FANUS
Yedi yaşımdayken
ne çok hayal kurardım. Dünyayı gezmek istiyordum örneğin. Günlüğümde kimsenin
ve hiç bir şeyin beni ve hayallerimi değiştirmesine izin vermemekle ilgili
çocukça, masum yazılar vardı. Yıllar sonra hazine bulmuş gibiydim. Kolay gerçekleşecek
hayaller değildi bunlar. Zaman, para, cesaret ve kararlılık gerektiriyordu.
Olanlardan sonra
her şeyi bırakıp dayımın ‘bana bıraktığı’ Foça'daki evde günlüğümü okurken
buldum kendimi. Böyle durumlarda verilecek tepkilerin en karmaşık olanı buydu
herhalde. Saklanış veya kaçış; her ne denirse.
Bu zamana kadar
anlamlandıramadığım, varlığını inkâr ettiğim sıkıntıdan birden kurtulma
hissiyle hafiflemiş, hayata çocuk gözle bakmaya başlamış ve en sonunda yedi
yaşımda hayal ettiğim şeyi yapmaya karar vermiştim. İşte asıl konu bu duruma
nasıl geldiğimdi.
Tunç’la
evliliğimizin beşinci yılında değiştirmişti aşk şeklini. Bazıları için iyi
yönde olabilirdi ama benim için yaşama sebebimi sorgulamaya kadar giden bir
değişimdi. Ona üstünkörü, özensiz cümleler kuruyor, o konuştuğunda dinlemeye
tahammül edemiyordum. Tekerleğin içinde sorgusuzca dönen bir kobay faresi
gibiydim.
Tunç ile aynı evi
paylaşan ev arkadaşıydık. Birbirini tanımayan ve sınırlarına girmemeye özen
gösteren iki başka insan gibi. Uzaklaşıyorduk. Ve her geçen gün mesafe
artıyordu. Bunu hissediyordum. Ve o andan itibaren inkâr lar başladı.
Yalan bir balonun içinde yaşıyorduk.
Bir gece Tunç
uyurken telefonu uzun uzun titredi. Kayıtta Serap Doruk yazıyordu. İşyerimden
tanıdığım biriydi Serap. Gecenin bir vakti Tunç'u aramasına inanamadım ve
aradım. Restoranda telefon unutulmuştu. Neden Tunç aranmıştı? Kocası
sanmışlardı.
Demek onlarca
mesaj ve konuşma vardı. Tunç’un telefonunda görebilirdim. Ne arama vardı ne
mesaj. İçi boş bir rahatlama hissetmeye zaten hazırdım, yattım. Bir şey dürttü
kalktım. Tunç’un doğum gününde, kutlama yapmadığımız halde elinde pahalı bir
saat hediye ile Serap’ın çıkagelmesi aklıma geliverdi. O an ne kadar saçma
olduğunu anlamamıştım. Her şey tek tek aklıma geliyordu. Sevgililer gününde
ailecek karşılaştığımızı anımsadım. Restoranda aynı masayı paylaşmıştık.
Düşüncelerim berraklaşıyordu. Serap’ın hemen her gün beni arayıp, tuhaf sorular
sorması. Bana karşı anlamlandıramadığım hareket ve tavırları ve benim ona hiç
bir şekilde ısınamam...
Alev gibi bir
kuşku düştü içime. Gözümü kırpmadan sabahı ettim. Tunç deliksiz uykunun
sağlıklı gülüşüyle güne başladığında baykuş gibi başında tünüyordum. Ağzıma
gelenleri hiçbir sıraya dizmeden arka arkaya sıralamaya kararlıydım. Ta ki
sevgi dolu güzel bakışıyla, “günaydın karıcığım!” diyene kadar. Aklıma çamur
gibi sıvanmış tüm pislikler o anda berrak suyla yıkandı. Tunç beni aldatmazdı.
İnanamazdım. Kendimi ikna etmem çabuk oldu. Ona bahsetmeyecektim.
Günler geçiyordu.
Susmak çözüm olmuyordu. Huzursuzdum. Kafamın içinde oturan şüpheci, gergin,
mutsuz olmaya gebe kadın beni didikleyip duruyordu. Ama ben hiç bir şey
yapmıyor söylemiyordum. Belki de altı boşalmak üzere olan saygının bekçisi
olduğumu sanıyordum. Boşuna çabaladığımın da ayrımına varıyor beynimi
uyuşturmaya çalışıyordum.
Böyle haftalar
geçti. Yoğun iş temposu içinde duygularımda korkutucu bir uyuşma
yaşıyordum. Derken hiç beklenmedik bir gelişme oldu. Erkan Doruk beni
aradı. Üzgündü ama daha çok sinirli ve duygusuzlaşmış olduğunu sezinliyordum.
Haftalar önce eşini, takip etmeye başlamış ve hayatında başkalarının olduğunu
gözleriyle görmüştü. Biri de Tunç’tu. Yığınla delili vardı. Telefon
konuşma kayıtları, mesajlar, e-postalar, fotoğraflar... Bunlar sayesinde
oğlunu velayetini almış ve boşanmıştı.
Tunç’u son
gördüğüm gece “Âşık oldum!” deyiverdi. Kırmızı ojeli ayaklarımın altında, otuz
beş senedir sabit duran yer kaydı ve yere oturdum. Karanlık suyun içine girmiş
dibe doğru iniyordum. Sevgim, ben ve bendeki Tunç başkalaşmıştı; yılgınlıkla
beraber isyan, aynı anda hüzün hepsi birbirine karıştı. Kirletilmiş,
kullanılmış, itilip kakılmış ve uçuruma tekmelenmiş gibiydim. En yakınımdan,
sevdiğimden öyle bir darbe yemiştim ki dünyam tersine dönmüştü. Var
olmamış olmayı diledim.
Tunç’un Foça’daki
evden haberi yoktu. Başkentin, robotsal sıradanlığı, göğün karalığı ve
yerin ak karından sonra bir romanı çağrıştıran, adı manidar sokağın girişindeki
bahçeli eve yerleştim. Huzur sokaktı burası. Adıyla manidar yerde acımı
dindirmeye, içimi durultmaya sabrediyordum. Gelen mesajları
dinleyip telefonu kapalı tutuyor, gündüzleri saatlerce yürüyor, keskin
rüzgarda böğrümü denize verip çılgın bir sessizliğe dalıyordum. İçimde
hareketli kalabalığı dinlemekti yaptığım.
Onca güzel şeyden
geriye kalan minik tebessümlerim de yok olmaya başlamıştı. Beni kahrediyordu.
Düşündükçe güvensizlik büyüyor, kocaman bir kara balonun içine nefes nefes
üfleniyordum.
Kalbim cansız
duygularım puslu. Öyle kızıyordum ki kendime; eski günleri düşündükçe
hırslanıyor ve ürkütücü bir cesaretle güçleniyordum. Öfkemi kontrol
edemiyordum. Beni yiyip bitiren şey neden bu duruma geldiğim, nerede hata
yaptığımı düşünmekti. Televizyonu açıyordum. Gördüğüm filmi beraber
izlediğimizi anımsıyordum. Sahilde yürüyor onunla yaptığımız tatilleri
anımsıyor çılgın gibi ağlamaya başlıyordum. Daha hassas ve tahammülsüz biri
olup çıkmıştım. Sıkıntımı içime atmayıp dışa vuruyordum. Hırçındım.
Tunç’un son
yazısında Serap’tan gelen bir mesaj vardı. Mesajda, “Korkaksın. Bu aşk için
oğlumu feda ettim, hayatım mahvoldu. Hiçbir şey olmamış gibi yapamazsın. Karına
dönüp ben yokmuşum gibi davranamazsın. Bedelini ödeyeceksin!...” yazıyordu.
Serap’ın tavrında
hiç bir şeyden korkmayan bir hâl vardı. Durum öyle bir hâl almıştı ki Tunç
işbirliği yapmamı istiyordu. Eğer Serap vazgeçmediğimi görürse o zaman Tunç
kendini daha güçlü hissedecek ve onun ihtiras kokan tacizlerine karşı kendinden
emin bir şekilde durabilecekti. Tunç’un yanında olmamam Serap’ı
güçlendiriyordu. Bir çıkmazın içine sürüklenmekteydim. Onu tanıyordum.
Geçmişini kim daha çok beslemişse ona gideceğini biliyordum. Bencildi işte.
Terazisine kendi istediklerini koyuyordu. Duygularım, hayâl kırıklıklarım
önemli değildi onun için. Benden vazgeçmiyordu ya, o bana yetmeliydi. Gel gör
ki, ben başka duygular içindeydim. Cam bir fanusun içindeki berrak suda
değildim artık. Fanusun suyu kendi hıncımla kirlenmişti.
Tuhaf bir şekilde
acıdan haz almaya başlamıştım. Sanki ne kadar acı çekersem bu karmaşa o kadar
daha iyi sona erebilirdi. Günlerce konuşmadım hiç. Tunç her gece bana günah
çıkarıyordu. Sanki gizli mabetteki kilitli sandığı açmış, kurcalıyor gibiydim.
Kilidi açan ben değil, suskunluğumdu ve Tunç her şeyi ortaya
döküyordu. Sadakatsizlik, yalanlar ve hatalarla yüzleşirken aynı zamanda
kendime haksızlık ettiğimi görüyor ve özgürleşiyordum.
Yıllarca aynı
yatağı paylaştığım adamın başka kadınla beraber olup benden hiçbir şey olmamış
gibi davranmamı istemesini kabulleneçek kadar sevmemiştim belki de. Ama
yine de, onu buna iten şeyin aşk olduğuna gerçekten inanmış olmasını yürekten
diliyordum.
Diğer yandan,
erkeğin tek eşli olmayı beceremeyen bir cins olduğunu o bildik kalıpların
dışına çıkamadığını ve aynı anda iki kişiyi sevebileceğini
görmek beni katılaştırmıştı. Aramızdaki diğer fark, o kendini aşk üçgeni içinde
kalmış bir mağdur olarak çıkmazda görüyor bense ben ne istiyorum ve neyi daha
çok seviyorum sorularına yanıt bulmak istiyordum.
Ta ki, Tunç'un
kimi istediğinin veya beni ne kadar istediğinin hiç bir önemi kalmayana kadar
bekledim. Sevgime ihanet etmeyecektim. Onun hatasını sırtlanmayacak kendi
hatalarımı koluma takıp yoluma gidecektim. Benim ödeyeceğim bedel beş yıldır
berrak suyla doldurduğum fanusu devirmek ve atlamaktı. En ağırı da buydu. Ama
başa dönüyordum. Yedi yaşıma. Nereye gideceğime yolda karar verecektim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder