaf işimi görür...” 

Çarşafın üzerindeki solgun deseni ve ağır naftalin ile karışık ıslak bez kokusunu ilk kez duyumsadı. 

“Nasıl bir koku bu?” diye bağırdı.

“Bunca yıl bu kokuyla yaşadım…”

Ruhunun kuytularında beslediği o büyük yalnızlığı teninden fırlatıp atmaya öyle hazırdı ki; bunca zaman, ailesine ve ona yaşattıkları büyük değersizliğe artık tahammülü kalmamıştı. Hemen oracıkta, içi boşalana ve durulana kadar bağırdı. Çığlıkları sadece kendi duyuyor, bedeniyle birlikte ruhu da temizleniyordu.

Çarşafı aldı, tablonun, fotoğrafların ve mektupların üstünü örttü. Kapısı açık duran ve hiç kapatmadığı o odayı sıkıca kapattı.

Evden çıktı.  Artık yüzünde maske yoktu.

 

1 yorum:

Özlem Y. Uçak / Okur ve Yazar dedi ki...

Moza ve Ayçiçeği'ne ait sorulara ve yorumlara yanıt vereceğim.