18 Mayıs 2023 Perşembe

Öykü: Uykucu

UYKUCU 

Gün bitiyor sonunda. Beni hiç bırakmayan yorgun ve umarsız duygularımla varıyorum eve. Gün boyu yaptığım gergin telefon konuşmaları, dosyalar, kalın duvarların arkasında yapılan gürültülü toplantılar, havasız odaların mekanik uğultuları, parasızlık, mutsuzluk, hayatın anlamsızlığı, tatminsizlik, sevilmemek, sevişememek ve Caner. Havada asılı bir balonun içine üflüyorum hepsini. Mayhoş yastığıma sarılıp ölü gibi uyumak ve her şeyi unutmak istiyorum. 

İtiraf etmeliyim; uykuyu ihtirasla seviyorum. Öyle ki yatağımı paylaştığım adamı bile bu ihtirasıma kurban ediyor, Caner’i kaybediyorum. Her geçen gün, kayan yıldız gibi uzaklaşıyor benden. Benim en büyük çaresizliğim. Uyurken yaşamın, bıraktığım yerde kalmadığını, sürmeye devam ettiğini bilmek beni derinden üzüyor.

Uyku, yaşarken en güzel ölüm şekli. Her gece ölüp sabah olunca dirilmek. Eşsiz bir yenilenme. Yaşamakta olduğum gerçekliklerimi hafifleten, onları görmezden gelmeme yardım eden bir uyuşturucu.  Bile isteye seçiyorum; ben bir uykucuyum.

Gündüzlerim sanal bir bulutun içinde geçiyor. Orada öyle mutsuzum ki... Ne var ki benim kaçış yerim orası. Caner’le aramızda açtığım uçurumdan, kendimden, düşüncelerimden, beni zincire bağlayan çaresizlik hissinden. Ama yine de mesai bitimine yaklaştıkça bulutu yırtıp fırlamak istiyorum. Gerçek olmayan, kafamın içinde kararan bir bulut. Yırtmak zor. Neredeyse imkânsız. Bankanın sigara içilen teras katına çıkıp uzun derin nefesler alsam da geçmiyor. Onca müşterinin ağız kokusunu çektikten sonra, odanın jalûzilerini kaldırıyor ve akşam olduğunu görüyorum. Uyumama çok az kaldığını düşünerek seviniyorum. Yoğun, özlem dolu bir tutku bu. Başka hiçbir şeyi onun yerine koyamıyorum. Ne bileyim, karmaşık bir gariplik; uykuyu ölümle bağdaştırmam. Ölünce dünyadaki korkulardan kurtulunuyorsa uyku bunun ön ödülü benim için. Uyuduğumda dertlerim ölüyor. Ama sonra, her sabah yeniden diriliyor.

Cılız göğüslerimi dimdik tutan sutyeni çıkarabiliyorum sadece. Caner daha eve gelmemiş. O gelmeden biraz uyusam… Geldiğinde uyanmayı ummaktan başka çarem yok. Uyandıktan sonrası, karşılıklı sessiz bekleyiş. Hangimizin neyi beklediğini bilmeden. Uyku öyle mi? Beklemeler yok. Yalnızlık korkusu yok. Anlar ardı ardına birbirine bağıl şekilde ve muhteşem bir uyumla ilerliyor rüyalarda. Gerçek ise bundan çok uzak. Birbirine birleşen her bir günle açılan, ikimizin arasında kalan açıklayamadığımız ve konuşamadığımız boşluklarla dolu. Onlarla doldu hayatımız. Aramızdaki o boşluğun içinde kayboluyorum uyanıkken.

Yavaşça, her soluğumdan tatmin olup süzülüyorum yatağa. Hani uykuya tam geçişte vücut titrer ya, çırpınır; kollarım ve bacaklarım titreyerek gevşiyor, yüz kaslarım yumuşuyor, kaskatı kalmış iç organlarım kendini karnımın boşluğuna sakince bırakıyor. Keyifle düşüyorum uykunun dolgun kucağına. Kedi gibi mırıldanıyorum, köpek gibi hırıldıyorum. Vahşi ve gizil duygularım bırakıyor kendini uykuya. Uykuda çözülüyor tüm susulanlar. Kafamı yastığa koyduğum anda, gün boyu özlemle beklediğim anlar başlıyor. Muhteşem çekiciliğiyle dünyalar güzeli uykum ve titrek bedenim paha biçilmez bir bedelle nihayet iç içe...

Yere sağlam bastığım hiçbir düşüm yok neredeyse. Uçurumda veya suyun altındayım genelde.  Ben, bana bakıyorum. Çorak bir vadinin bir tarafındayım. Diğer tarafta Caner. Yanına geçmeye çalışıyorum. Ben yürüdükçe vadi genişliyor. Aylardır sevişmediğimizi düşününce neden cinsellikle ilgili rüyalar görmüyorum, bilmiyorum. Aklıma sıkça gelmiyor fakat rüyada görmüyor olmam beni daha çok şaşırtıyor.

Gecenin neresindeyiz bilmiyorum. Sigara kokusunu duyumsuyorum. Uyandırıyor koku beni. Burnumun içi kaşınıyor; elim gitmiyor kaşımaya. Bu sırada, Caner’in ettiği bir iki laf geliveriyor kulağıma;

“Bir kere olsun duy beni. Ben gidiyorum. Kalk ve konuş benimle! Daha ne kadar kaçacaksın? Ladin uyan…”

Bir at kadar iyi duyuyorum Caner’i. Duyduklarımdan çok, onun benimle konuşmaya çalışması ürkütüyor beni. Uykumdan uyanmak istemiyorum. Neden susmuyor? Sus artık. Sus! En tatlı an’ım heba oluyor!  Sürekli bir şeyler söylemeye çalışmandan yoruldum. Sus, sus. Sayıklamalarım doluyor ağzıma. Ağzımdan çıkıyor mu çıkmıyor mu, bilmiyorum. Bir anlık susuyor. Oh... Vücudumun her bir santimini, ayak parmaklarımın ucunu duyumsuyorum. Kalbimin pıt pıt atışını duyuyorum. Sonra hepsi susuyor. Koyu, sert biçimsiz bir maddeden farkım yok şu an. Mikro parçacıklara bölünüyor ve yatağın her yanına dağılıyorum. Uykuya dalmam ile Caner’in sesi kulaklarımda yankılanıyor.

“Ladin. Bak. Ben başkasına aşığım. Bunu artık söylemek zorundayım. Duydun mu beni?”

Birden savrulmaya başlıyorum. Yukarı ve yatağa, sonra bir daha, bir daha. Uykuya teslim olmayı seçtim ben, her şey nafile. Ne git diyebilecek cesaretim var ne de kal diyecek gücüm. Susmayı seçiyorum. Uyumak en güzel susuş. Rüyamda ağlamak veya gülmek yoktur; sadece sabah kirpiklerim ıslaktır. Uyanmazsam, duyduklarım gerçek olmaz, rüya olur kalır düşte. Duymak istemiyorum. Aramızdaki o dev uçurum sadece rüyamda kalmalı. Ben duymazsam sen de gitmezsin. Uyanmamalıyım. Uyumalı ve bunun sadece bir düş olduğunu düşünmeliyim. Hayatla bağımı kuran tek nefesim olmalı. Rüyamda gerçek ile düşün birbirine sinsice karıştığı bir geçit var. Caner’in sözleri bu geçidin tam ortasında duruyor şimdi. Konuşmayınca gerçek olmaz. Söyleme bir şey. Söylediğinde sonsuza dek kalıyor o sözler ve hiç gitmiyor. Sus! Söyleme! 

Çocukluğumu görüyorum uykumda. Saklambaç oynuyoruz. Önüm arkam sağım solum sobe… Oyun bitmesin hemen, hadi devam. Saklanıyorum. Büzüşüyorum. Küçülüyorum. Sıkıştırıyorum bacaklarımı. Caner beni bulamıyor ve sobeleyemiyor.  Bir boşluk var, soğuk sert bir hava geliyor baldırlarıma. Kollarımdaki tüylerin kalkışını duyuyorum. İyice topluyorum bedenimi, büzüş, küçül ufal; yok, boşluk dolmuyor. Göğüs kafesimden yukarı doğru yükselen bir şey hissediyorum. İçimdeki dehlizlerden yol bulup bedenimden dışarı akıyor. Uyanır gibi olunca anlıyorum. Kollarımdan tutmuş beni savuruyor.

 “Uyansana, uyan!”

Gözlerimi mıh gibi yumuyorum. İki kolum da sanki kemiksiz, havada tüy gibi dalgalanıyor, bir sağa bir sola. Sonra yine uyuyorum. Bir kadın yatakta yatıyor. Kadının yüzünü seçemiyorum, tanımsız. Minik göğüs uçlarında ince ip sallanıyor. İpin ucu gözlerime değiyor. İğrenmem sıkılmam gerek, yok. Aksine. Uykudayım. Bir tek saçlarını tanımlayabiliyorum. Kumral iri kıvrık saçları yüzümde eserken o, kadını okşuyor. Üstünde, yanında, içinde. İniltili, kedi hırıltısı gibi ses yayılıyor. Benden küçük bedenleri. Mesafeli. Bir uzak bir yakın. Bana bakarken gözleri çekik ve kısık, yanakları parlak. Elim ıslanıyor. Caner’in yüzü dumanlı, ıslak. Kalçasını ileri geri itiyor, yavaş, ağır. Sanki kadın tek başına sevişiyor. 

 Uyanıyorum. Koca yatağa yayılmışım, bacaklarım uçtan uca sere serpe, kollarım alabildiğine açık. Ellerimin uyuşukluğu, ayaklarımın örtüden dışarı çıkan kısımlarının ürpertisiyle sanki ölümün sonrasını yaşıyorum. Bir serserilik var bedenimde. Yanımın boşluğu gözlerime, sessizliğin havada kalmış esintisi alnıma vuruyor. Kafam karışıyor. Hep karışık ya zaten. Gerçekle düş arasındaki o geçiş anında sonunda takılıp kalıyorum galiba. Gece ne oldu? Caner geldi mi? Yoksa gitti mi? Neyin düş neyin gerçek olduğunu çok iyi biliyorum. Uykumda gördüğüm o uçurumu, ben her uyuduğumda, her geçen gün açtığımı. Ben kaçtıkça daha çok uykucu olduğumu. Uyudukça daha uzaklaştığını. Korkaklığımı. Yüzleşememelerimi. Her şeyi. Kendi yüzümü görmek için bir ırmak dolusu ağlamam ve eğilip ona bakmam gerekir. Her insanın hayatı bir yenilgidir. Ama kimilerinin yenilgisi daha görkemli, benim gibi. Gözlerimdeki çapakları alıyorum tırnaklarımın içine. Kollarım kızarmış. Yataktaki yastıklardan biri, Caner’in, alabildiğine kabarık. Dün ve önceki geceler de. O an, yanımdaki boşluğu gördüğümde, onunla beraber yaşamayı kanıksadığım, göğsümdeki veya içimdeki, hiç geçmeyen ağrıyı tüm gerçekliği ile hissediyorum. Ve yine tam olarak neremin ağrıdığını kestiremiyorum. Ama bu kez sanki kalbim ağrıyor. Kalp ağrır mıydı? Hâlâ uykum var. Bir daha uyanmayı hiç istemiyorum.

 

 

 

 

 

Hiç yorum yok: