SEREMONİ
Aylardır gezginim.
Uzaklara, yaşadığım bu hayattan çok daha ötesine gittiğimi, başka bir hayat
yaşadığımı kızlarım bilmez. Aramızdaki uçurumun büyüyeceği korkusuyla
anlatamıyorum. Kızlarımın, nereye, niçin gidiyorsun gibi olağan, sağlıklı soruları
da olmuyor. Duyacaklarından sonra nasıl davranacaklarını bilmedikleri için ses
etmediklerinin farkındayım. Bendeki değişikliği kabullenemeyeceklerinden
korkuyorum. Ben kaçıyorum, onlar sessiz kalıyor. Ben saklıyorum, onlar susuyor.
Bunca zaman böyle geçip gitti. Tüm olanları, utançlarımı, gerçek duygularımı
anlatabilecek miyim kızlarıma? Buna hâlâ hazır değilim.
Uzun seyahatimin son
günlerini, eve gitmeden önceki birkaç günümü, Hanae’nin Cihangir’deki evinde
geçirmek istiyorum. Bu kez yalnız değilim. Karmaşık duygularla atıyorum
kendimi Hanae'nin dingin göğsüne. Öyle hızlı, sonsuz ve öyle yoğun ki
duygularım; artık nefesim kesiliyor. Hanae nasıl yapıyorsa
dağılan duygularımı bir bardağa akıtıp bir nefeste içmemi sağlıyor. Onun
bir geyşa olması, ilk aklınıza geldiği gibi bana geyşalık yaptığı anlamına
gelmesin. Hanae ile dostluğumuz yaşama dair ve derin
sebeplerden. Geyşa olması, bol bol yeşil çay içmemizi sağlıyor, o
kadar. Benden on yaş büyük olmasına rağmen çok daha genç, hayatı olduğu gibi
yaşayan biri. Sırrının çimen rengi yeşil çay içmek olduğunu söylüyor. Öyle
olmadığını bilsem de bir çayın, seyahat etmenin ya da bir seremoniye katılmanın
mucizeler yarattığına inanıyorum. Çünkü yaşıyorum.
Hanae ile hep yaptığımız
gibi yeşil çayımızı içtikten sonra sake içiyoruz. Hanae neden eve
gitmediğimi, önce ona geldiğimi soruyor. Aslında tek amacım
seyahatim boyunca vermeye çalıştığım kararı temize çekmek. Gitmek mi
kalmak mı? Artık birini seçmem gerektiğini söylüyor. Hem gidip hem kalamam.
Haklı. Onun haklı olduğunu bilmek beni telaşlandırıyor. Düşünmeye başlıyorum.
Sonra birden bir kadın
giriyor içeri. Çelik mavisi gözleri, yere doğru berrak bir damla gibi akan
beyaz tenli, olgun vücuduyla dikkat çekiyor Adima. Babası Alman. Sırf bu yüzden
Türk kanını görüntüsüne uymuyor fakat Türk kanı fışkırıyor Adima’nın
yüzünden. “İlginç bir evi vardır Adima’nın…” diyor Hanae, haylazca
gülümsüyor, “Evi görünce nedenini anlarsın…” Bunu söyledikten sonra bir
anda Adima’nın gizemli evinde bir Çay Seremonisi yapılacağını söylüyor. Hanae
evi ısrarla görmemi, tüm bunların bana iyi geleceğini söyleyince merakım daha
da artıyor. Ve tabii çay seremonisine de. Alelade bir davet değil bu. Yapılacak
törenin anlamı ve Hanae 'nin bunca ısrarı benim için önemli. Kabul ediyoruz.
Adima'nın
evindeyiz. Yüz yıllık hantal binalarla kurulmuş eski bir
sokak. Cihangir’in dışarıdan ilginçliği tahmin edilemeyen, gizil
evlerinden. Dünyanın her yerinden renkli insanlar barındıran, dar
köşelerinde küçük sandalye ve masaları olan, dışarıdan bakınca oldukça sıradan
ve basit görünen apartman, içinde iki kıtayı birleştiren boğazı
saklıyor. Daha kapıdan adımımı attığım anda beni baştan çıkaran bir enerji
sarıyor ruhumu. Onca yeri dolaşmama rağmen evimin birkaç kilometre ötesinde,
yoğun, bambaşka bir enerjiyle karşılaşmak şaşkınlık verici. Salondan bir ırmak
gibi uzayan koridordan geçip banyoya giriyorum. Tamamen kendimi kaybediyorum;
boydan boya bir kitaplık var banyoda. Pırıl pırıl, tertemiz. Cam kapaklı
dolapların içine havlu, sabun gibi bilindik banyo malzemeleri yerine kitap
konulmuş. Banyonun içinde adeta bir kütüphane, bir daha düşününce tersini
söylemem daha doğru olur; kütüphanenin ortasında banyo var. Rüyalarımda
gördüğüm evi kanlı canlı gözlerimle görüyorum. Cilt cilt ansiklopediler, İkinci
Dünya Savaşı Almanya’sı ile ilgili almanaklar, resimli büyük hamur kâğıda
basılmış eski dergiler. Hepsi özenli bir şekilde dizilmiş. Tek boş
duvarda bir pencere var. Hayatımdaki küçük, sırlarla dolu pencereler gibi,
kendimi durduramadığım merak duygusuyla boş kalan duvardaki devasa buz
camlı pencereyi açarken karşıma çıkacak manzaranın beni büyüleyeceğini
biliyorum. Martı sesi dolduruyor banyoyu. Tüm boğaz önümde serili.
Denizin tam ortasındayım. Bir apartman dairesinde değil de sanki aklımda capcanlı
tuttuğum rüyalarımdaki o gerçeküstü yerdeyim. Fakat burası gerçek. Hayatıma
dair onca karmaşa onca hengâme bir anda yok oluveriyor içimde. Düşsel bir
yolculuğa çıkmış gibiyim fakat her şey tüm gerçekliğiyle önümde serili. Bir
martının içeri girme olasılığı çok yüksek, pencereyi küçük aralıyorum. Klozete
oturunca kitaplık uzanma mesafesinde. Bunun konforunu tecrübe ediyor olmak
muhteşem… Boğazın mükemmel görüntüsü ve kitaplar bir tuvaletin içinde. Hayâlden
de öte. Hayatım boyu kullanacağım bütün tuvalet anlarını şimdi burada kullanmak
istiyorum. Salondan seslendiklerini duyunca orada bir süredir kaldığımı fark
ediyorum. Salona doğru yürüyorum. Renkli kapakları olan iri
kitaplar banyoya giden uzun ve dar koridora yerleştirilmiş. Koridor
canlı bir şölen yerine dönmüş. Bunu bilerek yaptıklarını anlayıp gülümsüyorum.
Koridor adeta, “Sabırla ilerleyin! Sonunda karşınıza muhteşem bir şey çıkacak,”
diyor. Yasunari Kavabata’nın Uykuda Sevilen Kızlar’ın Türkçeye çevrilmiş ilk
baskısı hemen gözüme çarpıyor. Bu kitabı ne çok aramıştım. Derken, alt rafta
bir miğfer görüyorum. Aşina olduğum bir şey değil tabii ama üzerindeki şekli
hemen tanıyorum. Adima’nın kocasına ait. Bir Nazi subayının torunu olduğunu
Hanae 'nin bana fısıldadığını anımsıyorum. Böyle biri ile ilk kez karşılaşıyorum.
Dedesinin Nazi subayı olmasından utanan bir adam. Belki de kendi saf ırkından
olmayan biriyle, Adima ile bu yüzden evlendi. İçimden fışkıran, miğfere dokunma
dürtüsüyle parmağımı üzerinde gezdiriyorum. Ürpertici şekilde soğuk, sert ve
nefret dolu. Ama bir yandan da neden olduğunu tam kestiremediğim, bir acıma
duygusu hissediyorum. Hem atalarından utanıp hem de onları kabullenerek bu
miğferi saklaması çok erdemli bir davranış. Hanae parmağını yavaşça ağzına
götürüp benim ne gördüğümü, neden şaşkın olduğumu bilir bir ağırbaşlılıkla
yere, yanına oturmamı söylüyor.
Evin salonundayız.
Sonunda Çay Seremonisi başlıyor. Seremoniyi
Rafael sunacak. Köşede duran pikaptan, tek bir müzik aletinden
bir melodi odaya yayılıyor. Geçmişin kapısı aralanmış, müzik oradan
şimdiye ulaşıyor ve sonsuza dek hiç kapanmayacak gibi. Aklımın dehlizlerinde
bir bu an’ı bir öncesindekileri ardı ardına yaşıyorum. Rengârenk bir halının
üzerinde oturuyoruz. Bir İran halısı olduğunu, köşelerinde sembolik
şekillendirilmiş farsça harfleri sorduğumda öğreniyorum. Ortama mistik bir
enerji veren bir yanı var. Rafael Japonya’daki gerçek çay seremonilerinde
aslında tahtanın üzerinde ince yastıklarla oturulduğunu ve başka bir sürü
ayrıntıdan bahsediyor. Bu andan itibaren kimseden çıt çıkmıyor.
Rafael. Eve girdik
gireli yerde oturuyor. Öyle yakışıklı ki. Gösterişli, büyük, muntazam elleri
yumuşak ritimle kıpırdıyor. Ona baktıkça kalbim hızlı atıyor. İçimin
ürpertisini, hayatın bana getireceklerine karşı duyduğum heyecanımı
bastıramıyorum. Japonya'ya gitmiş olsam bile avukat, gezgin ve Katalan
birinin gerçek bir geyşa okulunda öğrendiği çay seremonisini yeniden, kendi
ülkemde izleyecek olmak beni büyülüyor. Görüntüsü ile el hareketlerinin zıtlığı
öyle ahenkli ki sadece bir bütün olmasına bile hayran kalıyorum. Nasıl
becerdiyse uzun bacaklarını altına almış. Sıra dışı görünüyor. Rafael,
diğerlerine hayatını anlatmaya başlıyor. Olgun gözlerinde bir çocuğun katıksız
merakı ve masum haşarılığını yakalıyorum. ‘Kendimi onunla tamamladım’ diyor.
Eşinden ayrılıp avukatlığı bırakması. Japonya’ya gidip bir geyşa okulunda
zengin kültürü ve çay seremonisi geleneğini öğrenmesi yıllarını alıyor. Geldiği
yerde etrafındaki insanlar, iş arkadaşları, anne babası, çocukları bu yaptığına
bir anlam veremiyor. Gerçek benliğini bulmak için kurduğu hayattan
vazgeçmiş. Ürkerek ve biraz da gıpta ile bakıyorum ona. Ve sonra birden
hayranlık duyuyorum. Şöyle bir bakınca, evdeki herkesin bambaşka dünyalardan
insanlar olması tuhaf. Bir o kadar da sıradanlığın olağanüstü bir yansıması.
İnsanlar yabancı, alıştıklarının dışında olana karşı çekingen olur; burada
böyle değil. Farklılıklarımız sadece yaşadığımız ülkeler değil, yaşam
biçimlerimiz, hayatımıza kattığımız değerler ve burada bulunma sebeplerimiz de
başka. Tek ortak noktamız duygular. Seviniyoruz, üzülüyoruz, ağlıyoruz,
acıkıyoruz, uyuyoruz. Ama farklı şekillerde. Büyüsü de burada değil mi?
“Bastırmak zorunda
bırakıldığın cinsel tercihini özgürce yaşamak için çok şeyden vazgeçmen ne
acı,” diyor Adima, Rafael'e.
“Bu evrensel bir
sorun. Bir trajedi demek daha doğru...”
Evdeki diğer misafirin
duru, bilge ve yumuşak sesi dolduruyor havayı. Buğulu ve âşık gözlerle
Rafael’in bakışını görüyorum. Birbirlerine ait olduklarını, aralarında oluşan
güzel, tutkulu bağı görüyorum. O an, bir anda sonsuz bir huzur hissediyorum.
Sevgiye bir sınır konmamalı. İçten gelen masum bir inanışla, dümdüz sevmeli
insanlar birbirini. Derken bu diğer misafir, sevgiye dair konuşmaların
arasında; “Kızlarımı çok özledim,” diyor. Buram buram babacanlık ve güven
yayılıyor etrafa. Kızlarından uzaklaşmak zorunda hissettiğini söylerken,
vazgeçtiği hayatından ona kalanın büyük bir acı ve özlem olması beni öyle
üzüyor ki. Bu acıyla yaşamak için seçtiği hayatına ve değerlerine sıkı sıkıya
tutunuyor. Yaptığının doğru olduğuna inanıyorum. O anda onu anladığımı fark
ediyorum. Baba olmasından gelen yoğun duyguları yaşarken, cinsel tercihinin ne
olduğunun bir önemi olmuyor belli ki. Duygularını düzenli bir şekilde
ayrıştırıp mükemmel bir dengede tutmak. Düşünüyorum ve bu uyuma hayran
kalıyorum. Gülümsüyorum kendi kendime. Oranın büyüsünü bozmaya korkuyor
nefes bile almamaya çalışıyorum. Geniş pencerelerden dışarı bakınca Kız
Kulesi’ni çırılçıplak görüyorum. Siyah beyaz bir fotoğraf gibi ya da kara
kalemle çizilmiş bir tablo. Hemen karşımda ve çok uzak. Benim ona baktığım gibi
o da bana bakıyor ve beni küçücük görüyor. O hep orada dururken ben küçük,
biçimsiz bir şekil gibi İran halısının üstüne kondurulmuşum ve bütününün bir
parçası olmuşum. Hem kendi başıma bir anlamım var hem de o bütünlüğün içinde
bir uzuv gibi gerekliliğim. Bu duyguyla daha bir yayılıyorum halının
üstüne.
Rafael’in parlayan
çocuksu gözlerine bakıyorum. Bir anı geliyor aklıma. Şişli ile Kurtuluş
arasında küçük bir mahallede yaşardık. Evimizin karşısında diğerlerinden farklı
başka bir ev vardı. Kimlerin yaşadığını pek bilmediğimiz ecnebi bir aile
otururdu. Arada bir, bahçeye iki ergen çocuk çıkardı. Merakıma yenik düşüp
onları gözetlerdim. Öyle düzgün ve nizami oyunlar oynarlardı ki izlerken hayran
kalırdım. Katılmaya çekinirdim aralarına, ama bir o kadar da çok isterdim.
İçlerinde olmayı istemekten ötürü nedense endişeye kapılırdım. Dışarıda sessiz
bir gölge gibi kalmayı yeğlerdim. Bu hayatım boyu böyle devam etti. Ta ki
içlerinden biri beni çağırana kadar... O çocuklar, tıpkı Rafael ve
arkadaşı gibi, güzel, disiplinli, hüzünlü, özlemli ve uçuk kaçık iki birey
olarak yaşamlarını sürdürdüler.
İnce porselen fincanlara
yeşil çay dolduruyor. Yosunu andıran bir koku yayılıyor etrafa. Omzuna koyduğu
mor ipek mendil ile fincanların çevresini temizliyor, adeta okşuyor. Aheste
aheste, hiçbir anı kaçırmadan, özümseyerek yapıyor her bir hareketi.
Konuşmuyoruz ama her duyumuzla birbirimizle iletişimdeyiz. O ne yaparsa ben de
yapıyorum. Bacaklarımızın üzerinde eğilerek alıyoruz fincanı. Çay seremonisinde
sıranın önemi büyük; Hanae, Adima ve kocası, Rafael’ in erkek
arkadaşı ve en son Rafael. Çayın ekşimsi, acımsı tadı hiç bitmeyecekmiş
gibi ağzıma yayılıyor. “Ruhunuzdaki acıları yok edecek. Bunu bilerek içmenizi
istiyorum...” diyor. Yüzünde buyurgan, uzun ve keskin bir ifade
beliriyor. Rafael kendi halleriyle o kadar ilgili ki, yolculuğunu yaparken
yanındaki insanları sağalttığının ve kendi yolculuklarına çıkmalarını
sağladığının farkında değil. Bacaklarının üstüne naif bir kibarlıkla
oturuşundan, dünyanın tüm nimetlerine ilahi bir güçle saygılı oluşundan,
merakını gideriş biçimlerinden bu kibre sahip olmadığını görebiliyorum.
Bir süre daha yerde
oturmaya devam ediyor, Rafael’i izliyorum: O benim masum, serseri, gezgin ve
çocuk yanım. Sonra Hanae'yi izliyorum. Hanae benim kadınsı tarafım. Ardından
Adima ve kocasına bakıyorum. Alman disipliniyle büyütülen, entelektüel ve bir
Türk köylüsü kadar mütevazı Adima’nın bunca mozaiğine karşın yetimliği, en
bildiğim ve yaşadığım duygum. Nazi subayı büyük babasından miras kalan, üzerine
sinen suçluluk duygusuyla yaşayan koca, benim insaflı, ürkek ve insancıl yanım.
Hepimiz birleşmiş ‘beni’ oluşturuyoruz. Bütünü oluşturduğumuz çiçek tarhının
ortasındayım. Her birimiz kendi çiçeğinin ortasında. Bu andan aldığım hayat
enerjisi benim yarım kalmışlıklarımı tamamlıyor... Sonra birden, içime bitimsiz
bir ferahlık veren banyoya, o masalsı yere, bu eve ilk geldiğim günün
heyecanıyla tekrar giriyorum. Göz göze geliyoruz. Bana sıcacık gülümsüyor.
Aylardır burada başlayan seyahatim boyunca gördüğüm o gülümse. Hep aynı
sıcaklıkta ve aşk dolu. İşte o an, hayatla örülü bir mozaiğin içinde olduğumu,
her ne yaparsam yapayım, ister hiç kıpırdamadan hatta konuşmadan, sadece içinde
durayım; olduğum yerin, an'ların, gerçekleşen olayların bir parçası olarak var
olduğumun ve bu bütünden kopamayacağımın, kendimden, gerçeğimden
kaçamayacağımın; böylelikle kendimi tamamladığımın farkına varıyorum.
İşte o an benim yıllara yayılan uzun seremonim tamamlanıyor.
“Dalıp gittin! Sen
kızlarını özlediysen artık eve gitme vaktin gelmiş demektir…” Hanae’nin
sesiyle bacaklarımın uyuştuğunun ve aynı anda ne yapmam gerektiğinin,
özlemlerimin farkına varıyorum. Yine bu evde, bu İran halısının
üstünde onu görünce başlayan sonsuz, tutkulu, aşk, sevgi ve yeniliklerle
dolu hayatım, şimdi yine aynı yerde yeni başlangıçlara evriliyor. Gitmeye
karar veriyorum. Aynı zamanda kalmaya. Kızlarımı yıllar sonra, gerçeğimle,
bu hayatımla, Rafael ile tanıştırmaya ve onunla burada, kendi evimde kalmaya.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder