Birkaç saatim var. Birazdan ayrılacağım
bu şehirden. Şehir mi? Hayır. Burası bir Cennet. Gözlerimi kapattım daha ayrılmadan
hayalimde canlandırıyorum seni.
Kürek kemiklerime kanatlar
takıp uçuyorum şimdi. Uçsuz Akdeniz'in üstünde. Narince çırpıyorum kanatlarımı. Kuş olmanın keyfi de bir
başka. Alabildiğine mavilik altımda; sıcak bir yatak gibi kıvrık. Süzülerek sahile
konuyorum.
Milyonlarca çakıl taşı karşılıyor beni.
Uzanıyorum üzerilerine. İyice yayılıyorum. Taşlar öğle sıcağında, ısıtıyor bedenimi.
Güneş her zamanki gibi, küstah; içime işliyor sarısı. Damarlarımda geziniyor. Gözüm
hâlâ kapalı, yine de dans ediyor gözümün karanlığında.
Çakıl taşlarının hepsini kucaklama dürtüsü sarıyor
beni. Durdurulamaz bir istekle çocuk gibi yuvarlanıyorum. Bir sağa bir sola. Sahilin tüm taşları
tenime değiyor. Öyle kışkırtıcı ki kendimden geçiyorum.
Sahil bitiyor. Arkasından orman
geliyor. Burada sahil ile orman iç içe. Dağlar görkemli gölgeleriyle
dimdik yanlarında. Giriyorum ormana. Bodur ağaçlar, maki, yaprağını döküyor
üzerime, boğazıma kadar. Elbise gibi giymişim sanki.
Tepelerinde pembe bulutları olan
güleç yüzlü küçük insanlar koşuyor yanıma. Burada ölmeyi seçen, o karmaşık hayata
dönmek istemeyenler. Selam veriyorum, onlar da bana; üzerimdeki yapraklar
uçuşuyor. Pembe bulutların içine dalıyor. Öyle güzel öyle keyifli. Ah, nasıl
bırakırım bu Cennet’i?
Gökyüzü, hep mavi; hiç mi aldatmaz
mavisini? Bazen beyaz bulutlar cömertçe bırakıyor yağmurunu. Dakikalar bazen saatler.
Sonra her şey berraklaşıyor sanki ibadet etmiş de arınmış gibi. Güneş açıyor. Sokak
aralarına dizili ağaçların dallarında saklanıyor damlacıklar. Böylelikle şehrin destan olmuş mis gibi yasemin ve portakal çiçeği kokusu etrafa yayılıyor. İşte o andan itibaren
kent sakladığı gizini açık veriyor. Ulu orta herkese gösteriyor. Doğa tüm çıplaklığıyla
meydanda.
Tüm canlılar birbirine âşık. Zaten burada hep aşk var.
Herkes her şeye âşık. Ağaç yağmura, insan küçük bir çakıl taşına... Her şeyden
bir parça içimde saklamanın bir yolunu buluyorum; kimsenin açık etmediği huzur
kutuma koyuyorum herşeyi.
Kış yeni göstermeye başlıyor yüzünü.
Sessiz bir çocuk gibi uslu; ne şımarık ne de gürbüz; nazik şimdilik. Ilgıt esen
rüzgâr hafifçe dokunuyor yüzüme. Kentin mevsimleri onun gibi yumuşak ve
dengeli. İnsanlar bu dengenin içinde kaybolmaya gönüllü. Bir de benim gibi
ayrılmak zorunda olanlar var; Cennet’ten ayrılan yani hayata dönmek zorunda kalan
üzgün insanlar. Hem burada sonsuza dek kalmak istiyor insan hem de hayata dönmek.
Çünkü burası Cennet.
Artık benim için gitme zamanı. Mavi
göğün altında serili denizi ve bir baba gibi onu sarmalayan ulu dağları arkamda
bırakacağım. Coşkuyla büyüyen yemyeşil ormanı, içinde öten kuşları, sokaklarda
fütursuzca oynaşan kedileri, ağırbaşlı ve mağrur köpekleri yüreğimde yaptığım huzur kutusuna koyup götürüyorum yanımda.
Kanatlıya biniyorum. Az sonra beni
bekleyen çılgın kalabalığa doğru uçacağım. Gitmeye karşı koyamazken diğer taraftan buradaki huzuru bulamamanın endişesi içimi
kemiriyor. Sen bir cennetsin, sende mutlu bir ölüyüm. Ama gitmeliyim; ispatlamak,
başarmak, tepetaklak olup yükseklere çıkmak, kırılmak, sonra yeniden onarılmak,
ağlamak, coşmak, yani yaşamak için Cennet’ten ayrılmalıyım. Sonra yine geleceğim.
Elbet geleceğim.
'Merhaba hayat. İçine al beni. O hırçın kalabalığında ne kaybolayım ne
de dışında yolumu arayayım. Seni dibine kadar yaşayayım ki sana da sözcükler
biriktireyim. Dökülsün kalemimden destan olsun, okunsun.'
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder