‘İnsan olmak ve hayatı hayvanlardan daha
az anlamak ne hazin şey.’ Panait İstrati
MASUMİYET
Onu ilk gördüğümde çiçekçinin izbe arka bahçesinde, ağdalaşmış bir çamurun içinde büzülmüş yatıyordu. Öyle çelimsiz, kirli ve bitkin görünüyordu ki, yattığı yerde sonsuza
dek kalmayı seçmiş gibiydi. Çiçekçi saksıları nasıl temizleyeceğimi
anlatıyordu. Ama ben duymuyordum, büyülenmiş gibi onu izliyordum. Kulaklarını
dikmiş konuşmalarımızı dinliyordu.
“Gel” dedim. Kumral
uzun saçlarını savurarak kalktı. Çamurlar etrafa sıçradı. Yanıma geldi ve
kibarca oturdu. Çiçekçi şaşırmıştı; “İlk kez kalkıp geldiğini görüyorum,
hayret…” dedi küçümseyici ve biraz da umursamaz bir tavırla.
“O kadar çamurlusun ki
seni sevemem ama çok tatlısın” deyip güldüm. Bana gülüyordu.
“Daha yaşamaz” dedi
çiçekçi, “Bir sabah ölü bulacağım onu.”
“Neden yaşamasın, hasta
görünmüyor?” dedim büyük bir umutla, ‘evet hasta değil’ demesini istiyordum.
Fakat o daha korkunç, beni derinden üzecek bir şey söyledi: “Hasta değil fakat
çok yalnız. Ölmeyi bekliyor…”
Hayâl kırıklığını gülen
gözlerinin içinde gördüm. Hayata tutunacak bir dalı kalmamıştı. Ben de
biliyordum, terk edilmek, yalnızlık, bir hevesle nefes almayı özlemek ne demek,
iyi biliyordum.
Aldım onu oradan. Hiç
itiraz etmedi fakat sevinçle de kucağıma koşmamıştı. Yanımda sakince yürüdü.
Eve geldik. Evin her yerini dolaşmaya başladı. Her odadan çıkışta bana bakıyor
sonra diğer odaya geçiyordu. Salona girdi. Etrafa baktı ve köşede duran berjer
koltuğa oturdu. Sanki bir daha hiç kalkmayacak gibi yayıldı. Evdeki yerini
seçmişti. Asil bir hanımefendi gibi kibarca ellerini büktü ve başını üstüne
yasladı. Annemin koltuğuydu o. Bir süre böyle kaldık. Birden, sakin hali yerini
hırçınlığa bıraktı. Ben elimi kafasına uzattıkça daha da saldırganlaştı. Ne
olduğunu anlayamadan dişlerini elime geçirivermişti. Musluğa koştum. Kanı
durdurmaya çalıştım. Birbirimizi henüz yeni tanıyorduk ve biraz ürküyordum
fakat onun annem olduğuna dair şiddetli bir dürtü vardı içimde. Bana baktığında
gözlerinde sanki annemi görüyordum. Yavaşça bir daha yanına yaklaştım. Sırtını
sevmeye başladım. Gülümseyen sevimli hâli geri gelmişti. Parmaklarımı boynuna
doğru götürdüm. O an yine o uzun keskin dişlerini gösterdi. Boynunu okşamaya
devam ettim. Başını dizlerime yasladı. Başarıyordum. Tedirgin hali geçiyordu,
benim de öyle. Konuşuyorduk sanki sözlerle değil de yüreklerimizle. Anlıyorduk
birbirimizi. Hem ürkektik, hem de sevecen. Kalbimiz kırılmıştı ikimizin de,
terk edilmiştik. Birbirimizin kırıklarını onaracaktık. Bu bir tesadüf olamazdı.
Çiçeklerini çoğaltmamı ve o çiçekçiye gitmemi annem istemişti. Orada olmayı
seçmişti. Buna inancım her geçen dakika daha çok artıyordu.
Ertesi gün, yumuşak
tüylerin arasından kolaylıkla ayırt edebileceğim kadar sert bir şey elime
değdi. Ne olduğunu anlayamıyordum. Bir diken veya kurumuş çamur parçası
olabilirdi. Tüylerini aralayıp dikkatle baktım. Gördüğüm karşısında ürperdim.
Boynu paramparçaydı. Kan, pis bir çamur gibi her yerine sıvanmış ve kaskatı
kalmıştı. Kucakladığım gibi doktora götürdüm. Şu renkli, naylon, çamaşır asılan
iplerindendi boynundaki. Yavruyken bağlanan ip o büyüdükçe derinin içine girmiş
morumtırak korkunç bir iltihap oluşturmuştu. Meğer oralara dokunduğum zaman
hissettiği acıydı.
İçimde nefret ve isyan
vardı. Güzel olan her şeyi yok ediyorduk. İyi olan, kötünün karşısında nasıl
güçlü durabilirdi ki? Yüreğimden bacaklarıma doğru bir şeylerin aktığını
hissediyor deliler gibi koşmak istiyordum. Soğuk çelik masadan yüzüme baktı.
Sakin ve rahatlamış görünüyordu. Masumiyeti karşısında utancımdan yerin dibine
geçmiştim. İnsanlığın utancını bir elbise gibi biçmiştim üzerime.
İyileşmesi haftalar
sürdü. O süre boyunca berjer koltuktan hiç ayrılmadı. Sakin mizacı, güler yüzü
bir yana kibarlığı sadece beni değil herkesi büyülüyordu. Uzun, ince muntazam
bacakları cılızdı ama iyileşince hışımla koşabilir duruma gelmişti. Saçlarını
savuruşunu izlemek keyiflerin en güzeliydi. Sadakati ve zekâsı, insanı
kendisine âşık etmek için kullandığı güçleriydi. Olgunluğu bundan geliyordu.
Güven duygusunu aramızda öyle bir inşa etmiştik ki aramıza başka hiçbir şeyi
sokmuyorduk. Kötü duygulara karşı savaşmamı sağlayan bir savaşçımdı. Çok
mutluyduk. Öyle ki annem ile yaşamak istediğim, yaşayamadığım tüm duyguları
onunla yaşıyordum. O annemin yerine gelmiş bir melekti.
Derken bir gün kara
bulutlar tepemize toplandı. Boynuna bağlı kalıp derisine yapışan o çamaşır ipi için
için onu öldürüyordu. Sevgi ile onu yaşatırım sanmış, o da yaşayacağına inanmıştı.
İç organları zamanla çürümüş ve sonunda karaciğeri iflas etmişti. Acısını
içinde yaşayıp yüzüme gülümseyen güzel kızım. Nasıl anlayamadım çok hasta
olduğunu? Ne ağrılar ne acılar çekmiş olmalıydı, ah! Öyle güzeldi
ki, sanki o güzel yüzü kadar organları da tertemiz gibi gelmişti bana.
Yanılmıştım, çok hastaydı. Kalbinin güzelliğinden başka bir şey değildi,
yüzündeki gülümseme. Öğrendiğimde bir kor düştü içime. Yıllar sonra bile
sönmedi! Sadık dostumu, yaşadıklarına rağmen iyiye, sevgiye tutkun
meleğimi ve bir kez daha annemi insanlar yüzünden kaybetmiştim. Bizlerin vahşi
dürtüleriyle dünyaya, doğaya küstahça başkaldırıp kendimizi en güçlü ilan
etmemiz yüzünden masum bir canlı acı çekerek öldü. Ve ben çektiği acıları
anlayamadım. Çünkü hiçbir zaman belli etmedi. Öldüğü sırada yanında değildim. O
ise sırf beni üzmemek için yanından uzaklaşmamı bekledi. Hiçbir insanda
bulun(a)mayacak bir özveriydi onunki. Üzerinden on yıl geçti ve hâlâ
onu düşündükçe yüreğimde bir kor yanıyor. Ardından insanların acımasızlığı,
diğer tüm canlılara saygısızlığı karşısında korkunç bir ürperti hissediyor,
dehşete kapılıyorum. Kızım Lessi hayatıma girdiğinde yeniden canlanan masumiyet
duygum, onun ani ölümüyle en sonunda bir daha canlanmamak üzere yok oldu.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder