12 Eylül 2023 Salı

Öykü: Tek 'Kişilik' Oda

TEK 'KİŞİLİK' ODA

1-Bitiş

Kapıyı çekip çıktım evden. Her bir metresini özenerek döşediğim, sonsuza dek mutlu yaşayacağımı sandığım aşk yuvamı terk ettim. Güzel bir ev yetermişçesine, anlamsız, boş bir çabaydı benimki. Şimdi gözümde yok ev. Dün gece her şey bitti. Bana yaptığın şeyden sonra birden gözlerimdeki sis bulutları kalktı. Erkan işe gider gitmez, Berrin’in ofisinin arka odasına attım kendimi. Hem ofis hem ev. Başka gidecek yerim de yok. İşim yok, ne de bana kol kanat gerecek ailem. Evlendikten sonra ellerimden bir bir kaydı hepsi.

Berrin tek arkadaşım. O bitirdi okulu, iç mimar oldu. İkimizin hayallerini süsleyen iç dekorasyonları hayata geçiriyor. Nasıl heyecanlıydık okulun ilk yıllarında. Kafamızda çeşit çeşit ev tasarlardık. Derken; şimdi korkunç olarak tanımladığım ama o zamanlar bir mucize gibi gelen bir şey oldu; son sınıfa geçtiğim yaz evlendim. Okulu da bitiririm evlenirim de, dedim. Ama işler böyle yürümedi. Ne okulumu bitirdim, ne de mutlu bir evliliğim oldu. Bu ofisten bozma tek kişilik odada şimdi oturmuş derdime yanıyorum. Yarası geçmeyecek bir acı hissediyorum. Öyle kötüyüm ki, her geçen saat daha çok kararıyor yüreğim. Ailemin, arkadaşlarımın ve en çok da, düşlerimin beni terk etmesine izin verdiğim için kendime öyle kızgınım ki...  Hıncımı başkaları yerine kendimden çıkarmam bundan; oysa pek çok suçlu bulabilir hepsini yargılamadan şuracıkta asabilirim. En başta, bana özgürlüğümü vermeyen ailemi, sonra da onlardan görevi devralmışçasına devam eden kocamı. Fakat bu küçük pencereli odada tek başımayım; insan kendisiyle ve hatalarıyla bir başına kalınca, suçlayacağı tek kişi kendisi zira.

Bu oda, benim yapamadıklarımın bana miras bıraktığı koskoca bir boşluk. Pişmanım hem de çok. Geleceğimi bir kalemde uğruna sildiğim adam sen miydin? Kimse bana, ‘herkes sevdiğini  öldürür’ dememişti ki! Beni görmezden gelen, hem ruhumu hem de bedenimi değersizleştiren o âşık olduğum adamdı. İşte, beni yakıp kavuran bu acı. Dünyadaki ne çok acıdan daha çok acıtıyor. Terli yüzün,  ağzıma damlayan tükürüklerin aklımdan çıkmıyor! İşte sonunda başardın! Sevgiyi öldürdük ve bir daha doğmayacak.

2-Kopuş

Evliliğin ikinci yılıydı. İşyerinin organize ettiği büyük bir yemek yapılacaktı. Erkan bütün yıl boyu bunu beklemiş her şeyi ayrıntısıyla o planlamıştı. Çeşme'de bir balo salonu kiralandı. Beni de dâhil etmiş masa düzeni,  salonun dekorasyonu, kullanılacak malzemelerin seçimi konularında yardımcı olmuştum. Heyecanlıydım o gün. Bir şeyin içinde olma hissi beni sevindirmiş, çalışma hayatına dair kaygıları olmayan dingin ve sıkıcı hayatıma bir hareket gelmişti.  Sırf o gece için bir tuvalet bile aldım. Yemek saatinde beni evden alacağını söyleyip evden çıktı. Çıkış o çıkış. Sanki bunların hiçbirinde ben yokmuşum hatta onun hayatında değilmişim gibi. Ne telefonlarıma cevap verdi ne de aradı. Gecenin bir saati gelip beni alacak zaman bulamadığını söyleyip işin içinden çıkıverdi. Lacivert saten tuvalet üstümde, saçım yapılmış, makyajım en ince ayrıntısına kadar düşünülmüş olarak onu beklerken bir şişe şarabı devirdim. O evde, onun yanında ne olduğumu ilk defa o gün anladım. Bende bir şey koptu. Kopanın yerine hoşuma gitmeyen, beni gerçek anlamda tanımlamayan başka bir şeyin yerleştiğini ayrımsadım. Beni unuttuğunu söylediğinde ona hiç kızmadım. Sinirlenmedim. Hatta ona hak verdiğimi, onca şeyin arasında bir de beni almak için eve uğramasının ne kadar yakışıksız olacağı gibi bir şeyler gevelemiş ve konuyu kapatmıştım. Ama aslında kalbimde derin dehlizler açılmıştı.

Ona karşı gelmeliydim. Ta en baştan... ‘Okulunu bitirip bitirmemen hiç önemli değil canın ne isterse onu yapabilirsin’ dediği zaman sevmek yeterli gelmişti bana. O an kendimi sevmekten vazgeçmiş ve hatta geleceğimi ve umutlarımı heba etmişim; ne korkunç bir cinayet! İnci Kalyon öldü! Yerine kendini, kim olduğunu unutmuş bir kadın doğdu. O beni değil, kendi yarattığı imgeyi seviyordu. Erkekler böyledir. Kendi imgelemlerine oturtabildikleri kadınları severler. Kadın ise başka. Kadın, değiştirebileceğine, iyileştirebileceğine inandığı erkeği seviyor. Bunun için inatla, ısrarla, hırsla çabalamaya devam ediyor.

Gecenin  bir saatinde bana ait olmayan bu odada kıvranıyor bu kadın. Kendini kendine kırdırmanın zulmünü yaşıyor... Midem kalkıyor. Acı bir sıvı doluyor ağzıma. Üstüm başım, ellerim, pişmanlıkla ağdalaşmış sarı siyah kusmukla doluyor. Ne kadarını temizleyebileceğim? Hiç geçmeyecek sanki; kirletilmiş ve eskimiş bir bez parçası gibi kuytu köşelere atılmış hissini yüreğimde taşıyacağım ömür boyu. Ve nasıl düştün İnci bu hale, neden kıydın kendine, diye sorup duracağım, tek kişilik odaların duvarlarına. Şimdi bu izbe odada kendimi infaz ediyorum. Sıkıyorum ellerimi, tırnaklarım etime giriyor, kanatıyorum. Durmuyor kan. Yatağa akıyor.

 

                                               ***

3-Uyanış

 Sabahın ilk saatleri. Gözümü kırpmadan, yutkunmadan, handiyse nefes bile almadan bütün gece karanlığa baktım. Yorgunum. Sabahın, doğayı uyandıran enerjisinden bende eser yok. Sabah olsa ne olur? Elinde hiçbir şeyi olmayan bir kadın ne yapacak sabah olsa? Kapatıyorum gözlerimi, karanlığa sığınmak istiyorum. Odanın dışından hafif müzik sesi ve kaşığın bardakla çınlaması geliyor kulağıma. Hayatın benim dışımda sürdüğünü görmek içimi daha da burkuyor. Keşke herkes benim gibi olsa şimdi. Üzgün, yılgın, çaresiz, işsiz, yalnız, kırgın, pişman…, böyle olmadığını bilmek beni daha da kahrediyor.

Berrin geçmiş ofise. Yani, ofis olarak kullandığı geniş salona. Odanın kapısını aralayıp kafamı hafif eğince ofis görünüyor, onu izliyorum biraz. Gece boyu çılgınca sevişti sevgilisiyle. Vücudunda kanlı canlı görünüyor yaşam sevinci, keyif kalıntılarını yakalıyorum mimiklerinde. Çağırıyor yanına. Gecesi hakkında birkaç laf ediyor. Normal bulurdum bu konuşmalarımızı. Hayata dalmaya çekinen bir akvaryum balığı gibi ürkeğim, diken gibi batıyor göğsüme.

“İnci, ellerine ne oldu böyle?” diye soruyor tüm gece kanayan ellerime bakarak. “Anlatmak istemiyorum. Boş ver,” diyorum.

“Çizsene, eskiden olduğu gibi. Hep çizerdin, ben hayrandım sana o zamanlar…” Üstü boşaltılmış küçük masayı gösteriyor. Oturtuyor beni apar topar. Kâğıtları kalemleri yığıyor önüme. Alıyorum kalemi elime. Bir anda başlıyorum karalamaya. Suyla dolu bir bardağın taşması gibi hızla. Kâğıt doluyor. Sonra yeni bir boş kâğıt daha sonra bir tane daha. Felsefi bir hiçlik savunucusuymuşçasına, dizeleri dağılmış bir şaircesine. Kocası tarafından ihanete uğradığını ölüm döşeğinde öğrenen mutluyken o an mutsuz ölen annemi. Ve çaresiz kalan kızını. Âşık olduğu kocası tarafından tecavüze uğramış, onu nelerin beklediğini bilmeyen kaygılı, genç kadını. Çiziyorum. Beni çiziyorum. Saatlerce. Ofise birileri giriyor, çıkıyor. Telefonlar çalıyor. Konuşmalar, kadın sesleri, erkek sesleri. Bense çiziyorum durmadan. Dünyanın son günüymüş ve nefretimi kâğıtlara boşaltabilecekmişim gibi. Kalemi bıraktığımda yine aynı düş kırıklıklarıyla, gerçeklerin var olma sebebini kabullenmeyi ve bana kalanlarla yetinmeyi istiyorum. Ama yetmiyor. Sonra yeniden doluşuyor beynime ateş gibi bir katran.  Körfeze vuran günbatımı odaya vururken, akşam olduğunu fark ediyorum.

Körfezdeki puslu yakamoza bakarak balkonda oturuyoruz Berrin ile. “Çizmek iyi geldi biraz,” diyorum. Ama biliyorum bunun geçici bir rahatlama olduğunu. Susuyorum, bu kısacık rahatlama anımın yerini yine huzursuzluğa bırakacağım telaşı ile. Gece boyu konuşmalarımızla dolduruyoruz körfezin üstündeki sisi. Okul anılarımızı, gençlik sevdalarımızı, şarkıların körpe kalbimize yaptıklarını, hayallerimizi, ideallerimizi... İnci’yi hatırlatmaya çalışıyorum kendime. Ben kimdim? Ne istiyordum? Sonra birden, içimde bir yara var ve o kanıyor gibi içim burkuluyor. İçimde açılmış yaranın oluk oluk kanayıp ağzıma dolduğunu hissediyorum. Aklıma o geceler bana yaptıkları geliyor. Kuş gibi çırpınıyorum; içime bir serçe girmiş de kafesten çıkmak ister gibi. Tükürüklerimi atsam ağrım geçer mi? Tuvalete koşuyorum. Ruhumun ağrısı bedenime böyle sirayet ediyor. Kusuyorum yine, içimdeki acıyı çıkarmak istiyorum. Birbirinden ayırmak imkânsız. Ruhum hastalanınca hücrelerime, hücrelerim vücuduma, vücudum anneme ulaşıyor ve annem aklıma düşüyor. “Annem aynı böyleydi...”, “Nasıldı Nefise teyze?”

“Körfezdi o. Körfezin güzelliğini saklayan bu sis annemin gözlerinde dururdu. Buğulu bakardı hep. Sisli bir hüzün olurdu gözlerinde. Gerçek duyguları sisin arkasında saklanırdı. Sisin körfezi sakladığı gibi. Şimdi daha iyi anlıyorum. Yaşadıklarımız değil yaşayamadıklarımız gözlerimize sis gibi oturuyor. Sessizce çığlık atarak saklıyoruz kendimizi… Keşke yanımda annem olsaydı.”

“Ne derdi sana?”

“Bilmem. Anlatamazdım ki. Söyleyemezdim; utanırdım ondan... Kızının bu hale düştüğünü görseydi kahrolurdu. ‘Sen benim gibi olma,’ demişti bir gün. Ne yazık ki oldum işte! Bunu hayâl etmemiştim ki; başarılı olacaktım, çok sevilecektim, sevecektim. Basit olmalıydı her şey…  Çaresiz kalmış annem, gidecek yeri olmadığı için terk edememiş babamı. Aynı kaderi yaşıyoruz, genlerimiz böyle kodlanmış bizim Berrin!”

                                               ***

4-Başlayış

Ertesi sabah diğer günlerden farklı bir kaygı ile uyanıyorum. Koşuyorum banyoya. İçimdeki tüm pislikleri çıkarmaya yelteniyorum. Çıkmıyor. Külçe gibi oturuyor içimde. Ofis kenarlarında bir fare gibi yaşıyorum. Kimsem yok, işim yok, evim yok. Ben ne yapacağım şimdi? Beni çaresiz görmemeli kimse. Özellikle o! Fakat bir yandan da kendimi özgür ve iyi hissetmem tuhaf. Bu ikircikli duygular beni en çok yoran şey. Özgür olma hissi insanı telaşa sürüklüyor ve ardından kaygı başlıyor. Doğa kanunu kadar gerçek, yalın ve tertemiz bir kaygı. Bunun farkına vardığım anda daha çok zinde hissetmeye başlıyorum.

Berrin'in bitmeyen ısrarı üzerine bugün dışarı çıkıyorum. Bostanlı’nın kafeli sokaklarında yürüyorum. Her şey faklı görünüyor. Günler sonra yeni bir dünyaya bırakılmış gibi bir yabancılık duyuyorum hayata. Karşıdan karşıya geçiyorum. Bunu seçebilme özgürlüğü hafiften gülümsetiyor beni. Ne çok tutsak etmişim kendimi. Evet kendim. Bunu yapan benim. Bir martı uçuyor tepemde, bir uzaklaşıyor bir yaklaşıyor. Kendince bir yol çiziyor. Martının kendi kanatlarıyla sahip olduğu şey onun, yalnızca ona ait.  Bir kedi gibi kıvrılıyorum kaldırımın bir köşesine. Bir dilenci gibi. Gözünü kaçırıyor herkes, bana öyle geliyor. Önüme çıkan ilk eczaneye giriyorum. Gebelik testi alıyorum. Yine Berrin'in ısrarı ile. Gerçeklerden kaçamayacağımı hissettiğim gibi... Vitrinin camındaki yansımama gözüm takılıyor.

O an çok ilginç bir şey oluyor.  Üzerimdeki elbise kendi başına yürüyor! Elbisemi görüyorum fakat içi boş, gövdem koca bir delik. Sokak ortasında bakakalıyorum. Hayalet olmuşum! Varım ama yoğum, buradayım ama görünmüyorum. Telaşla bir tekel büfesinin önüne geliyorum. Büfeci telefonda konuşuyor, bana bakmıyor. “Kısa Camel alabilir miyim?” diyorum. Parayı bir hamlede alıp, sigara paketini koyuyor. Telefonda konuşmaya devam ediyor. Sesim duyuluyor demek. Bedenimle değil de sadece sesimle buradayım hissine kapılıyorum. Sustuğumda varlığım yok! O zaman hiç susmamalıyım… Büfeden ayrılırken her şey daha da tuhaf geliyor bana. Lokma pişiren bir kadın köşeye açmış tezgâhını. Yanık şeker kokusu doluyor genzime. İzmir’de olağan bir durumdur, ölenin arkasından lokma dağıtmak. Kim bilir kim öldü... Artık huzurludur belki. Ölmek huzurlu geliyor bana. Lokma dağıtan kadını izliyorum biraz. “Kolay gelsin,” diyorum. Bir tüy boynunu gıdıklamış gibi kafasını hafifçe oynatıyor. Havaya bakıyor, bana değil. Çubuğa batırıp bir lokma vermesini bekliyorum. Kadın tezgâhını temizlemeye devam ediyor. “Başınız sağ olsun,” diyorum. Yanıt vermiyor, uzatıyor lokmayı. Hâlâ bakmıyor bana. Kadına değmeden geçmek için yola iniyorum. Camdaki yansımama bakıyorum. İçi boş ama elbisem burada neyse ki… İnsanlar geçiyor, telaşlı, telaşsız, dalgın, tedirgin ve daha pek çoğu, fakat beni kimse görmüyor. Sakin ol diyorum kendime. Yavaş yürüyorum. Elbisemin bana yetişmesini bekliyorum. Vücudum kaskatı. Tenim ne kadar soğuksa elbisemin rüzgârla hareketi o kadar ılık, yumuşak. Ben vücudumu göremezken elbisem ahenkle rüzgâra eşlik ediyor. Adeta bana başkaldırıyor elbise. Kaldırıma masalarını dizmiş bir kafe çıkıyor önüme. Oturuyorum. Önümdeki küçük masaya sigaramı koyuyorum. Yine görünmedim. “Bakar mısınız?”

“Yalnız, self servis,” diyor sakallı genç adam. İçeri girip, “Bir Türk kahvesi bir de ateş,” diyorum. Sakallı, arkasındaki diğer gence sesleniyor: “Sende ateş var mı?” Gözleri aşağı bakarak çakmağı uzatıyor. Alıyorum. “İsminiz?”, “İnci”, “Soy isminiz?”, “Kalyon. İnci Kalyon.”

Sipariş formunun üzerine yazıyor adımı. “Sesleneceğiz size,” diyor hiç yüzüme bakmadan. Kızlık soyadımı söyledim! Sana ait hiçbir şey duymak istemiyorum, soyadını bile. Uzun zaman oldu söylemeyeli. İnci’ye, gerçek İnci’ye, genç, hayat dolu, idealleri olan, güçlü ne yapacağını bilen, kararlı İnci’ye seslendim; onu çağırdım. Adımı seslenince içimde bir şey kıpırdandı. Demek ölmemiş! Unutulmuş, üzgün, kızgın, hayâl kırıklığına uğramış olsa da hâlâ yaşıyor. Birisi ölecekse o değil, o yaşamalı!

“Ne dediniz anlamadım?”, “Az şekerli olsun.” diye değiştiriveriyorum söylediğimi. 

Aklım bir karış havada, kafamdaki kocaman boşluk hâlâ duruyor. Gece olana dek geziniyorum sokaklarda, saatlerce. Sahile iniyorum, Karşıyaka'ya yürüyorum oradan. Sessiz sokaklarda, İzmir'in tüysüz kedileriyle beraber. Onlar beni görüyor…

 Üstüme çullanan akşamın ağırlığıyla varıyorum ofise. Ağır, yoğun bir yorgunluk var üzerimde. Tüm gün kapalı kalmış nemli odaya giriyorum. Bir yabancı geliyor oda bana. Sanki günlerdir beni misafir eden o değildi. Bir not var yerde, kapıdan içeri iteklenmiş, hafif hırpalanmış bir kâğıt parçası.

-Erkan senin burada olduğunu anlamış. Ben ısrarla yok demiştim telefonda. Belki de ısrarım ters tepti. Geldi bugün. Çok sinirli. Neyse ki sen gitmiştin. Nerede olduğunu söylemedim. Bayağı bekledi. Yarın gelip seni eve götürecekmiş, ‘affedecekmiş’ seni, bu saçmalığa bir son verecekmiş. Lafa bak! Yüzüne tükürmemek için zor tuttum kendimi. Sen yapacaksın, değil mi?-

Saçımın ucundan ayak parmaklarıma yürüyen, gözlerimi karartan, bana ait olmayan ama zorla sahip olmak için beynime girmeye hazır bir korku var kâğıtta yazılanlarda. Defalarca okuyorum. İçimi burkan bir çeşit varlık, tutkun bir sakınımla dimağımda günlerdir saklıydı. Ben her okuduğumda harekete geçmek için güç aldı adeta. Kâğıdı fırlatıyorum. Karanlığın içinde kayboluyor. Banyoya giriyorum. Gebelik testi. Çubuğun üstünde iki çizgi. Sokaktan usulca geçen arabada çalan şarkı umarsızca dolduruyor odayı. Pencereyi açıp söylemeye başlıyorum birden. Pek bilmediğim bir şarkı. Nasıl aklımda kalmış şarkının sözleri, şaşırıyorum. ‘Bir gül biter içimde. Tam bildiğin biçimde. Gecenin tam üçünde…’Bu benim şarkım olsun. Kendimle benim aramda, genç İnci ile bu İnci arasında. Ay var odada. Işığı açmıyorum. Gün boyu var olduğumu bana gösteren, ılımış elbisemi çıkarıyorum. Çırılçıplağım. Karnıma sürüyorum elimi. İnci Kalyon buradasın işte, sonunda görüyorum seni. Geçen akşam sıkarak kanattığım ellerimin yarası kaşınıyor. Bandı çıkarıp kaşıyorum usulca. Haz verici ve beni uyanık tutan bir coşku içimi kaplıyor. Şimdi her şey başka! Bugüne dek beni kalbimin derinlerinden tutan şey, ansızın kollarından bırakıverdi. Boşalıverdim. 'Dünyanın tüm acımasızlığına, başkalarının yargıcı bakışlarına karşı hayaletim ben. Elbiseli bir hayalet. Bir ‘onlar’ görmüyor beni… Ben, yalnızca üzerimdeki elbise ile görünen bir kadın, bir eş değilim!’ diye bağırıyorum. Dolunayın sarı beyaz ışığı altında kendime bakarken farkına iyice varıyorum. Beni ben yapan ve bana gösteren bir şey var, tek bir şey; sadece kendime, varlığıma inancım. Ondan vazgeçmeyeceğim.  

 

 

 

 

 

Hiç yorum yok: