29 Aralık 2022 Perşembe

Öykü: Miras



MİRAS

Kütüphane, beklediğinden daha çok kalabalıktı. Kitaptan okuyacağı bölümlere göz atarken bir yandan da dört bir duvarı kaplayan, dinleyicilerin sırtlarını dayadığı kitaplığa baktı. ‘Onlardan’, kütüphaneye getirdiği yanık kokan yüzlerce kitaptan, onay alırcasına kafasını salladı.  Mikrofona yaklaştı  ve konuşmaya başladı:  

 -On iki yaşımdan beri sokaklardayım. Çöp kutularını özenle karıştırır, bulduklarıma her defasında şaşkınlık duyarım. Karış karış bilirim buraları ama yine de ne bulacağımı merak ederek gezinirim.

-Bunu kimse anlamayacak belki; çöp karıştırmak bana çekici gelir. İnsanların gizli yanlarını görmeye yetkin biri olduğumu düşünürüm. Gördüklerim bende saklı kalır, tanımadığım insanlarla sırdaş olurum.

 -Hiçbir çöp diğerine benzemez. Çöplerin insanlara benzediğini görmek şaşırtıcı değil. Dünyada milyarlarca insan yaşadığına göre trilyonlarca farklı çöp türü demek. Böyle düşününce insanın dili tutulur. Çöplükler bize insanlığı anlatır. İnsanoğlunun en iyi ürettiği şeydir çöp.

-İşe yarar eşyalar bulduğumda hemen bitpazarına götürüp satarım. Bazılarını eve getiririm. Dün sabah meşe ağacından işlemeli dolap buldum. Kaldırım kenarında mağrur bir şekilde benim onu görmemi ve sahiplenmemi bekliyordu. Aldım hemen, satmaya kıyamadım. 

-Evimiz öyle küçük ki dolap ile iyice ufaldı. Çöplerden getirdiğim kitap, dergi ve parçalanmış ansiklopedilerle içi dolup taştı. Evimizin en kıymetlisi oldu.

-On beşime yeni basmıştım babam öldüğünde. Sonra annem zatürreden yatağa düştü; bir akşam eve döndüğümde vücudunu buz gibi buldum. Saatler önce mi öldü yoksa soğuktan dona mı kaldı hiç öğrenemedim. Tek bildiğim, okul formamı üzerimden çıkarıp sokak elbiselerini giymenin zamanı gelmiş olduğuydu.

-Züleyha okuyordu o zamanlar. Züleyham... Onunla konuşabilme cesaretini kazandığımda temiz pak göründüğüm ve gururla söylemeliyim ki bilgili olduğum için benden hoşlandığını söyledi. Kaderin bana yazdığı en güzel yazı odur. Üstelik ben, evde sadece çöplerden çıkanlar ve kitap dolu meşe bir dolaptan başka bir şey olmadığını görüp benimle evlenmekten vazgeçeceğini düşünürken… Onun da böyle bir hayali olması ne şaşırtıcı.

-Zeynep doğduktan sonra Züleyha ile kitap okumaya başladık. Birimiz yüksek sesle okur diğerimiz dinler. Bizim en iyi iletişim şeklimiz. Züleyha ile aramdaki güçlü bağdır kitaplar. Bu bağı sonsuzluğa taşıyansa kızımız Zeynep olacak.

 -Haftanın her günü sabahın kör saatlerinden gece karanlığına kadar sokakları arşınlıyorum. Artık daha çok çalışıyorum. Zeynep’im için. Gece olunca evin arkasındaki çamurlu araziye çöp dökerler. Neler neler buluruz orada. Akşam eve gelir, bulduğumuz eşyaları tek tek ayrıştırırız. Ardından en keyifli saatler başlar; kitap okuruz.

-Zeynep büyüdü. Benimle çöpleri gezmeyi hâlâ çok sever. O yanımdaysa kitap, dergi bulabileceğim yurtların, öğrenci evlerinin olduğu sokaklara gidiyorum. Şansına hep bir şeyler buluyoruz. Elinde özenle taşıyor, eve gidene kadar bırakmıyor.

-Ufak evimiz dolaplı bir kütüphaneye dönüştü sonunda, Zeynep ise bir kitap kurduna. Doğrusu biraz endişeye kapılmıyor değilim; gün gelecek isteklerine yanıt veremeyeceğim. Bu korku yüreğimden eksilmez. Onu hayâl kırıklığına uğratmaktansa…

-O gün, Zeynep ile beraber çöp toplamaya çıktığımız sıradan günlerden biriydi. Pek uğramadığım bir mahalleye doğru yola koyulduk. Perişan bir sokağa daldık. İnsanlar pazar çadırlarında yaşıyordu. Burunlarından akan sümükleri rüzgârda kurumuş, sarı benizli, kahverengi yanaklı ağlak çocuklarla doluydu çadırların önü. Kötü giden yaşantılarını kanıksar bir umursamazlıkla, hayata daha sert davranmayı öğrenmişlerdi. Gizlenmiş bir kasvet vardı havada, sinsice etrafımızda geziniyordu. Böyle sokaklar hep aynıdır. Yaşadıkları sefaletin farkında, hayatın bu olduğunu kabullenmiş ve içinde kaybolmuş insanlar yaşar orada. Sessizce yürümeye devam ettik. İnsan kemikleri vardı etrafta. Burun direğini sızlatan bir koku başımızı döndürüyordu. Morarmış et parçaları, çürümüş çaputlar ve üzerilerinde sürüsüne bereket sinekle kara bulut gibi öbeklenmiş çöp yığınları arasından geçiyorduk. Böyle bir anda söyleyiverince ne de kolay görünüyor. Şaşkınlığımı ben bile gizleyemiyordum. Züleyha ile hayatın bu tarafını Zeynep’e göstermemek için kitaplara sarılıyorduk. Artık görmesine engel olamazdım. Bir an önce mahalleden çıkmaya karar verdim. Burada işimize yarar bir şey yoktu. Derken, o yangını gördüm. Orman yangını gibi kokuyordu. İnsanın içini burkan, burun deliklerimizden sonsuza dek çıkmayacak keskinlikte bir koku. Hem bir an önce uzaklaşmak istiyor hem de ne olduğunu merak ediyordum.  Virane bir binanın önüne getirmişti bizi alevler. Duman bizi içine alıverdi. Ellerinde ağır poşetler taşıyan çocukları görünce Zeynep de merak etmiş, olan biteni anlamak istemişti. Biraz daha yaklaştık. Koşuşturan insanların arasına daldık. Kız çocuklarından biri eteğini sepet yapmıştı. Yanımızdan sakince geçti. Kitap doluydu eteği. Bizim orada olmamıza mı yoksa şaşkın bakışlarımıza mı, anlayamadığım bir ifadeyle bize bakıyordu. O sırada eteğine bir daha göz attım. Yaşar Kemal’in İnce Memed romanını gördüm. Zeynep ile göz göze geldik. Bizim için ulaşılmaz bir kitabı orada, o sokakta görmenin heyecanını hiç unutmuyorum. Kitabın orta yerinde sayfaların kopuk olduğunu fark etmiş, devamını okuyamamıştık. Bir de Siyah İnci vardı. “Siyah İnci’yi okusa beğenir” dedi Zeynep yavaşça. Kız Zeynep’i duymuştu. “Ne beğencem, okuyamam ben zaten. Banane!” dedi çocuk birden. Çocuk konuşunca küçük olmadığını anladım. On iki, on üç vardı. Hırpaniydi. Bilmiş hali böylelikle daha da dikkat çekiyordu. O sırada kız, birden unutmuşta hatırlamış gibi koşmaya başladı. Bir yandan da bize seslendi. “Acele edin, bitmek üzere!”

“Kitapları nereye taşıyorsunuz?” diye bağırdı Zeynep arkasından.

“Soba söndü soba! Neyle yanacak?”

Zeynep, çocuğun yanına koşup kolunu tuttu; “Kitaplar nerede, göster bize!”dediğinde işte o an, onun neler yapabileceğini, cesaretini gördüm. İnsanlar toplanmıştı gösterdiği yerde; rengi solmuş, bazısı parçalanmış yüzlerce tepeleme kitabı bir arada görünce Zeynep tereddüt etmeden arasına daldı. Sokaklarda aklımın hayalimin almadığı pek çok şey bulurum ama yüzlerce, binlerce kitabı bir arada ilk kez görüyordum. O esnada üç adam fark ettim. Oradaki insanlardan farklı görünüyorlardı. Biri bir hayli sert bakışlı ve iriydi. Diğer ikisi sıska olduğu için öyle görüyordum belki de. Adamların her an saldırmaya hazır duruşları nedense beni korkutmadı o an. İkimiz de cesaretliydik galiba. Bekleneni yapması gereken kişilerin bizler olduğunu biliyorduk. Yüksek bir sesle, “Siz de nereden çıktınız? Bize ancak yeter, haa…” dedi onlardan biri. Ağzından bir şey kaçırmaması için kurnazca Zeynep’i dürttüm. Azmin kara büyüsüyle kabarık hırslara kapılıp saldırgan olunmaması gerektiğini naif bir kadın gibi anlamıştı. Adaletsiz bir hayat yaşayanların içlerinde biriktirdikleri intikam duygusuna karşı savaşmanın tam sırasıydı şimdi. Derinde sakladığımız savaşçı tarafımızı ortaya çıkarmak hiç zor olmazdı. Ne var ki biz çöpçüler yetinmeyi bilmek zorundayızdır. Yığılı kitapları, yakacak parasına sattıklarını öğrendik. Sıska adam yaptığını övünçle anlatıyordu. Adamlara, kitaplara karşılık yanabilecek başka şeyler getirmeyi teklif ettim. Hem dedim, ‘daha iyi fiyata satarsın…’ Sıska, daha sessiz olanın son sözü söyleyecek bir hali vardı. “Ne getireceksen getir, öyle al kitapları.”  Güven vermemişti ama çaresizce “tamam,” dedim. Eve döndük. Düşünüp durdum gece boyu. Ne verecektim onlara? Sabahın kör vakti Züleyha ile Zeynep uyurken vakit kaybetmeden yola koyuldum. Para edecek, büyük ama iyi bir şeyler bulmak istediğimde hep gittiğim, atılmış mobilyalar çöplüğüne baktım önce. Sonra onlarca sokak dolaştım hızlıca, bir şey bulamıyordum. Alevler içinde can çekişen kitaplar gözümün önündeydi. Onları kurtarmalıydım. Bunu yapmazsam kendimi asla affetmezdim. Okuduğumuz onca kitap, onca güzel söz, hepsinin gerçek olabileceğini Zeynep'e göstermenin işte tam sırasıydı.  Tek çarem vardı. Küçük evimizde ihtişamıyla duran emektar meşe dolap. Yıllarca beni boş duvardan koruyan dostum. Ondan vazgeçmiyordum, ona büyük bir görev veriyordum. Öyle eskiydi ki parçalamak kolay oldu. Belki de,  yapmak istediğim şey için bana 'o' onay vermişti. Züleyha ile dolabın içindeki yüzlerce kitabı yatak altına ve kapı arkasına istifledik. Zeynep uyandığında dolabın yerinde olmadığını görünce gözleri doldu. Ama birden toparlandı, çünkü nedenini anlamıştı. Akşam olmak üzereyken mahalleye gittik. Adamlar pek tabi sözlerinde durmamışlardı. Poşetlere kitap doldurmaya devam ediyorlardı. Dolap parçalarını yığdım önlerine. Beğenmişlerdi. Kalan tüm kitapları aldık. Eve götürdük. O günden sonra Zeynep kendine tek bir amaç edindi. Kitapları korumak ve çoğaltmak...

Benim ona verebildiğim tek şey bir dolap. Bir çöpçüyüm, başka ne yapabilirim...

                                                 ***

 “İşte; yıllar önce babamla topladığımız tüm o kitaplar bu kütüphaneye armağanımdır. Rahmetli anne ve babamın bana en güzel mirası. Sözcükleri rafların arasında ve elimdeki bu kitapta hâlâ canlı. Bu sarı yapraklı kitaplar onların sesidir.”  Küçük bir kızken gördüğüm o ateş, yüreğime ve buradaki her kitaba öyle bir işlemiştir ki şimdi bile hâlâ yanmaya devam ediyor.

 Açılışa gelen bir gazeteci Zeynep’i hayranlıkla dinliyordu. Zeynep konuşmasını bitirince yanına geldi.

“Ailenizi anlattığınız son kitabınız hakkında röportaj yapmaya gelmiştim. ” dedi.

Zeynep, babasından güç alır gibi elindeki kitabını okşadı ve “Elbette.” dedi.

 

2 yorum:

By dedi ki...

Muhteşem bir öykü olmuş tebrikler

Özlem Y. Uçak / Okur ve Yazar dedi ki...

Çok teşekkür ederim. Mutlu oldum. Sevgiler.