2 Şubat 2023 Perşembe

Öykü: İnan ki

İNAN Kİ

Otogarın kendine özgü kalabalığın ortasında bir banka oturup beklemeye başlıyorum. Bodrum’un yaz kokan rüzgârı içime işliyor. Yolculuk boyunca titremiş ve titremekten yorulmuş dudaklarım, yüzüme esen rüzgârın aklıma getirdikleriyle sarkık; onu görmeye hazır değilim hâlâ.

 Yaşadıklarım yüzünden küstüğüm ve bir daha gelmek istemediğim bu kente neden bir gün önce gönderdin beni Nejat? Yarın beraber gelseydik, olmaz mıydı?  Niye o karşılıyor beni? 

Alper'i görecek olmamın  heyecanını bastırmak için çabalıyorum. Küçük bir çantayla geldim, hepi topu iki gün. Tıpkı yıllar önce geldiğim gibi. O zaman da beklemiştim Alper'i. Ve hiç gelmedi. Değişmemiş buranın hali. Aynı coşku, aynı  enerji. Ben değişmiş olsam da bazı şeyler aynı. Evet. Değiştim ben. Ne kadar zor olsa da. Tam on iki yıl sürse de.

Alper. Bu o. Gelmiş. Yüzüne çekingen bir gülümseme yerleştirmiş ağır ağır yaklaşıyor. Buralar benden sorulur diyen yukarıdan bakışları sönmüş. Yirmilerinde dondurulmuş da adeta dün çözülmüş gibi. Ben de saçımda başlayan beyazları, göz kenarlarımdaki kaz ayaklarını, ellerimdeki damarları, kurumuş üreme organımı sevmeye çalışıyorum. Bu haksızlığa karşı gelemiyorum. Kadın olmanın bir sonucu ne yazık ki. Yılların bana dokunuşlarını inkâr edecek değilim. Yaşlanmak yaşadığımın ispatı. Şu anda aklımdan geçenin bunlar olması garip ama bir yandan da Alper’in bana yaklaşan her adımıyla kalbimin atışları hızlanıyor. Şuraya yığılıp kalmamak için sırtımı dimdik tutuyorum. ‘Ne olursa olsun kuyruğunu dik tut,’ misali. Sıktığım avuçlarım, içine bir kor almışım gibi alev alev. Yanaklarımsa; eminim birer Antalya domatesi. Gergin olduğumu belli etmemek, kendimi, dahası şu anki gerçek duygularımı  saklamak için  kafamı hafifçe eğip belli belirsiz bir gülüş yerleştiriyorum yüzüme. Gözlerimi kaldırdığım an tepkisiz, kıpırdamadan beni  seyrettiğini görünce tüm o sahte gülümsemem yerle bir oluyor. Gülüyor. Yanıma eğilip sanki beni koklarmışçasına derin bir nefes alıp  yerdeki çantamı alıyor. Hemen kalkıyorum ayağa. 

 “Hoş geldin. Arabayı arka sokağa park ettim, bu taraftan” diyerek yürümeye başlıyor.

Yürüyoruz. On iki yıl sonra Alper ile yan yanayız. Sanki her gün beni karşılıyor. Herhangi birisini almaya gelmiş gibi bir aldırmazlık. Sağa sola bakıyor, etrafa selamlar çakıyor. Onun için sıradan biri olduğumu gösterme çabasında. Belki de sıradanlaştım onun için. Ya ben! Çok tuhaf bir panik içindeyim. Gece yolculuk boyunca kendimi boşuna hazırladığımı balyoz gibi vuran kalbim bana hissettiriyor.

Tatili Alper'in otelinde yapma teklifi çok tuhaf bir fikirdi. Niye kabul ettim ki seni Nejat?... 'Bak çok iyim. Öyle iyiyim ki, seni görmek beni etkilemiyor. Seni çoktan unuttum. Mutluyum Nejat ile.' Diyebilecek miyim ona?

 Tedirgin olduğumu belli etmek istemedikçe daha çekingen göründüğümün farkındayım. Rahat, çekincesiz, Bodrum’a tatile gelmiş mutlu, neşeli ve ‘doğurgan’ bir kadın imajı yaratma çabam, ben ne yapsam eğreti kalıyor.  Oysa zaman, aynı nehirde -ki o nehir zaman oluyor- iki kere yıkanılmadığını göstermiyor mu bize? Binlerce yıl önce dönemin bir filozofu Heraklitos söylemiş bu sözü. Zamanı, değişimi, gıyabında beni, bizi; bundan daha öz, net, tek vuruşta anlatan başka söze gerek var mı?... Elini sırtıma koyuyor. O anda Bodrum’un kimseyi umursamayan hengâmesi silikleşiyor. Onca zaman geçmemiş, hiçbir şey değişmemiş gibi. Doğurganlığım onun gidişiyle sönmemiş, sıcaklığı beni alıp götürmeye yetecek gibi. Bel oyuğumu kavrayıp sımsıkı tutuyor. Bastırıyor. Hızlanıyorum. Neredeyse koşacağım.

Neden dokunuyorsun bana! Dokunma ne olur dokunma! Nerede şu araba!

“Ben gelirdim otele. Hiç gerek yoktu.”

Yanıt vermiyor. Hiçbir şey olmamış gibi elini sırtıma koyup sıvazlaması beni delirtiyor.

Bir açıklamayı bana çok gördün sen! Hayata küskün geçirdiğim zamanların, kendimi eve tutsak edişlerimin sebebi sensin! Ve daha pek çok şeyin sebebisin. Nejat olmasaydı, bir şövalye gibi beni  kurtarmasaydı…

Kızgınlığımı göstermek en son istediğim şey. Terk edilmiş hüznü ile onu yüceltmeyi asla istemiyorum. Bir açıklama yapmadan başka bir ülkeye giden o. Ne bir haber ne bir mektup ne özür dilemek. On iki yıl önce bambaşka bir telaşla gelmiştim buraya. Ama o zaman, mutlu bir telaştı benimki. Hiçbir zaman öğrenmedi. Gittiğinde benim ne ile mücadele ettiğimden haberi bile yoktu. Şimdi de çıkmış, hayatıma girebileceğini mi sanıyor? Hoş, Alper’e yakışır bir davranış! O hep böyleydi. Onun serseri yanını törpüleyen kişi Nejat olurdu. Üçümüzün, daha doğrusu ikimizin arasında, bizi kendimize getiren görünmez bir ip gibiydi Nejat. Sonra anladım onun güzelliğini. Alper gittikten sonra. Nejat vardı.

Düşüncelerimi duymuş gibi elini hızla belimden çekiyor. Nihayet arabaya varıyoruz. Önüme serili manzarayı izlemeye koyuluyorum. Konuşacak bir şey bulamıyorum. Ne söylesem içimi söndürmez. Tüm vücudum bas bas bağırıyor oysa. Soracak onlarca soru kafamda gezinirken susuyorum. Hep sustuğum gibi yine susuyorum. Sakin kalmak öyle zor ki! O konuşur diye beklemek de caba! Koşarak uzaklaşmak istiyorum. Valizimi bile almadan.

“Sıcak mı? Klimayı çalıştırmamı ister misin?”

“Ben iyiyim böyle.”

Çok mu belli ediyorum? O niye bu kadar rahat? Deli olmamak elde değil. Ah Nejat! Ne yapmaya çalışıyorsun sen? Niye tek başıma gönderdin beni Bodrum’a? Üstelik onun yanına. Yaşadıklarımı bilmiyormuş gibi. Belki de bildiğin için...  

Yol sakin. Trafik sakin. Yayalar sakin. Hava sakin. O sakin. Ama benim aklımın en derinlerine gömdüğüm pervasız duygularım canlı. Kafam karışmamalı. Kendime saygım var benim. Sustukça. Ne düşündüğünü deli gibi merak ediyorum. Kızıyorum kendime. Umurumda olmamalı.

Ağaçlar. Anımsıyorum sizi. Yolun sağında ve solunda görkemle durmaya devam ediyorsunuz. Gün batımının eğik ışığı ağaçların arasından gözlerime geliyor. O an, gözlerimi kapatınca, sadece kendimle baş başa kaldığımı düşününce, beni gevşeten bir cesaret geliyor:

“Bizi oteline davet etmene açıkçası çok şaşırdım. Neredeydin onca zaman?”

“Geldim işte buradayım. Seni görmek istedim. Beraberliğinizi…”

“ Nejat çok ısrar etti? Ben hiç…”

 “Yoksa gelmeyecek miydin? O nasıl?” 

Hasta yatağındaki bir adamı sorarcasına örtük bir saygı, ölmek üzere olan hatta ölmüş değişik bir duygu sezinliyorum sesinde. Küçümseyen bir hali var; beni mi onu mu anlayamadığım. Bir yandan da kıskanan bir adam çekingenliği.

“Siz iyi arkadaştınız o zamanlar. Hâlâ da öylesiniz anlaşılan. Nejat tatil için senin oteli seçtiğine göre… Geldiğinde bizzat ona sorarsın.”

 Ege’nin muhteşem girintisi, önümde usulca kıvrılıyor. Koya yaklaşıyoruz neyse ki. Sıkışıp kaldım. Bu sessizliğin içinde.

Bir an önce bitse şu yol! Bir şey, tek bir laf söyle be adam! Çığlık at ya da ağla…

Kolçaktan sigara çıkarıp ağzına koyuyor. Bana da uzatıyor. Önce kendininkini sonra benimkini yakıyor. İçmeyeli oldu bayağı. Küçük bir nefes çekiyorum.

“Sigarayı bırakmayacak kadar genciz, ha ne dersin!” diyor.

“Yaşlılık insanın ruhunda başlar. Vücuda bulaşır.”

“Bulaşmak. Güzel benzetme. Bazen de ruh genç kalıyor, vücut yaşlanıyor. Sende ikisi de genç. Hâlâ çok güzelsin. Bense pişmanlıklarımı anlayacak kadar yaşlı bir ruha sahibim.”

Öylesine sıradan ve bayağı. Güzelsin! Güzellik kavramına haksızlık etmemeli, onu yerli yersiz kullanmamalı… O kelimenin değerini bilmeyen insanlar.

Sigara dumanı hunharca arabaya dolarken dikkatimi manzaradan içeriye veriyorum. Vites koluna bağlanmış kurdelenin ucunda, minik çerçeveli bir fotoğraf duruyor.

“Kaç yaşında?”

“İlkokula başlayacak... Bu kız ikimizin olmalıydı. Özür dilerim. ”

 Sustu. Bu kadar mı? On iki yıl önce sana geldiğimde karnımda seni taşıdığımı söyleyemedim. Gitmiştin. Arkana bakmadın bile. Bir daha anne olamamakla cezalandırılmayı hak etmedim! Gitmeseydin belki de… Korktum. Onca yıl sonra bu muydu söyleyeceğin! Özür dilerim mi?

Ellerini birkaç kez direksiyona vurup radyoyu açıyor. Erkin Koray çalmaya başlıyor.

İnanmak güç ama yaşıyorum işte.

“Ne şans! Radyoyu açar açmaz. Baba. Ona Baba diyen kuşağız biz. Kaldı mı Baba diyen başka?”

“Fakültedeyken bir konsere gitmiştik. Bu şarkıyı seçmiştik. Bizim olmuştu…” diyor Alper. Unutmamış. Onun da şaşkın olduğunu görünce, yol boyu ilk defa dürüstlüğüne ve doğallığına inanıyorum.

“Hatırlıyorum. Unutmuştum.”

Unutmak istediğimi ve o günden beri bu şarkıyı hiç dinlemediğimi söylemiyorum. Bu bir karma. Bu anın gerçek olduğunu, dönüp dolaşıp önüme düşmesini ve özellikle bugün, bu arabada, yanımda o varken olmasını başka ne ile açıklayabilirim.

Pencereyi açıyorum. Ağaçlar da olmasa ve rüzgârla konuşmaları, zaman geçmiyor. Ben bitsin istedikçe zaman ilerlemiyor. Sadece havadan sudan konuşmak ne kadar zormuş meğer. Dünü anlatacak olsam, iş yerinde yaşadıklarımı günün koşuşturmasını. Kimin umurunda bir gün öncesi. On iki yıl öncesinde bıraktıktan sonra bazı şeyleri. Ağaçlar bitiyor, masmavi deniz seriliyor önüme.

“Hafta sonuna kadar ayırttım yerinizi. Uzatmak istersen…” deyip bana bakıyor. 

Gitme kal. Hataydı benimki. Her şeye yeniden başlayalım! Deyiverirse... Bunu duymayı bencilce ve doyumsuzca istiyorum. Bana yaptığının aynısını sana yapmak için tek bir fırsat. Bir an bile tereddüt etmeden yaparım. Akşamüstünün  yumuşacık denizinin, güneşi emmiş ılık toprağın, sıcağı saklayan ağaçların adına yaparım. Pencereden dışarı uzattığım elime vuran rüzgâr, yüzüme çarpıyor.

Ama hayır! Tek bir kalbim var benim. Kalbimin masumiyetini korumalıyım ve sevme gücümü yeniden canlandıran ve onu tümüyle hak eden asıl sahibinde tutmalıyım.

“İyi misin? Yavaş gitmemi ister misin?”

“Geçer birazdan... İşleri yetiştireceğim diye son günlerde çok çalıştım, yorgunum.”

Telefonu çalıyor. Ekrana bakıyor sonra bana.

 “Çekinme aç” diyorum.

Parmaklarının hareketi, kirpiklerinin ahenkle salınışını seyrediyorum.  Ne çok seviyordum onları. O zamanlar herkesin, sevdiğini öldürdüğünü bilmiyordum.

“Evet, aldım Süreyya’yı… Otele doğru gidiyoruz.” diyor ve telefonu kapatıyor. 

“Nejat mıydı?”

“Evet.”

Yol, önümüzdeki her şeyi bonkörce vaat edercesine yağ gibi kıvrılarak akıyor. Arkamda, parçalanmış kalbimin, kabuk bağlamış yaralarımın ve çürümüş rahmimin kırıntıları. Onları eze eze ilerliyoruz.

“Akşam yemeğini baş başa yer miyiz, eski günlerin hatırına?”

“Uyuyacağım.”

Bir zamanlar onu sevmiştim. Gözlerini bende bırakıp gitti. Bırakacak kimsesi olmadığı için değil, beni bir liman zannettiği içindi. Yine uğrayabileceğinden emin olduğu bir liman. Ben toydum. Bana büyük bir yıkıma, yokluğa ve sonrasında bu yokluğu fazlasıyla hissedeceğim biteviye bir acıya gark olacak bir toyluk. Şimdi bu arabada, hissettiğim karışık duyguların hepsi bir anda. Alper'in ağzında, sözlerinde, ellerinde, vitese takılı fotoğraftaki çocukta ve yıllarca bir daha dinleyemediğim o şarkıda ezilip yok oluyor.

 ***

Otelin mor orkideli duvar kâğıdı olan koridorundan, sıralanmış, rengârenk kurulmuş yemek masalarının arasından ve bambu sandalyeli huzur bahşeden terastan geçiyorum. Yabancı dilde konuşan mayolu insanlara gülümsüyorum.                                     

 “Alo. Geldim sevgilim, burası çok güzel! Beni neden önce gönderdiğini biliyorum… Hayır söylemedim. Bilmesine artık gerek yok. Dışarı çıkmak için seni odada bekleyeceğim.”

Telefonu kapatıp yaz kokan ılık yatağa atıyorum kendimi. Nejat'ın sinsi ve cesur oyununu anlıyorum. Ona veremeyeceklerim için kalbime yerleşen, bitimsiz, ömrümce sürecek derin hüzün, hüznümün başladığı bu kentte, tam bu anda, biraz azalıyor. Sonra gülümsüyorum. Bunca yıl şarkıyı neden dinlemediğime; öyle gülüyorum ki şimdi, kahkahalarım odada çınlıyor. Onca zaman sonra ilk defa, bağıra  çağıra şarkıyı söylemeye başlıyorum:

“ İnannn kiii, senden başka, senden başka kimmmse yok içimde!”

 

Hiç yorum yok: