‘Bir insanın gerçekten umutsuz olmaması için,
her an içinde beslediği bu olasılığı yok etmesi gerekir.’
Soren Kierkegaar
MENDİLCİ KADIN
Mendilci genç kadın solgun tavan ışığının altında, sırı olmayan çatlak aynadaki vücuduna bakıyordu. Çıkık bel kemiğinin üzerindeki morluklara dokundu. Çürümüş, solmuş, ezik büzük bir çiçek sepeti gibiydi bedeni. Gözleri adeta sonradan konulmuş, buruşuk birer zeytin tanesiydi. Elini yüzüne sürdü. Öyle çelimsiz, solgun ve zayıftı ki, elmacık kemikleri ince parmaklarına batıyordu. ‘Ben kadın mıyım? Sokaklarda gördüğüm parlak saçlı, diri vücutlu kadınlar mı kadın?’ diye geçirdi aklından. Sahi, kadın olmak ne idi? Sabahtan akşamın kör karanlığına kadar üç kuruşa mendil satarak, bir şişe su ve şanslıysa taze bir gevrek almak için caddeleri arşınlayan sokak işçiliği miydi kadın? Pis suya atılmış bir sünger gibi dünyanın bütün kötülüklerini içine emmek miydi? Kadın olmak bu muydu? Cahildi, okuyamamıştı, nasıl okusundu ki… Ama bu, düşünmesine, hayatı sorgulamasına, dünyayı tanımasına engel değildi.
Bu köhne otel odasında, ağır rutubet kokusu burnunu
sızlatırken tek düşündüğü buydu. Kadın olmak. Çok zordu. Söyleneni yapsa,
kazandığını verse, itiraz etmeden bir köle gibi çalışsa da; beğenilmemek,
aşağılanmak, değersiz görülmek… Dünyanın yarısı kadınsa, 'benim' diyebileceği
bir şeylerinin, 'bana ait' diyebileceği bir yerinin olması gerekmez miydi? Mendil satarak mı yapacaktı? Neden azla, hatta hiçle yetinmeliydi? Kızarmış burnuna doldurduğu nefes
yetmeliydi ona. Hayatın anlamı sadece bu muydu, nefes almak…
Fakat şimdi, bunların hiçbiri umurunda değildi. Yepyeni bir hayata başlayacaktı. İşte kucağındaydı hayatı. Biricik oğlu. Vermeyecekti onu. Cebindeki birkaç liranın olanaksız gücü onu hırslandırmış, oğlunu yurttan kaçırmış, bu izbe otel odasına sığınmıştı. Ne yapacaktı şimdi? Oğlunu yurda geri vermemeye, buralardan kaçıp gitmeye kararlıydı. Oğlunu nasıl koyardı yabancıların eline. Ona verecek sütünden başka hiçbir şeyi olmadığından almışlardı oğlunu elinden. Bir yurda koymuşlardı. Babası olacak o Hamit’in umurunda değildi minicik bebek. Biraz büyüdüğünde, yürüyebilecek konuşabilecek duruma geldiğinde hemen yurttan alacaktı çocuğu. Ne için? Minicik ayakları ile vefasız sokakları arşınlasın, mendil satsın diye mi doğurmuştu oğlunu. “Doğmasaydın keşke” dedi bebeğinin yüzünü okşarken. “Karnımda kalsaydın, sonsuza dek öyle yaşasaydık.” gidecekti? Ona baktıkça çaresizliği bir bıçak gibi kesiyordu kalbini, ama bir yandan da içini, doludizgin bir coşku, kendini büyüsünden alamadığı bir umut kaplıyordu. "Kurtulacağım bu hayattan..." deyip duruyordu. Bebeğine örttüğü battaniye kadar kısa ve bitik bir huzurla nasıl yetinebilirdi.
***
Her şey bu sabah erken saatlerde gerçekleşmişti. Oğlunu emzirmek için çocuk
yurduna gitmeden birkaç saat önce.
Bir mendil bir liraydı. Topuklu ayakkabı giymiş plaza kadınları alıyordu
genelde. Markalı gözlüklerinin arkasından onun yaşam savaşını görüp görmemeleri
umurunda değildi. Birkaç mendil satabilirse hep kordonda bekleyen gevrekçiden
gevrek alır, meydanın arkasındaki çay bahçesinde yerdi. Karnı bir doysa, bir
defalık bile olsa...
İş yerlerinin çok olduğu kalabalık caddeye çıkmıştı. Önünden geçenlere
elindeki mendili uzatıp gözlerini kaçırarak, “Alır mısınız?” demişti. Derken
bir minibüs durmuştu. İçi çocuk doluydu. Minibüsün içinden bir kadın seslenmiş,
on tane mendil alıp elli lira uzatmıştı. Sabahın erken bir saatinde elli lira
kazanmıştı. Mucizeydi sanki. Birkaç saatte tüm mendiller satılmıştı. İlk defa
oluyordu böyle. Artık dayanacak gücü kalmamışken her şeyin yolunda gideceğine
dair umutlanmaktan korkmuştu o anda. Telaşlanmıştı. Sevdiği o çay
bahçesinde oturup sakinleşmeye çalışmıştı. Ne yapacağını adım adım düşünmeli,
yanlış bir şey yapmamalıydı. Körfezin üstünde dolaşan morumsu tatlı hava çayın
dumanını emerken İzmir' de sıradan bir kasım gününde Mendilci Kadın’ın içinde
kelebekler uçuşmuştu. Hayat güzel olmalıydı. Bebeğini alıp kendine bir
hayat kuracaktı. Çay bahçesinde tahta sandalyede oturmuş bebek gibi
kıkırdamıştı Mendilci Kadın. İyi kalpli insanlar da vardı. Matematiği almayan
kafasıyla kaba bir hesap yapmaya başlamıştı:
“Her gün bu kadar kazansam ne seni yurda koyarım ne de izbe otel
odalarında sabahlarım. İşe daha erken başlamalı, daha çok mendil almalı! Senden
de kurtulurum” demişti sinirli bir ses tonuyla. Tüm para onun olacaktı. Hatta
küçücük bir evi olurdu belki, mor tüller sarkıtırdı penceresinden. İlkokulu da
bitirirdi. Daha yirmi bile olmamıştı, ne olacaktı ki, yapabilirdi. Böyle
olacaktı, her şey çok güzel olacaktı.
“Şimdi gidip alacağım oğlumu. Karşılarına dikilip bebeğimi size bırakmama
gerek kalmadı diyeceğim. İşte o kadar!”
Yurda gelmişti. Emzirmek için her gün onu görmesine izin veriyorlardı.
Almıştı kucağına, bastırmıştı böğrüne. Açmıştı bir göğsünü. Bir yudum daha
içebilirse göz kapakları açılabilir, buruşuk elleri dolabilirdi. Bebek bunun
bilinciyle öyle kuvvetli emmişti ki, Mendilci Kadın damarlarındaki kanın
çekildiğini fakat yerine pırıl pırıl bir umut yerleştirildiğini hissetmişti.
Pembe elleri, yüzü, ağzı ve tüm uzuvlarıyla hayata tutunma hırsıyla telaşlanmıştı
bebek. Onun kadar yaşama sıkı sarılacak başka insan var mıydı? Yeni doğmuş bir
bebek kadar umutla bakan başka kim olabilirdi ki bu acımasız dünyada? Doğmak
kadar kolay olsaydı yaşamak; umut ettiklerini gerçekleştirmek, insanoğlunun en
büyük arzusu olmazdı. Bebek karnını doyurunca uyuyakalmıştı. Etrafta kimse
yoktu. Kirli çarşafı askı yapıp bebeği göğsüne yerleştirmişti. Yırtık poşet
içindeki mendilleri bez heybesine. Artık hiçbir şeyin eskisi gibi
olmayacağına inançla alıp kaçmıştı bebeğini yurttan…
***
Mendilci Kadın aynada kendi izlerken açlıktan dönen başını eliyle tuttu.
Konsolda duran yarım paket bisküviye uzandı. Suyu içti. Boşalan
göğüslerini dolduracağı başka bir şey yoktu. Kalan tüm parayı otele vermişti.
Çıkıp mendil satması gerekiyordu. Aslında otelden çıkmamak en iyisi olurdu. “Her
yerde bizi aramaya başlamışlardır. Hele o musibet Hamit! Minicik kalbinle
sen de hissediyorsun. Ah güzel bebeğim! Senin için kurtulacağım bu hayattan.
Göreceksin. Kurtulacağız. Kaçacağız buralardan. Beraberiz ya… Hiçbir şey önemli
değil.”
Tedirgin ama umut doluydu. Bir kurtulsaydı şu hayattan başka bir şey
istemiyordu. Yapabilirim diyordu. Sadece daha çok mendil satarak. İşe
çıkmalıydı. Otel odalarında birkaçak gibi saklanarak başaramazdı istediği
hayatı. En azından bir otobüs parası kazanabilirse gidebilirdi buradan. Özgürce
bebeğiyle olacağı herhangi bir yere. Bebeğini göğsüne bağladı. Çıkarken otelin
kapısında bekleyen görevli, “bu akşam da geleceksen parayı peşin alırım.” dedi.
“Akşam getirsem.”, “Olmaz… Odayı tutmak için peşin alırım.”
Mendilci kadın yalvarsa da ikna edemedi otelciyi. Akşam başka bir yer
bulacaktı artık. Belki de otobüse binip giderdi buralardan.
Hava kararmaktaydı. Ayaklarına kara sular inmişti. Bütün gün bebeği
göğsünde girip çıkmadığı sokak cadde kalmamıştı. Hatta mendil alacak kimse dahi
bulamamıştı. İşte diğer günlerden farkı olmayan bir gün daha geçiyordu. Bebeğin
altının değişmesi gerekiyordu. Açtı, huzursuzdu. Sokak köşelerinde minicik bir
canla ne yapacaktı? Hamit’in yanına gitse o sokaktan beterdi. Keşke her gün
elli, yüz lira kazanabilseydi. O zaman, işte o zaman hiçbir şey aynı
olmayacaktı. Minibüsün durduğu köşede bekledi. Yine gelir umuduyla. Ama
gelmedi. Mendilci Kadın, “Hayır, hayır vermem!” deyip duruyor ne yapacağını
düşünüyordu. Kaldırıma oturdu. Bebeğini emzirmeye çalıştı. O sırada Hamit’i
gördü. Yerde gözüne ışıl ışıl parlayan taşı eline aldı. Yavaşça heybesine
soktu.
“Neredesin sen?” deyip kafasına bir tokat vurdu Hamit. Mendilci Kadın o an
gerçek dünyasında olduğunu anladı. “Buradayım. Buradayım işte nereye gideceğim.”
Hamit poşete baktı. Tüm mendiller duruyordu.
“Hiçbir şey satamamışsın,” deyip sırtına sert bir şaplak daha attı.
Mendilci kadın yere kapaklandı. Bebek ağlamaya başlamıştı. “Bütün gün
neredeydin. Ha? Bebeği kaçırdın diye polise verdiler seni… Yarım aklınla ne
düşündün ha!”
O sırada Hamit bir hamleyle bebeği aldı elinden. Yürümeye başladı. Mendilci
Kadın yutkundu. Arkasından acı acı bağırıyordu. “Nereye götürüyorsun. Ver
bebeğimi?”
“Nereye olacak, yurda! Başımı belaya sokacaksın. Götürüp koyayım şunu bir
an önce!”
“Hayır. Oğlumu vermem kimseye…” Mendilci
kadın arkasından yetişmeye çalışıyor yürüyemiyordu. Hamit yurdun kapısının
önünde durdu. Mendilci Kadın cebinden taşı çıkarıp adamın arkasından olanca
gücüyle sırtına fırlattı. Hamit yere düşünce bebeği kaptığı gibi koşmaya
başladı. Kaldırım taşları ayaklarının arasına dolanıyor onu yere çekiyordu
sanki. Takati yoktu. Öyle bitkin ve halsizdi ki bir adım dahi atacak
gücü kalmamıştı. O esnada yurdun kapısı kendiliğinden açıldı. Görevliler
koşarak geldi. Yetkililerden biri işini bilen, donuk bir yüzle yerdeki adama
bakarak, “Ne yaptın kızım sen?” diye bağırıyordu. Mendilci Kadın çaresizce
ağlamaya başladı. “Vermem oğlumu,” deyip duruyor bebeği boğar gibi sıkıca
göğsüne bastırıyordu. Yetkili sert bir hareketle bebeği elinden aldı. “Ne
yapacaktın buncacık bebekle ha!” dedi. Hamit yerde baygın şekilde yatarken
kıpırdanmaya başlamıştı. Mendilci Kadın korkudan ne yapacağını şaşırdı.
“Ver bebeğimi gideyim ne olursun!” diye bağırıyor bir yandan da Hamit’i
korkulu gözlerle izliyordu.
“Böyle olmaz! Bir daha bunu yaparsan bebeğini göremezsin diyeyim sana! ”
dedi yetkili kadın bilmiş bir edayla. Bebeği alıp koridorun içinde kaybolup
gitti. Mendilci Kadın elleri, kalbi, böğrü bomboş şekilde öylece
kalakalmıştı. Hamit kapkara geçmişi üstüne sıvanmış, marsık yüzüyle
şeytansı bakışlarını atıyordu. Korkunçtu, öfkeliydi. Eli sırtında ayağa kalktı.
Mendilci Kadın’ın incecik kolunu tuttu. Sanki kendini hatırlatmak
istercesine sıkıyordu; “Yürü! Sana soracağım! Bana vurmak neymiş, yürü!
Ahh!”
Kızarmış gözlerine, leş gibi kokan ağzına baktı. ‘Ben gelmeyeceğim seninle.
Sen benim hiçbir şeyimsin. Kocam bile değilsin,’ diyebilir miydi? Tek yapması
gereken, yeni hayata başlamak için oğlunu alıp çıkıp gitmekti buradan. Sadece gitmekti.
Mor perdeleri olan küçük bir evi olacaktı.
Biraz gerisinde yürüyordu. Her adımında biriktirdiği gözyaşları iç içe
geçerek yanaklarından döküldü. Toprağa varıp kendi yatağını buldu ve yeşermeye
yüz tuttu. Şehir karardıkça onun içindeki umut ışıkları parladı. O an tek
düşündüğü, kazanacağı o elli liralardı. Bir gün o minibüs yine duracaktı.
Yurdun kapısına bir daha gelecekti. Evet, her ne olursa olsun gelecekti. Ve
geldiğinde bebeğini alıp son kez çıkacaktı buradan, bir daha dönmemek üzere. Biraz
daha cesaretti istediği.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder