İNAN Kİ
Otogarın kendine özgü kalabalığın ortasında bir banka oturup
beklemeye başlıyorum. Bodrum’un yaz kokan rüzgârı içime işliyor. Yolculuk
boyunca titremiş ve titremekten yorulmuş dudaklarım, yüzüme esen rüzgârın
aklıma getirdikleriyle sarkık; onu görmeye hazır değilim hâlâ.
Yaşadıklarım yüzünden küstüğüm ve bir daha gelmek
istemediğim bu kente neden bir gün önce gönderdin beni Nejat? Yarın
beraber gelseydik, olmaz mıydı? Niye o karşılıyor beni?
Alper'i görecek olmamın heyecanını bastırmak için çabalıyorum.
Küçük bir çantayla geldim, hepi topu iki gün. Tıpkı yıllar önce geldiğim gibi.
O zaman da beklemiştim Alper'i. Ve hiç gelmedi. Değişmemiş buranın hali.
Aynı coşku, aynı enerji. Ben değişmiş olsam da bazı şeyler aynı.
Evet. Değiştim ben. Ne kadar zor olsa da. Tam on iki yıl sürse de.
Alper. Bu o. Gelmiş. Yüzüne çekingen bir gülümseme yerleştirmiş
ağır ağır yaklaşıyor. Buralar benden sorulur diyen yukarıdan bakışları sönmüş.
Yirmilerinde dondurulmuş da adeta dün çözülmüş gibi. Ben de saçımda başlayan
beyazları, göz kenarlarımdaki kaz ayaklarını, ellerimdeki damarları, kurumuş
üreme organımı sevmeye çalışıyorum. Bu haksızlığa karşı gelemiyorum. Kadın
olmanın bir sonucu ne yazık ki. Yılların bana dokunuşlarını inkâr edecek
değilim. Yaşlanmak yaşadığımın ispatı. Şu anda aklımdan geçenin bunlar
olması garip ama bir yandan da Alper’in bana yaklaşan her adımıyla
kalbimin atışları hızlanıyor. Şuraya yığılıp kalmamak için sırtımı dimdik
tutuyorum. ‘Ne olursa olsun kuyruğunu dik tut,’ misali. Sıktığım avuçlarım,
içine bir kor almışım gibi alev alev. Yanaklarımsa; eminim birer Antalya
domatesi. Gergin olduğumu belli etmemek, kendimi, dahası şu anki gerçek
duygularımı saklamak için kafamı hafifçe eğip belli belirsiz bir
gülüş yerleştiriyorum yüzüme. Gözlerimi kaldırdığım an tepkisiz,
kıpırdamadan beni seyrettiğini görünce tüm o sahte gülümsemem yerle bir
oluyor. Gülüyor. Yanıma eğilip sanki beni koklarmışçasına derin bir nefes
alıp yerdeki çantamı alıyor. Hemen kalkıyorum ayağa.
“Hoş geldin. Arabayı arka sokağa park ettim, bu
taraftan” diyerek yürümeye başlıyor.
Yürüyoruz. On iki yıl sonra Alper ile yan yanayız. Sanki her
gün beni karşılıyor. Herhangi birisini almaya gelmiş gibi bir aldırmazlık.
Sağa sola bakıyor, etrafa selamlar çakıyor. Onun için sıradan biri olduğumu
gösterme çabasında. Belki de sıradanlaştım onun için. Ya ben! Çok tuhaf
bir panik içindeyim. Gece yolculuk boyunca kendimi boşuna hazırladığımı balyoz
gibi vuran kalbim bana hissettiriyor.
Tatili Alper'in otelinde yapma teklifi çok tuhaf bir fikirdi. Niye
kabul ettim ki seni Nejat?... 'Bak çok iyim. Öyle
iyiyim ki, seni görmek beni etkilemiyor. Seni çoktan unuttum. Mutluyum Nejat
ile.' Diyebilecek miyim ona?
Tedirgin olduğumu belli
etmek istemedikçe daha çekingen göründüğümün farkındayım. Rahat, çekincesiz,
Bodrum’a tatile gelmiş mutlu, neşeli ve ‘doğurgan’ bir kadın imajı yaratma
çabam, ben ne yapsam eğreti kalıyor. Oysa zaman, aynı nehirde -ki o nehir
zaman oluyor- iki kere yıkanılmadığını göstermiyor mu bize? Binlerce yıl önce
dönemin bir filozofu Heraklitos söylemiş bu sözü. Zamanı, değişimi, gıyabında beni,
bizi; bundan daha öz, net, tek vuruşta anlatan başka söze gerek var mı?... Elini
sırtıma koyuyor. O anda Bodrum’un kimseyi umursamayan hengâmesi silikleşiyor.
Onca zaman geçmemiş, hiçbir şey değişmemiş gibi. Doğurganlığım onun gidişiyle
sönmemiş, sıcaklığı beni alıp götürmeye yetecek gibi. Bel oyuğumu kavrayıp
sımsıkı tutuyor. Bastırıyor. Hızlanıyorum. Neredeyse koşacağım.
Neden dokunuyorsun bana! Dokunma ne olur dokunma! Nerede şu araba!
“Ben gelirdim otele. Hiç gerek yoktu.”
Yanıt vermiyor. Hiçbir şey olmamış gibi elini sırtıma koyup
sıvazlaması beni delirtiyor.
Bir açıklamayı bana çok gördün sen! Hayata küskün geçirdiğim
zamanların, kendimi eve tutsak edişlerimin sebebi sensin! Ve daha pek çok şeyin
sebebisin. Nejat olmasaydı, bir şövalye gibi beni kurtarmasaydı…
Kızgınlığımı göstermek en son istediğim şey. Terk edilmiş hüznü
ile onu yüceltmeyi asla istemiyorum. Bir açıklama yapmadan başka bir ülkeye
giden o. Ne bir haber ne bir mektup ne özür dilemek. On iki yıl önce bambaşka
bir telaşla gelmiştim buraya. Ama o zaman, mutlu bir telaştı
benimki. Hiçbir zaman öğrenmedi. Gittiğinde benim ne ile mücadele
ettiğimden haberi bile yoktu. Şimdi de çıkmış, hayatıma girebileceğini mi
sanıyor? Hoş, Alper’e yakışır bir davranış! O hep böyleydi. Onun serseri yanını
törpüleyen kişi Nejat olurdu. Üçümüzün, daha doğrusu ikimizin arasında, bizi
kendimize getiren görünmez bir ip gibiydi Nejat. Sonra anladım onun
güzelliğini. Alper gittikten sonra. Nejat vardı.
Düşüncelerimi duymuş gibi elini hızla belimden çekiyor. Nihayet
arabaya varıyoruz. Önüme serili manzarayı izlemeye koyuluyorum. Konuşacak bir
şey bulamıyorum. Ne söylesem içimi söndürmez. Tüm vücudum bas bas bağırıyor
oysa. Soracak onlarca soru kafamda gezinirken susuyorum. Hep sustuğum gibi
yine susuyorum. Sakin kalmak öyle zor ki! O konuşur diye beklemek de caba!
Koşarak uzaklaşmak istiyorum. Valizimi bile almadan.
“Sıcak mı? Klimayı çalıştırmamı ister misin?”
“Ben iyiyim böyle.”
Çok mu belli ediyorum? O niye bu kadar rahat? Deli olmamak elde
değil. Ah Nejat! Ne yapmaya çalışıyorsun sen? Niye tek başıma gönderdin beni
Bodrum’a? Üstelik onun yanına. Yaşadıklarımı bilmiyormuş gibi. Belki de
bildiğin için...
Yol sakin. Trafik sakin. Yayalar sakin. Hava sakin. O sakin. Ama
benim aklımın en derinlerine gömdüğüm pervasız duygularım canlı. Kafam
karışmamalı. Kendime saygım var benim. Sustukça. Ne düşündüğünü deli gibi merak
ediyorum. Kızıyorum kendime. Umurumda olmamalı.
Ağaçlar. Anımsıyorum sizi. Yolun sağında ve solunda görkemle
durmaya devam ediyorsunuz. Gün batımının eğik ışığı ağaçların arasından
gözlerime geliyor. O an, gözlerimi kapatınca, sadece kendimle baş başa
kaldığımı düşününce, beni gevşeten bir cesaret geliyor:
“Bizi oteline davet etmene açıkçası çok şaşırdım. Neredeydin onca
zaman?”
“Geldim işte buradayım. Seni görmek istedim. Beraberliğinizi…”
“ Nejat çok ısrar etti? Ben hiç…”
“Yoksa gelmeyecek miydin? O nasıl?”
Hasta yatağındaki bir adamı sorarcasına örtük bir saygı, ölmek
üzere olan hatta ölmüş değişik bir duygu sezinliyorum sesinde. Küçümseyen bir
hali var; beni mi onu mu anlayamadığım. Bir yandan da kıskanan bir adam
çekingenliği.
“Siz iyi arkadaştınız o zamanlar. Hâlâ da öylesiniz anlaşılan.
Nejat tatil için senin oteli seçtiğine göre… Geldiğinde bizzat ona sorarsın.”
Ege’nin muhteşem girintisi, önümde usulca kıvrılıyor. Koya
yaklaşıyoruz neyse ki. Sıkışıp kaldım. Bu sessizliğin içinde.
Bir an önce bitse şu yol! Bir şey, tek bir
laf söyle be adam! Çığlık at ya da ağla…
Kolçaktan sigara çıkarıp ağzına koyuyor. Bana da uzatıyor. Önce
kendininkini sonra benimkini yakıyor. İçmeyeli oldu bayağı. Küçük bir nefes
çekiyorum.
“Sigarayı bırakmayacak kadar genciz, ha ne dersin!” diyor.
“Yaşlılık insanın ruhunda başlar. Vücuda bulaşır.”
“Bulaşmak. Güzel benzetme. Bazen de ruh genç kalıyor, vücut
yaşlanıyor. Sende ikisi de genç. Hâlâ çok güzelsin. Bense pişmanlıklarımı
anlayacak kadar yaşlı bir ruha sahibim.”
Öylesine sıradan ve bayağı. Güzelsin! Güzellik kavramına haksızlık
etmemeli, onu yerli yersiz kullanmamalı… O kelimenin değerini bilmeyen
insanlar.
Sigara dumanı hunharca arabaya dolarken dikkatimi manzaradan
içeriye veriyorum. Vites koluna bağlanmış kurdelenin ucunda, minik çerçeveli
bir fotoğraf duruyor.
“Kaç yaşında?”
“İlkokula başlayacak... Bu kız ikimizin olmalıydı. Özür dilerim. ”
Sustu. Bu kadar mı? On iki yıl önce sana geldiğimde karnımda
seni taşıdığımı söyleyemedim. Gitmiştin. Arkana bakmadın bile. Bir daha anne
olamamakla cezalandırılmayı hak etmedim! Gitmeseydin belki de… Korktum. Onca
yıl sonra bu muydu söyleyeceğin! Özür dilerim mi?
Ellerini birkaç kez direksiyona vurup radyoyu açıyor. Erkin Koray
çalmaya başlıyor.
İnanmak güç ama yaşıyorum işte.
“Ne şans! Radyoyu açar açmaz. Baba. Ona Baba diyen kuşağız biz. Kaldı
mı Baba diyen başka?”
“Fakültedeyken bir konsere gitmiştik. Bu şarkıyı seçmiştik. Bizim
olmuştu…” diyor Alper. Unutmamış. Onun da şaşkın olduğunu görünce, yol boyu ilk
defa dürüstlüğüne ve doğallığına inanıyorum.
“Hatırlıyorum. Unutmuştum.”
Unutmak istediğimi ve o günden beri bu şarkıyı hiç dinlemediğimi
söylemiyorum. Bu bir karma. Bu anın gerçek olduğunu, dönüp dolaşıp önüme
düşmesini ve özellikle bugün, bu arabada, yanımda o varken olmasını başka ne
ile açıklayabilirim.
Pencereyi açıyorum. Ağaçlar da olmasa ve rüzgârla konuşmaları,
zaman geçmiyor. Ben bitsin istedikçe zaman ilerlemiyor. Sadece
havadan sudan konuşmak ne kadar zormuş meğer. Dünü anlatacak olsam, iş yerinde
yaşadıklarımı günün koşuşturmasını. Kimin umurunda bir gün öncesi. On iki yıl
öncesinde bıraktıktan sonra bazı şeyleri. Ağaçlar bitiyor, masmavi deniz
seriliyor önüme.
“Hafta sonuna kadar ayırttım yerinizi. Uzatmak istersen…”
deyip bana bakıyor.
Gitme kal. Hataydı benimki. Her şeye yeniden
başlayalım! Deyiverirse... Bunu duymayı bencilce ve doyumsuzca istiyorum.
Bana yaptığının aynısını sana yapmak için tek bir fırsat. Bir an bile tereddüt
etmeden yaparım. Akşamüstünün yumuşacık denizinin, güneşi emmiş ılık
toprağın, sıcağı saklayan ağaçların adına yaparım. Pencereden dışarı uzattığım
elime vuran rüzgâr, yüzüme çarpıyor.
Ama hayır! Tek bir kalbim var benim. Kalbimin masumiyetini
korumalıyım ve sevme gücümü yeniden canlandıran ve onu tümüyle hak eden asıl
sahibinde tutmalıyım.
“İyi misin? Yavaş gitmemi ister misin?”
“Geçer birazdan... İşleri yetiştireceğim diye son günlerde çok
çalıştım, yorgunum.”
Telefonu çalıyor. Ekrana bakıyor sonra bana.
“Çekinme aç” diyorum.
Parmaklarının hareketi, kirpiklerinin ahenkle salınışını
seyrediyorum. Ne çok seviyordum onları. O zamanlar herkesin, sevdiğini
öldürdüğünü bilmiyordum.
“Evet, aldım Süreyya’yı… Otele doğru gidiyoruz.” diyor ve telefonu
kapatıyor.
“Nejat mıydı?”
“Evet.”
Yol, önümüzdeki her şeyi bonkörce vaat edercesine yağ gibi
kıvrılarak akıyor. Arkamda, parçalanmış kalbimin, kabuk bağlamış yaralarımın ve
çürümüş rahmimin kırıntıları. Onları eze eze ilerliyoruz.
“Akşam yemeğini baş başa yer miyiz, eski günlerin hatırına?”
“Uyuyacağım.”
Bir zamanlar onu sevmiştim. Gözlerini bende bırakıp gitti.
Bırakacak kimsesi olmadığı için değil, beni bir liman zannettiği içindi. Yine
uğrayabileceğinden emin olduğu bir liman. Ben toydum. Bana büyük bir yıkıma,
yokluğa ve sonrasında bu yokluğu fazlasıyla hissedeceğim biteviye bir acıya
gark olacak bir toyluk. Şimdi bu arabada, hissettiğim karışık duyguların hepsi
bir anda. Alper'in ağzında, sözlerinde, ellerinde, vitese takılı fotoğraftaki
çocukta ve yıllarca bir daha dinleyemediğim o şarkıda ezilip yok oluyor.
***
Otelin mor orkideli duvar kâğıdı olan koridorundan, sıralanmış,
rengârenk kurulmuş yemek masalarının arasından ve bambu sandalyeli huzur
bahşeden terastan geçiyorum. Yabancı dilde konuşan mayolu insanlara
gülümsüyorum.
“Alo. Geldim sevgilim, burası çok güzel! Beni neden önce
gönderdiğini biliyorum… Hayır söylemedim. Bilmesine artık gerek yok. Dışarı
çıkmak için seni odada bekleyeceğim.”
Telefonu kapatıp yaz kokan ılık yatağa atıyorum kendimi. Nejat'ın
sinsi ve cesur oyununu anlıyorum. Ona veremeyeceklerim için kalbime yerleşen,
bitimsiz, ömrümce sürecek derin hüzün, hüznümün başladığı bu kentte, tam bu
anda, biraz azalıyor. Sonra gülümsüyorum. Bunca yıl şarkıyı neden
dinlemediğime; öyle gülüyorum ki şimdi, kahkahalarım odada çınlıyor. Onca zaman
sonra ilk defa, bağıra çağıra şarkıyı söylemeye başlıyorum:
“ İnannn kiii, senden başka, senden başka kimmmse yok
içimde!”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder