BİR GECE SEFERİ
‘Yirmi iki otuz Ankara Ekspresi hareket etmek üzeredir! Tüm yolcuların
yerlerini almaları önemle rica olunur!’
Ece anonsu duyduğunda ürperdi. Tren yürümeye başlayınca babasının öne
düşmüş omuzları tek bir noktaya dönüşene, istasyon karanlığın içinde yok olana
kadar onu izledi. Üç yıl olmuştu. Üniversiteyi bitirdiği yıldı. O yıldan sonra
annesinin her ölüm yıldönümünde bu trene biniyordu. Her seferinde, büyük bir
keder ve çaresizlikle onu trene bindirmenin karşı konulmaz acısını babasının
yüzünde görür ve bunu sadece oturaklı bir hüzünle karşılardı.
Devasa karanlığın içinden tren süzülmeye başladı. Rayın o tekdüze tıkırtısı
Ece’nin içini parçalıyor, trenin her kıvrılışı onu adeta başka bir boyuta
atlatıyordu. Böylelikle Ece annesine, onun burada, bu trende dolaştığına
inandığı ruhuna ulaşacaktı.
Yataklı odaların çoğunda bulunan küçük lavabonun kenarındaki TCDD damgalı sabunu
aldı eline. Kenarda sabit duran demir koltuğa oturdu. Sabunu yüzüne
sürmeye başladı. Burnuna götürüp gıdıklanana kadar kokladı. Aynı sen
kokuyor sabun. Giysilerin kokardı böyle. Ben de koyuyorum giysilerimin arasına.
Tatlı, küçük birkaç anı hepi topu. Çantama sığıyor... Daha fazlasını yaşamamıza
izin vermedin anne! Sonra, çantasında taşıdığı eski sabunu çıkarıp
lavabonun kenarına, yenisini çantasına koydu.
Raylı kapı tıklandı. Sanki evindeydi ve kapı çalıyordu. Aralayıp kedi gibi
çıkardı kafasını. Biletçi üzerine düşen vazifesinin verdiği rahatlıkla içeri
bakmaya çalışıyordu, “Yalnız mısınız?”, “Evet, yalnızım. ”
Biletçinin, dikkatli ve biraz da meraklıydı bakışları. Ece kapıyı açtı
sonuna kadar, annesini anma törenine buyur edercesine. Ece'nin telaşlı ve
yalnız hallerini hızla ve susuz yutulan bir hap gibi içine almıştı adam.
Dudağının ucuna küçük bir gülücük taktı;
“Birisi daha var sandım. Yalnızmışsınız… Restoran ikinci vagonda, yemek
servisi gece ikiye kadar, kahvaltı altıda başlar.”
İlk kez duyarmışçasına onu dikkatle dinledi. Biletçinin uzattığı el
havlusunu aldı. Havlu öyle yumuşak ve beyazdı ki. Sıcaklığını hissetti,
ısıtılmıştı. Göğsüne bastırdı. İstemsizce, vahşi, içgüdüsel bir hareketle.
Utandı. Havlunun sıcaklığı tüm vücuduna yayılırken gevşedi.
“İyi yolculuklar dilerim Ece Hanım.”
Az daha seni ele verecektim. Olmayan annesiyle konuşuyor diye beni deli
sanacaktı. Delirmedim de değil! Havluya sarılışım filan! Tuhaf değil mi? Burada
her şey sana ait gibi geliyor bana. Bu devasa çelik yığını, içinden geçip
deldiği gecenin karanlığı, görevli, bu ranza, o sabun, havlu, hepsi senmişsin
gibi. Beni içine alan bir şey var bu trende, uyuşturan bir enerji. Pencerenin
camını kırıp kendimi rüzgâra bırakıversem! Tren hızını aldığı anda, birden,
senin yaptığın gibi... Sana benzememden korkmuşsun ya. Şakaklarım titriyor.
Ellerim buz kesti bak! Bedenini boşluğa bırakırken, tam o anda, geldim mi
aklına? Raylar sonsuza uzanıyordu ve sen bu sonsuzluk büyüsüne kapıldın. Öyle
mi oldu… Seni anlamam için bana bir tek şey göster, bir ipucu. İşte buradayım.
Seni benden alan trenin içindeyim yine. Bak geldim yanına…
İkinci vagona, restorana doğru yürüyordu. Odaların kiminden konuşmalar,
kiminden kıkırtı geliyordu. Kapıları okşayarak ilerlerken, insanların
birbirlerine söylediği sıradan sözcükleri duymak acıttı onu. Duydukları değildi
onu acıtan; yaşadığı şeyin ‘sıra dışılığından’, onun bile zor kabullendiği bu
yokluğundan gelen bir utanç vardı içinde. Hiç geçmeyecekmişçesine mıh gibi
duran bir acı.
İçeri girdi. Restorana gelmişti. Güzellikleriyle değil de, tavır ve
hareketleriyle dikkat çeken kadınlar vardı masanın birinde. Aralarında sohbete
dalmışlardı. Yanlarından geçerken öyle yavaş ve dikkatliydi ki, kısacık bir
süre meraklı gözlerle Ece’ye baktılar. Ağızlarından çıkan sözcükler tepelerinde
bulut misali öbeklenmiş bekliyordu. Ona bakarlarken birden yüzleri hepsinin
aynı oldu, beyaz soluk ve üzgün bir kaç kararlı göz. Hepsinde
annesinin yüzü belirdi. Anma töreni başlıyordu. Dumanın içinden geçerken
boğazına dolan sigara dumanını, masasına oturana kadar bırakmak istemedi.
Masaya oturdu ve dumanı üfledi:
Senin gibi yaptım gördün mü?... Kadınlar sana benziyor. Cam kenarında
oturanın saçları seninkiyle aynı. Kumral, gür, uzun. Çocukluğumdaki gibi.
Karşısındakinin büyük gözleri. Senin hayata şaşkın bakan korkak büyük gözlerin.
Yanındakinin ise kemikli çökük omuzları, tıpkı son zamanlarındaki gibi. Alımlı,
şefkatli, ürkek ve de ciddi. Senin bu trende, o masada olduğunu biliyorum.
Benimle konuş haydi!
Yan masadaki adamla göz göze geldi o anda. Popülist kisvesi kuşanmış
tavrının aksine yaşı anlaşılmayan bir adamdı. Elinde Cumhuriyet Gazetesi ile
tek başına oturuyor gazetesini okuyordu. Babasına benziyordu. Onun gibi
gözlüklerini burnuna yerleştirmiş gazeteyi onun gibi açmıştı. Ece’nin tuhaf
hallerine rağmen ciddiyetle okumasına devam ediyor sanki manşetteki yazıyı onun
görmesini sağlamak için hiç kıpırdamıyordu:
‘Kadın trenden atladı. Naaşı bulunamadı’ Bak! Babamı da yerleştirdim senin
trenine. O etrafında bir şeyler olurken gazetesini okumaya ve kendince olayları
böyle atlatmaya devam etsin. Tamam, yargılamayacağım bu sefer! Sadece anlamaya
çalışacağım. Yolumuz uzun.
Çok geçmemişti ki tren yavaşladı, ardından acı bir frenle durdu. Girdiği
başka âlemden aniden çıkmıştı. Ciddiyetle camdan dışarı baktı. Zifiri
karanlıktı ve insanı ürpertecek kadar sessizdi etraf. Telaşla ayağa kalktı.
Yanına garson yaklaştı.
“Niye durdu şimdi?” diye seslendi garsona. “Karşıdan gelen treni
bekliyoruz,” dedi. Diğer masadaki kadınlardan biri; “Birkaç yıl önce bir kadın
atlamış trenden. Gazeteler yazmıştı. Öyle olmasın da yine!”, “Atlamış mı, ölmüş
mü peki?”, “Ne yazık!” dedi bir diğer kadın. “Kim bilir ne derdi vardı.”
Konuşmalar çivi gibi çakılıyordu kulaklarına. Duymak istemiyordu. Garsona
seslendi. Sesleri ortadan bölmek istercesine yüksek sesle bağırdı. “Ben şarap
alabilir miyim?”
Etraf sessizleşince yalnızca onun sahip olabileceği bir hüznün ağırlığı
çöktü üstüne. Sırlarla dolu bir gizemle, kimsenin bilmeyeceği, sıra dışı
gerçeği ile baş başa kalmak için şarabını yudumlamaya başladı. Her şey, herkes
bu ana hizmet etmeli, annesini bu anda, onu son gören bu trende iliklerine
kadar hissetmeliydi. Trene binme amacı, bu anma töreni değil miydi? Kimi
arkasından dualar okur, kimi mezarlığa gidip otlarla bezenmiş toprak parçasına
bakarak anardı yitirdiğini. Ece de böyle anıyordu annesini. Dahası anlamaya
çalışıyordu onu. Bir şişe kalecik karası geldi masasına, iki içi boş küçük
kadehle birlikte. Garson işini yapmaya devam etti. Kumaş peçetesi ile usta bir
somelier* gibi servis yaptı. Ece,
iki bardağı da doldurmasını istedi. Bardaklara usulca dolan kırmızı rengi
izliyordu:
İçimin boşlukları da böyle dolar mı? Trenin durması beni altüst etti.
Dışarının bu karanlığı seni korkutmadı mı? Ölmek!
İşte bu anda masalarda oturan tüm o insanlar yoktu. Her yudumla girdiği
akıl yolları daha bir daraldı. Ve en sonunda Ece daldı içeriye. Şarabın
kadehten ağzına aktığı gibi annesinin sesi doldu kulaklarına. Gerçekti, olduğu
gibiydi. Külçe gibi ağırdı. Balyoz gibi sert. Pencereden baktığı gözleri
büyüktü. İçine girip kaybolabilirdi neredeyse. Islaktı, serkeşti. Uzun açık
kumral saçları beline kadar inmişti. Öyle güzeldi ki, üzgün ve olgundu. Hiç
durulmayan bir nehir gibi beyazdı. Karanlık pencerede heykel gibi duran omuz
başları, göz çukurları, Modigliani’nin resimlerindeki kadınlar gibi uzun
boynunu kıvırışı… Sağ eliyle sol omzunu sol eliyle sağ omzunu tutuşu.
Üşümüşsündür. İncecikti bedenin. Titriyorsun işte. Demek soğuk bir gündü.
Başka da bir şey bilmiyorum ve unutmaktan korkuyorum. Yüzünü, en çok da
kokunu… Kokunu ve sesini anımsamak, onları canlandırmak için her
yıldönümünde buradayım işte. Hani, çocuğuyum onun, demişsin ya… Beni de çocuğu
yapar mı? Tren olmak isterdim. Olup biteni bağrıma basmayı ve yolumda
gidebilmeyi arkaya bakmamayı…
Bir kasabadan geçiyorlardı. Dünyevi meşgalelerin varlığı, yaşadığı bu
anın arka fonu. Siren sesleri, şehrin uğultusu ve dünyada tek olmadığımızı
gösteren pek çok şey. Tüm bunlar onu yalnızlaştırdı. Dışarısı çok karmaşıktı.
Tren ise dingin bir deniz gibi uçsuz, berrak ve huzurlu. Penceredeki sokak
lambasının uzayan gölgesinde camdaki gözleri yok oldu: Kayboluyorsun
gerçek hayatta. Nereye gidiyorsun? Seni neden hiç anımsamıyorum? Hem unutmamı
hem de hep anımsamamı istemişsin mektubunda. Çabalıyorum. Hiçbir şey olmamış
gibi hayatıma devam etmemi istiyorsun ya… Bu çok zor anne! Sabah işe
koyulduğumda beynimde sadece ray sesi oluyor. Seni benden alan o ray sesi.
Sonra hiçbir şey kalmıyor geriye. Geriye kalan tüm günlerde, haftalar ve
aylarda o ray sesini duymanın özlemini yaşıyorum. Ben de atlamak o raylara
sonsuza dek kavuşmak istiyorum.
Garson yanına geldi. Sakin, sıcak ve ağırbaşlıydı genç
garson, “Geç oldu. Restoran kapandı. Buyurun, odanıza çekilip dinlenin.”
Biraz daha otursak! Sohbet edelim, öylesine, havadan sudan
konuşalım. Bir kadeh daha… Seninle baş başa olabildiğim tek yer burası.
Seni terk etmemi istiyorsun! Sen gidince, bende yaşamaya gelmiş,
sonra da vedalaşmadan çekip gitmiş düşlerim bütün ağırlığıyla yüreğime çöküyor.
Saçımı okşar mısın anne? Kokunla uyumam için yanımda kal. Sabaha kadar…
Son vagondan bilet almıştı yine. Treni baştan sona yalpalayarak yürümeye
başladı. Bu kez yapabilirdi belki de. Koridorlar rayların her kıvrımında
uzuyor, tren kollarıyla onu çağırıyor gibi geliyordu. Vagondan vagona geçişte
aradaki körükte durdu. Rüzgârın uğultusu kulaklarını acıtana kadar bekledi:
Dışarısı zifiri karanlık ve soğuk. Hayâl ettiğim gibi bu gece.
Gözlerimi kapatıp kendimi karanlığa bırakırsam… Biter mi her şey? Şimdi hemen,
ben de atsam kendimi… Babam. Ya o!
Uyandığında ranzadaydı. Nasıl gelmişti buraya kadar? Belki de
garson… Gün aydınlanmıştı. Tren rayın tatlı kayganlığında, tüm gizemi
ve sırlarıyla sakin bir deniz gibi sessizdi.
Bu kez de başaramadım. Ben senin kadar cesur değilim belki de…
Perdenin arasından cumbalı İstanbul evlerinin çiçeklerinin renkleri doldu
içeri. Bir yıldönümü daha geçti ve o annesinin sözünü tuttu, atlamadı.
Giyindi, toplandı ve restorana gitti;
“Gece uyutmadım sizi galiba...”
“Uyumak ölmek gibi bir şey, biz yaşıyoruz. Öyle değil mi? Odanıza gidin
dediğimde, böyle demiştiniz dün gece.”
“Başka ne söyledim?”
“Başka. Başka bir şey söylemeyeceğime dair size söz verdim.”
“Yoksa. Her şeyi biliyor musunuz?”
Garsonun söyledikleri bir kuş gibi çırpındı havada ve kuş
uçuverdi. İçi kıpırdadı Ece’nin. Artık zamanı gelmişti. Mektup hırkasının
cebinde duruyordu. Elini cebine attı. Mektubu nazik hareketlerle açtı ve
okumaya başladı:
‘Kızım Ece’ye bu mektup,
Hep giydiğin hırkanın cebine koyuyorum mektubu. Affet beni kızım.
Dayanamıyorum. Ben çok hastayım kızım. Öyle bir hastalık ki ruhumun ilacını
bulamadım. Onu yok etmek beni kurtaracak. Ruhumun enkazı bedenime çöküyor.
Senin bir suçun yok. Bunu bil. Babanın da. Bana rağmen beni sevdi. O çok iyi
bir baba. Çok iyi bir kocaydı, ona söyledim, yazdım ona da. Gözlüğünü ve
saatini koyduğu çekmecede mektubumu bulacak. Amacım onu üzmek değil aksine,
artık üzmemek için bunu seçtim. Güzel kızım, çok iyi olacaksın ve ben seni
izleyeceğim. Ben şanslı değildim. Çocukluğumdan böyle. O zaman da denemiştim
ölmeyi. Bu kez olacak. Kimse yoktu yanımda. Bir tek baban ve sonra sen. Baban
bana rağmen beni karısı yaptı sonra anne. O beni biliyordu, yine de güvendi
bana. İyileştireceğini sandı... Treni suçlama, çocuğuyum onun. İçimde yılan
gibi gezinen kötü düşüncelerden, ruhuma yapışmış binlerce acıyla yaşamaktan.
Şimdi mutluyum. Bedenimi bulmaya çalışma olur mu? Görme beni. Sakın kendinde
suç arama. Sen bana benzeme, beni affet ve yoluna devam et. Seni çok seviyorum.
Annen.’
Boğazın ferahlatan genişliği ve aydınlığı pencereden önüne serilmişti.
Mektubu hırkanın cebine geri koydu. Gelecek yıldönümünde çıkarmak üzere. Tren
sır dolu, karanlık dehlizlerden geçip her şeyi ardında bırakmanın ve yaşayan
dünyaya ulaşmanın keyfiyle usul usul Haydarpaşa’ya giriyordu.
*iyi restoranlarda çalışan, özellikle şarap
konusunda uzman kişilere verilen isim
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder