31 Temmuz 2023 Pazartesi

Anı: Döl


                       DÖL

Dağlar denize Akdeniz’de paralel, Ege’de dik uzanır. Bunu unutmadım hiç. Şimdi bu manzaraya bakarken, coğrafya bilgimi kendime ispatlıyorum. Denizi dimdik kesen bir dağın karşı sahilinde, küçük bir kasabadayım, Sığacık’ ta.

Sırtı çarşıya, denizi sola verip yürürken yol kenarında dizilmiş iki katlı binaların sonuncusunda bir pansiyonda kalıyorum. Sahibesi Çağlar Hanım, Kanada’nın Amerika sınırında bir sanayi kentinde yirmi sekiz yıl yaşadıktan sonra, gelmiş buraya. Oraların eksi yirmi derecelerdeki soğuğunda donmuş kanını burada ancak ısıtır, diye geçiyor aklımdan. İnsanlar ailesinin gömülü olduğu toprakların üzerinde ölmek istiyor. Galiba  kan çekiyor.

 Kasaba, pansiyonun az ilerisinde bitiyor. Denizin ardından yükselen yaban bir dağ saklıyor kasabayı. Güneşin batışını izlemek için pansiyonun önünde kaldırıma dizili küçük tahta masalardan birine oturuyorum. Ilık bir rüzgâr esiyor. Dingin, telaşsız bir hava. Tablo gibi bir manzara duruyor önümde. Kollarımı uzatsam sarılacak kadar yakınımda. İçine giriverecek gibiyim.  Doğanın sakinliğinin ardındaki o büyüleyici coşkuyu hissediyorum. Benimle konuşuyor gibi geliyor bana. Belki de olağan karşılanan bir durumdur burada. Alacalı deniz ve karşıdaki dağla saatlerce dertleşmek. Bir parçası olduğumu düşünmeden edemiyorum. İçindeki enerji, damarlarımda akan kan kadar canlandırıcı ve güzel.

 Pansiyon çalışanlarından yanık  tenli ve genç olanı mutfak penceresinden bir göz attı bana. Elinde domates bıçağıyla adeta evindeymiş gibi seslendi sonra:

“İçecek bir şey ister misiniz?”

Yanıma kadar gelmeye gerek görmüyor. Göstermelik tavırlardan, büyük laflardan bıkmıştım,  bu rahatlık hoşuma gidiyor. Ne içsem diye düşünürken, delikanlı:

 “Güneş batışına soğuk bir beyaz şarap iyi eşlik eder. Bir şişe açmıştık. Bir kadeh verebilirim size.”

 “ İyi fikir.” diyorum.

Önümde halı gibi serili denizin ardına bakıyorum. Yamaçtaki ıssız eve gözüm dalıyor. Tepesindeki tekdüze rüzgâr türbinleri olmasa yalnız, ürkek, adeta rengi alınmış tek başına bir ev. Manzaraya enteresan bir çekicilik, sebebini tanımlayamadığım bir hüzün vermiş bu ev. Evin içinde yaşayan hayatları merak ediyorum o anda. Delikanlı, buğulu kadehte şarapla masama geliyor. Soruyorum ona: “ O evde… Şu karşı evde. Birisi yaşıyor mu?”

“Ben geldim geleli orada kimseyi görmedim. Ama geceleri ışığı yanar evin. En iyisi siz onu Çağlar Hanım’a sorun,” diyor ve imalı bir bakış atıyor.

Çağlar Hanım bir müşterisini odaya yerleştirip yanıma geliyor. İlginç yaşamı, hayata farklı bakışı, enerjisi, pansiyona başka bir hava veriyor diye düşünüyorum o yanıma otururken. Yüzünde ilk bakışta anlamlandıramadığım ama zamanla düşüncelerime yerleşen harika bir uyum var. Mona Lisa’nın yüzü gibi ikiye bölünmüş. Bir tarafı hüzünlü ve umarsız, diğer tarafıysa Akdeniz enerjisinin ve ölçülü rehavetin neşesiyle gülümsüyor. Onda bir şeyler anlatmak ister bir hava var. Tıpkı doğa gibi; doğallık ve naiflik akıyor üstünden. Dudaklarının ucunda bekleyen kelimelerin sabırsızlığını seziyorum.

 “Karşıdaki evi sormuşsun. Madem yazıyorsun sana bir hikâye anlatayım, yazarsın belki,” diyor. İşte diyorum içimden, bu doğanın konuşması…

“Savaş zamanı kimsecikler vermedi bu dağları. Geçit yok dediler.” Deyip susuyor Çağlar Hanım. Bekliyorum. Sonra, sesi daha derinden çıkmaya, galiba ondan sonra yüreğiyle konuşmaya başlıyor;

“ Düşman gitti ama kirli postallarının kanlı çamurunu evlerin içine, kadınların yüreklerine bırakıp gitti. Ben sana bir şey diyeyim mi? Zafer kadınların fedakârlıklarıyla kazanıldı…”

Gözlerimle onayladım. Henüz daha konuya girmediğinin farkındayım. Sanki anlatmak istediği hikâye için cesaretini toplamaya çalışıyor; akmıyor sözcükler, durağan.  Kafasıyla o evi gösterdi, yüzü ciddileşti:

 “Yaşlı bir adam tek başına yaşar orada," dedi.

Ev gözümün önüne kadar geliverdi. Çıplak, mezar kadar sessiz görünüyor. Birden sis bulutları kaplıyor üstünü. Gerçekten de o an bir bulut dolaşıyor. “Yağmur geliyor.” diyorum. Ama büyüyü bozmak niyetinde değilim, susuyorum.

"Gelmez. Ne zaman bu konuşulsa bulutlar saklar evi. O zaman anlarız anlatıldığını...”

O anda, içime sığmayan merak duygusu tüm vücudumu sardı. Kahkahaları duyulan bir araba geçiyor yanımızdan. Bunu duyuyor fakat umursamıyoruz ikimiz de. Bazı anlar vardır ki hiçbir şey o anki duygu yoğunluğunu bozmaz. O anlardan birini yaşıyoruz. Çağlar Hanım konuşmaya devam ediyor:

 “Savaş bitmiş. Sokaklarında acı kolay kolay diner mi? Kasabalıda çaresizlik, bir başınalık, yokluk. Kadınlar hem erkek hem anne, işçi, savaşçı da. Tencereler boş. Cepheye gitmeyen kadınlar birebir vuruşmasa da heyhat en dibine kadar yaşıyor savaşı. Öyle yaşıyor ki, içine işleyen korku ve dehşeti sonrasında yıllarca atamıyor..."

“Siyahlara bürünen Anadolu gibi.”

“Evet. Ama ateş bu kıyılara bir başka düşmüş. Düşman yatak odalarına kadar girmiş…” diyor ve yutkunuyor.

Dünya kuruldu kurulalı tüm savaşların başı ve sonu arasında olan her şey aynı. Gerçek hiç değişmiyor. Galip taraf için bile savaşın sonunda insanlar aynı yarayı alıyor. Yıkım, acı, keder, kayıp, bitimsiz bir yokluk. Deniz kokan güzel bir günde, elimde soğuk beyaz şarabım, önümde doğa manzarası var ama ben kendimi savaşın acısına sürüklemekte nedense zorlanmıyorum. Çağlar Hanım devam ediyor:

“Savaş bitince Türk komutanlar Yunan askerinin denize döküldüğünü müjdelemek için köy köy kasaba kasaba gezmişler. Buraya da gelmişler. Halk hâlâ savaşta olduğunu sanıyor düşmanın yok edildiğine bir türlü inanamıyormuş. Kasabanın sokaklarında delirmiş gibi bas bas bağırırlarmış kadınlar: - Düşman gitmedi. Hâlâ burada…- Askerler ne diyeceklerini, ne yapacaklarını şaşırmışlar. Her yanı al bayraklarla donatmışlar. Ne var ki gencecik kadınların yürekleri bir türlü ferahlamazmış. Delirenler, kaçanlar, kendini öldürenler olmuş.  Evet, evet! Savaştan çıkıp intihar eden elleri kınalı kadınlar. -Bu vatan bizim, bu topraklar, bu dağ, deniz. Erin eve dönsün hele, biter her şey.-  dermiş asker ama kadın yüzüne bakamazmış. Karnına karnına vururmuş. Asker özgürsün dedikçe daha da çok dövünürmüş…”

 “-Nedir sizi bu kadar üzen deyin hele?- demiş bir asker.

“-Benim savaşım bitmedi. İçimde döl yaşıyor. Karnımdaki ne olcek! Ne olcek onaaa? Ya bana? Erimin yüzüne nasıl bakacam?-   deyip bağıra bağıra atmış bir kadın kendini denize. Oracıkta kaybolup gitmiş. Bulamamışlar onu. Bebeği kalakalmış öksüz.”

Yüreğime bir fırça darbesi gibi değiyor kadının sözleri. O an tarihte onlarca yıl geriye gidip denizin kızıllığını görüveriyorum. İçim ürperiyor. Şu anki zaman diliminde havadaki boşluğun varlığını ayrımsıyorum. O sözler, genç kadınların elleri, yürekleri, o boşlukta asılı kalmış. Karşı dağa vurup sesleri kulağıma doluyor. Karnımdaki döl ne olcek, ne olcek bana… Sanki kulağımdan hiç gitmeyecek gibi yerleşiyor.

 Çağlar Hanım, benim sindirmemi istermişçesine sessizleşiyor. O sırada içeriden sesleniyorlar. Bana bir işaret yapıp gidiyor. Güneş dağın arkasına geçerken tatlı bir serinlik başlıyor. Deniz ölü bir göl kadar kıpırtısız. Bu deniz, dağ, ağaçlar her şeye şahit. Onlar gördü. Doğa güzel olanı gösteriyor. Çirkini, kötüyü nasıl da içinde yok ediyor. Belki de şahit olduğu ve gizlediği kötülükleri kapatmak için bu kadar mükemmel ve güçlü görünüyordur. Ama eve bakınca insanlığın ne kadar acımasız ve vahşi olduğunu görüyorum, dehşetle ürperiyorum. İnsanların neler yapabileceklerini düşündükçe deli gibi korkuyorum ve bu ılık yaz akşamı birden üşüyorum. Diğer yandan insanın düşmanı da dostu da insan diyorum. Bu ikircikli duygularıma ilaç olan tek şey bu hissettiğim doğanın gücü. Onun sayesinde içimden taşan nefret hafifliyor ve katı duygularım duruluyor.

Çağlar Hanım tekrar yanıma geliyor. Daha sonra ne oldu, diye soramıyorum. Sonra olanın ne önemi var ki. Öykü anlatmak, korları eşelemek gibidir, parmakları yanar insanın. İçime bir acı düştü bir kere. Karşımda duran manzara, çığlığın içindeki sessiz ev, coşkusunu yitirmiş kadın gibi duran deniz, sonrasında olanları anlatıyor bana. Kadının karnındaki döl orada yaşıyor. Denizin ardındaki dağ yurdu olmuş onun. Güneş evin arkasında battı. Yarın yine doğacak. Her şeyin bir sonu ve başka şeylerin başlangıcı olduğunu göreceğim. Sokak lambaları yanıyor. O sırada pansiyonun bahçesinden hafif bir müzik duymaya başlıyorum. Delikanlı bitmiş kadehimi doldurmaya geliyor. Ben denize dalıp gitmişken eliyle evi gösteriyor: “Bakın. Akşam oldu, ev ışıklarını yaktı. Demiştim size. Hep yanar.”

Çağlar Hanım etrafta dolaşıyor diğer müşterilerle şakalaşıyor. Az önce anlattıklarını unutmuş gibi. İşini bilir bir tekdüzelik hissettiriyor bana. Tıpkı bu hayat gibi. Hayatın her daim sürmesi gibi…

 “Mangalı yaktırayım artık. Acıktık değil mi?” diye soruyor.  “Evet” diyorum. “Acıktık.”

 

Hiç yorum yok: