27 Şubat 2023 Pazartesi

Öykü: Bayan Elisa'nın Kararı


BAYAN ELİSA’NIN KARARI

Bayan Elisa’nın göz kapakları gözlerinin üzerine öyle yığılıydı ki insanın içinden deriyi kesip atmak geliyordu. Damarlı ince eller, büyük eğrimsi bir burun ve fırlak kara gözler yüz yaşında bir kadını andırıyordu. Ellisini daha yeni geçtiğine kimse inanmazdı. Gençliğinde de farklı değildi, o zaman da ihtiyar, hastalıklı görünürdü.  Annesi onu doğurduğunun ertesi günü daha sütünü bile veremeden ölüverdi. İşte o an kaderi yazıldı Bayan Elisa’nın. Doğarken öldüren, eciş bücüş, çirkin civciv, üzerine  yapışmış lanetin farkına, büyüdüğünde yolunmuş bir tavuk olduğunu anladığında vardı.

Bayan Elisa şimdi bir huzurevinin sakiniydi. Onu buraya getiren yol bir daha geri götürmeyecekti. Babası küvette ölü bulunduğu gün getirilmişti. Kalın perdesini üstüne sarıp evin koridorlarında mecnun gibi dolaşırken buldular onu. Delirmiş gibiydi. Bazı zamanlarda tumturaklı laflar etmese onun gerçekten deli olduğunu düşünebilirdiniz. Bu yaşa kadar nasıl geldiğine inanmak zordu Bayan Elisa’nın. Evden hiç ayrılmamış, babasından başka kimseyi bilmeyen ‘çocuk kadın’ olması onu masum yapabilirdi. Fakat onun kendisiyle ilgili şeytani fikirleri vardı.

Huzurevine geldi geleli hiç konuşmamıştı babası hakkında. Babası ölünce tek başına kalmıştı. Ama bu öylesine bir tek başınalık değildi. Tüm dünyasıydı o. O gidince dünya da yok oldu. Bayan Elisa’yı bütün resimlerde bir silüet gibi gösteren bu dünyanın, ona bıraktığı tek şey hazırladığı saganaki* ve hemen sonrasında babasının yüzünde beliren kısa, bitik tebessümdü. Ne yapacağını, hatta nasıl konuşulacağını dahi bilmiyordu. Çoğu zaman burada ne işi olduğunu düşünüp duruyor, evine gitmek istediğini söylüyordu. Ne var ki huzurevine getirilirken itiraz etmemişti nedense. Sanki onları, yani onu ve banyoda kendi kendine boğulmuş babasını bulmalarını beklemişti.

 Kaldığı oda huzurevinin bahçesine bakıyordu. Çeşit çeşit insan vardı bu evde. Sözüm ona huzureviydi, huzurlu olmalıydı; fakat Bayan Elisa için hiç de öyle değildi. Pencereden bahçeyi izler, kendi kendine söylenirdi. Zaman zaman hızını alamayıp, babasından ve onun eve gelen berduş arkadaşlarından öğrendiği kadarıyla ağır okkalı küfürler de ediyordu. Geldi geleli ne aşağı bahçeye inmişliği vardı ne de birisiyle iki laf konuşmuşluğu. Her öğlen hemşire de girmese kimseyle bir iletişimi olmuyordu Bayan Elisa’nın. Arada pencereye bir kumru konardı. Yine gelmişti o kumru. Her gün gelen kuş olduğunu anladı. Kanatlarının birinde bir örümceğe benzeyen ilginç bir leke vardı, belki de çamurdu ve tüylerine iyiden iyiye yapışmıştı. Sen de iyi belledin burayı…” dedi. Penceresine kuşun konmasından hoşlanıyordu aslında fakat mizacı tersti, Bayan Elisa'nın. Çirkin, yabani, utangaç ve çekingen olduğu gibi her şeye de kafa tutardı, bir kuşa bile.

O son günden önceki bir sabah hemşire içeri girdi. Tam saatinde gelmişti her zamanki gibi. Elinde getirdiğine göz ucuyla baktı. İlaçlar bir bardağın içinde, renkli boncuklar gibi sallanıyordu. Gözünü kaçırdı bardaktan: 

“Daha yavaş girsen, kuş sıçrıyor sen gelince.”

Hemşire herkese aynı davranıyordu ama Bayan Elisa onun kendine biraz daha kötü davrandığına emindi. Çünkü o bunu hak ediyordu. İçten içe ona hak veriyor, önce annesi, sonra babası bile onu yalnız bırakmışken kimsenin ona değer vermeyeceğini iyi biliyordu.  Hemşire tumturaklı bir hareketle ilacı uzattı.

“İç bakalım ilaçları, göreyim.”

“Gideceğim yakında. Rahat edersin sen de…”

Hemşire keskin bir donuklukla adeta küçümseyerek baktı. Nereye gidebilirsin der gibiydi. Elindeki ilaçları Bayan Elisa’ya verdi. Bayan Elisa kafasını pencereye çevirdi ve ilaçları ağzına koydu. Ardından konuşmaya devam etti; “Ne kadar oldu ben buraya geleli?”

“Sen gayet iyi biliyorsun,” dedi hemşire ve odadan çıktı.  

Birkaç gündür buradaydı. Hemşire odadan çıkınca yatağın altından bal kavanozunu aldı. Kavanozu hemşireye hiç olmadığı kadar büyük bir sevecenlik göstererek aldırmıştı. İlaçları ağzından çıkarıp kavanoza koydu.

                                                           ***

'Babasını küvette unutmuş. Boğulmuş.' 

'Tek başına öylece beklemiş, kafayı yemiş...' 

 'Siz ne biliyorsunuz, aptallar ordusu! Ölmek kolay, yaşamak gibi zor değil. Nefes almak, hele gülmek çok zor hepsi. Siz ne anlarsınız!' söylendi aşağıdakilere. Yarım yamalak duyuyor, dikkate almıyorlardı. Pencerenin yanına kurulu masaya dirseğini dayadı. İnsanların bahçede neden anlamsızca beklediklerini merak da ediyordu biraz. Neyi bekliyorlardı acaba, yemeğin çıkmasını, akşamın olmasını veya zamanın geçmesini. Bayan Elisa bunların hiç birini umursamıyordu.

“Ne bakıp duruyorsun pencereden, gelsene aşağıya!” Aşağıda oturanlardan birisi ilk kez yanıt veriyordu. Birinin ona yanıt vermesi Bayan Elisa’yı ürkütmüştü. Sanki onlar bir ekranın içinde ve canlı değillermiş gibi düşünmek daha rahatlatıyordu onu. Tülün arkasına saklandı. Kenardan tekrar baktı. Hepsi kafalarını kaldırmış penceresine bakıyordu. Utanmıştı fazlasıyla, demek varlığından haberdardılar. Sonra fark etti ki bir tuhaflık vardı onlarda. Yüzlerini seçemiyordu, kim oldukları belli değildi. Yüzlerinin yerinde dümdüz bir deri parçası vardı. Kimseyle göz göze gelmemek onun cesaretini yerine getirdi.

“Yüzsüzler sizi. Suratlarınız yokmuş sizin,” diye bağırdı ve rahatladı.

Hemşirenin odaya girdiğini fark etmedi. Kapının sesiyle irkildi. Resim boyaları ve kâğıt bırakmıştı.

“Napacağım bunlarla?”

“Boyarsın. Oyalanırsın işte. Sataşmazsın kimseye…”

 Gece oldu yattı. Gündüz oldu, kalktı. Bahçeye baktı, henüz kimse inmemişti. Yatağının altındaki bal kavanozunu kontrol etti. Dolmuştu kavanoz, yeteri kadar ilaç vardı. Kuş pencereye kondu. Bugün hiç gitmese de olurdu. Ama biliyordu hemşire girince uçacaktı. Hemşire ilacını verdi. Sakin bir şekilde ilacı aldı. Baktı ilaca ve ağzına koydu. Bu kez yuttu ilacı. Hemşire çıkarken “Bak rengârenk boyalar koydum sana. Resim yapmıyorsun…” dedi.

Bayan Elisa ayağa kalktı. Boya fırçasını eline aldı. Duvarı mavi, yatağı siyah, camı kırmızı boyadı. O kadar seri hareket ediyordu ki hemşire bakakaldı o anda. Bayan Elisa sırıtıyordu, hiç olmadığı kadar keyifliydi. Hemşirenin sinirlendiğini gördükçe kahkahalar atıyor, insanı tedirgin edici tuhaf, gergin bir sesle gülüyordu. “Boyadım al! Her şey rengârenk işte, oldu mu?” dedi.

 Hemşire, “Ne yaptın? Allah kahretsin seni,” diye söylenerek elinden boyaları aldı.

“Sana verende kabahat!” dedi ve odadan çıktı.

Hemşire gittikten sonra o da bahçeye inmek için arkasından çıktı. Bugün bir ilk olacaktı. İlk ve son. Merdivenlerden inerken başı döndü. Basamaklar ayağının altından kayıyordu sanki. Bahçedeki uğultu kulağına dolmaya başladı. Sonunda bahçedeydi. Orta yaşlı, tıknaz bir kadını avlunun ortasındaki sandalyeye oturtmuşlardı. Etrafına dizili koltuklarda oturan insanlar tepkisizce ortaya bırakılmış sandalyeye bakıyorlardı. Kadın kafasını yere eğmişti, elinde tuttuğu boya kalemini sıkıp bırakıyor, ileri geri sallanıyordu. Yaklaştı kadına baktı; ne kadar da ona benziyordu. Herkes bir ağızdan konuşuyordu ağızlarının açılıp kapandığını görüyor fakat ne söylediklerini anlamıyordu. Duymuyordu onları. Kafasının içinde öyle büyük bir uğultu vardı ki, başka hiç bir şey duyamıyordu. Bir anlık bir dürtüyle kafasını kaldırıp penceresine baktı. Tül uçuşuyordu. Kumru oradaydı. Pencereye tünemiş bekliyordu, uçmuyordu nedense. Bir ışık huzmesi parlıyordu. Odada bir gölgenin dolaştığını o an görüverdi. Bir erkek vücuduydu. Çıplaktı sanki. Elleriyle boğazını tutuyor, büyümüş iri gözlerle bahçeye, ona bakıyordu. Babasıydı o. “Geldin demek!” diye bağırarak merdivenleri gerisin geri hızla çıktı. Odaya girdiğinde ayakları ıslaktı. Sırılsıklam olmuş hissediyordu kendini.

“Baba buradasın, beni almaya geldin…”

Babası yatağa uzanmıştı. Vücudu buruşmuş, küçülmüş ve morarmıştı. Tavana bakıyor, arada ellerini açıp kapatıyordu.

“Baba, geliyorum. Bekle, geliyorum yanına…” Yatağın altına eğildi. Ağzına kadar ilaçla dolu bal kavanozunu eline aldı. Hepsini dikkatlice çiğneyerek yuttu. Heyecanlıydı çok, gülümsüyordu ve mutluydu. Hemşire ya da diğerleri onu böyle görselerdi ölmekte olduğuna inanamazlardı belki de. Aniden ayağa kalktı.

“Perdeyi açayım mı? Saganaki* yapayım mı sana? Uzo da koyarım. Arkadaşlarını çağır hadi! … Sen gidince onlar da gelmez oldu. ” dedi ve yatağa uzandı. 

 

*Saganaki, peynirli bir Yunan mezesi

Hiç yorum yok: