Gerçek bir hikâyeden esinlenilmiştir.
“Hayatlarımızı
bir rüyayla karşılaştıranlar haklıymış. Uyanık uyuyor, uykuda uyanıyoruz.”
Montaigne
YARINDAN
ÖNCE
BÖLÜM I
SAKLI
MAĞARANIN GİZLİ KEŞFİ
15 Kasım
1988 Salı
Yağmur
günlerdir hiç durmaksızın yağıyordu. Gök, kıymetli küçük çocuğunu terbiye
etmeye çalışan sert bir baba misali, işaret parmağını bir aşağı bir yukarı
sallayarak kahredici şimşeklerini yeryüzüne gönderiyor, yedi başlı ejderha gibi
homurdanıyordu. Yeryüzü adeta korkudan altına kaçıran minik bir çocuktu, zifiri
karanlığa sığınmış günün aydınlanmasını bekliyordu.
Soğuk, nemli
bir kasım sabahıydı. Onca gürültüye rağmen Ecenur derin uykusundan uyanmamıştıı sıcak
yatağını terk etmeye isteksizdi. Kendisini yataktan zorla kazıyıp banyoya attı.
Yüzünden akan su damlacıklarını seyretti aynadan. Soğuk suyla tüm sinir uçları
uyanmıştı. Geceden hazırlanmış okul formasını giyip, saçlarını arkadan ördü.
Spor malzemelerini sırt çantasına tıkıp ekmeğin üstüne peynir sürmesi ve evden
çıkışı sadece birkaç dakika sürdü. Her geçen gün bu süre kısalıyordu.
Dünden
hiçbir farkı olmayan sıradan bir güne başlamanın gevşekliği vardı üzerinde.
Okulun etrafı sakindi, henüz pek kimse gelmemişti. O esnada birden Aydın’la
Melis önüne atladı.
“Hiç girme,
gidiyoruz…”
“Nereye?”
“Yolda
anlatırım… Görecekler şimdi, kaçamayacağız…”
“Kaçmak mı?”
“Evet, okulu
asacağız… ”
Ece neler
olduğunu anlayamadan birden kendini okulun dışında buldu. Sorgulamıyordu. O
anda ne sorsa yanıt alamayacağını biliyordu. Anlaşılan her şey planlanmıştı.
Aydın, diğerlerine haber vermek için köşedeki telefon kulübesine koştu.
Beklerken baştan ayağı ıslanmışlardı. Ecenur yağmurluğunu çıkarıp gelişigüzel
silkeledi ve Melis’le ikisine şemsiye yaptı.
“Hiç değilse
kafamız ıslanmasın. Şimdi anlatacak mısın? Neler oluyor?”
“Toplanalım
önce, merak etme hoşlanacaksın…”
Melis'in
güvenli ama meraklı halinden bir maceraya atılmak üzere olduklarını anlamış ve
ona güvenmişti. En iyi arkadaşıydı. Uzun sarı saçları, kıvrımlı, hafif
balıketli vücuduyla çekici bir kızdı. Cazibesini kullanmayı iyi becerir
özellikle olgun erkekleri mıknatıs gibi üzerine çekerdi. Ecenur iyi kalbi ve
sıcaklığıyla çekerdi insanları. Daha pek çok huyları zıttı aslında. Ne var ki
Ece çoğu zaman Melis'in bakışından ne söylemek istediğini bilirdi. Birbirlerini
iyi tanıyor ve farklı olmalarına rağmen anlıyorlardı. Aydın telefonu
kapattıktan sonra okul çıkışında buluştukları kafeteryaya doğru yürümeye
koyuldular. Yağmurun yıkadığı sokaklarda en ufak bir canlılık yoktu. Güneşli
günlerde etrafta cirit atan sıska kediler dahi kuytu yerlerinde büzüşüp
kıskançlık dolu gözlerle önlerinden geçen üç kafadarı izliyordu.
Kafeteryaya
vardıklarında Can ve Özgür onları bekliyordu. Ece Can'ı görünce hem fazlasıyla
sevinmiş hem de merakı iyice artmıştı.
“Anlatın bakalım
neler oluyor?” dedi Ecenur, Can’a sımsıkı sarılıp ondan aldığı sıcaklıkla
coşkulu çıkıyordu sesi. Aydın olan biteni anlatmak için ağzını açtığı sırada
Begüm’ün içeri girdiğini gördü. O hesapta yoktu.
“Senin ne
işin var burada?”
“Okula
girmediğinizi gördüm. Telaşlıydınız. Bir şey oldu sandım. ”
“Sen de
gelirsin bizimle,” diye araya girdi Özgür. Geleceğine sevindiğini belli eder
bir coşkuyla.
“Can ile bir
mağara bulduk, falezlerin arasında. Gidip baktık. O mağaraya gireceğiz. "
dedi Aydın haşarı bir çocuk gibi sırıtarak.
“ Mağaraya
girmek için böyle bir havayı özellikle mi beklediniz?”
Ece hıçkırık
nöbeti geçirmesine ramak kalmış sulu gözlü biri gibi duran koyu gri bulutları
işaret etti. Aydın diğerlerin, özellikle Ecenur’un bu keşfi kaçırmayacağını biliyordu.
İkna etmesi o kadar da zor olmamıştı. Özgür, Ece, Melis, Aydın ve Can hepsi de
hazırdı. Son anda Begüm de katılmıştı aralarına. Can’ın getirdiği eski
model spor arabaya doluştular. Ece yanına kuruldu. Can mezun olmuştu. Eskisi
kadar sık görüşemedikleri için özlüyorlardı birbirlerini. İkisi de iflah olmaz
bir maceraperestti. Yeni yerler keşfetmeyi, yeni dünyalar görmeyi seviyorlardı.
Kızları bile kıskandıran uzun kumral saçlarındaki altın gölgeler kafasını sağa
sola salladıkça göz alıyordu. Puslu havaya inat güneş gibi parlayan ela
gözlerini kısıp; “ heyecanlı mısın sevgilim?" dedi yanında oturan uzun
bacaklı yarı İngiliz sevgilisine.
“Hem de
nasıl? Hadi sür…”
Küçük
yaşlarda Ecenur’a Can’ın yanından ayrılmamasını tembihlerdi anne babası. Okulca
bir yere gittiklerinde, onun elini hiçbir zaman bırakmazdı. Gezip gördüğü
yerlerin heyecanından çok bunun hazzıyla keyiflenirdi. Birbirlerinden ayrı hiç
bir şey yapmamışlardı bugüne kadar ve ayrı düşünmeleri de imkânsızdı artık.
“Görünen o
ki yine sürprizlerle dolu bir gün yaşayacağız. İp, fener gibi şeyler aldınız mı
bari? Malum, mağaranın durumunu bilmiyoruz. Gerekli olabilir!” dedi Ecenur.
“Her şey
tamam ” dedi Can, kendisinden emin bir ses tonuyla.
Kısa sürede
falezlere varmışlardı. Can elini Ecenur’un omzuna atıp yanına doğru çekti.
Sonra yumuşakça kolunu beline doladı. Ecenur bu anı perçinlemek için sımsıkı
sarıldı. Aynı anda altı arkadaş etkileyici manzaraya baka kalmıştı. Sanki
dünyanın ilk kurulduğu anda ve yerde, denizin bittiği gökyüzünün başladığı o ulaşılamayan
ufuktaydılar. Gökle deniz birbirine sarılmış tek renk olmuştu, gri. Üzerinde
durdukları kaya havada öylece duruyordu. Deniz metreler altında uğultuyla
çalkalanıyordu. Rüzgâr öyle güçlü esiyordu ki her an havalanıp uçabilirlerdi.
Aydın’ın sesi ile herkes kendine geldi:
“Evet,
arkadaşlar, mağara tam altımızda bulunmakta.”
Yüzükoyun
uzanıp kafalarını aşağıya uzattılar. Mağaranın ağzı görünüyordu. Yan yan
basarak inilebilecek kadar dar ve uzunca bir merdiven vardı önlerinde.
“Bu merdiven
hiç tekin görünmüyor! O yüzden ip getirdik” dedi Can, dikkatle incelerken.
İpi sağlam
bir kayaya bağlayıp diğer ucunu sallandırdı. Uçurumdan düşer gibi inmektense
ipe tutunarak inmek rahatlatmıştı herkesi. Düz bir alana ulaştılar. Denizin
yüzeyine kadar yaklaşmışlardı. Birden derinleşen ve iri dalgaları olan coşkun
deniz aç bir canavar gibi homurdanıyor dalgalar kayalara çarptıkça güçlü bir
gel-git etkisi yaratıyordu. Bir ip daha çıkarıldı. Gidecekleri tarafa bir düğüm
atılıp ipe tutunarak kayanın kenarından içeri doğru yürümeye başladılar. Düşmek
çok tehlikeliydi. Ayrıca oradan karaya çıkması neredeyse imkânsızdı. Önce, en
irileri olan Özgür yürümeye başladı. Ardından gelmeleri için seslendi. Nemli
kayalarda yankılanan gürültü mağaranın ne kadar büyük olduğunu gösteriyordu.
Bir avluya ulaştılar. Önlerinde duran manzaraya büyülenmiş gibi put kesilip
öylece bakakaldı hepsi. Kimseden en ufak bir ses çıkmıyordu. Avlu mağarayı
ikiye bölmüştü. Dalgaların okşadığı yerden geçmeden içeriye devam edemezlerdi.
Her dalga arasında yaklaşık otuz saniye süreleri vardı. İlk Aydın geçti.
Ardından bir dalga ak köpükleriyle yıkadı zemini. Sırayla Begüm, Ecenur, Melis
ve Can geçti. İçeri doğru yürüdükçe gün ışığından uzaklaşıyorlardı; göz gözü
görmez hale geldi. Can getirdiği feneri açtı. Kulakları tıkanmış, ağır yosun
kokusu ve aşırı rutubet burun deliklerini yakmaya başlamıştı. Ama yine de
içlerini ürperten o karanlık heyecanlarını ve maceracı ruhlarını besliyordu.
Sonunda
mağaranın en dibine kadar vardılar. Nefes almakta epey zorluk çekiyorlardı.
Denizin hırçın dalgalarıyla dövdüğü mağaranın penceresi gibi duran büyük
oyuktan uçsuz deniz görünüyordu. Ağlamaklı beyaz bulutlar tıpkı şefkatli bir
baba gibi denizi göğsüne bastırıyor, onu avuturcasına sarıp sarmalıyordu. Deniz
uyumak istemeyen huysuz bir çocuk, gökyüzü de onun müşfik annesiydi ve evladını
yağmurla bezenmiş coşkulu bir şarkı eşliğinde sakinleştirmeye çalışıyordu.
Böyle bir havada lise arkadaşları saklı kalmış mağaranın keşfinin tadını
çıkarıyordu.
“Dönüş
yolunda önden gidip fotoğraflarınızı çekeceğim. Bakarsın meşhur oluruz ne
dersiniz!” Diye sevinçle bağırdı Aydın. Bir an için bunun gerçek olabileceğini
düşündü hepsi. Anın tadını bir tek Begüm yaşayamıyordu; “Artık dönsek mi?” dedi
tadında bırakma içgüdüsüyle. Bir an önce çıkmak istiyordu. Fakat kimsenin
dönmeye niyeti yoktu. Özgür bu anı kolluyordu, birden atıldı, “Siz devam edin,
biz Begüm’le burada bekleyelim,” dedi. Bu gizli mağarada cesaretini toplayıp
Begüm’e açılacaktı. Aşkını itiraf etmek için buradan daha iyi fırsat
bulamayacağını düşündü. Diğerleri mağaranın büyüsüne kapılmış başka bir şey
umursamazken, Özgür ile Begüm’ün kalma teklifine karşı gelmedi. Oyuktan
içeri doğru devam ettiler. İlerledikçe oksijen seviyesi azalmış Ecenur’un
üzerine tuhaf bir ağırlık çökmüştü. Ama mağaranın görkemi, hiçbir olumsuzluğu
önemsemeyecek kadar onu kendinden geçiriyordu. Fotoğraf makinesinden parlayan
her flaşta bastığı yer aydınlanıyordu. Kör edici zifiri karanlığın içindeydi
fakat ruhu hiç olmadığı kadar hafif, dingin ve huzurluydu.
Zaman
mağaranın içinde adeta başka bir dünya diliminde işliyor, hızla ilerliyordu.
Günün neresinde olduklarını unutmuş tüm dikkatlerini içerideki gizemli,
uğultulu ve loş ortama vermişlerdi. Ecenur kolundaki saatin fosforlu
rakamlarından öğleni geçtiğini fark etti. Okul çıkış saatine az kalmıştı. Bu
gezintinin gizli kalmasını istiyorlarsa bir an önce yukarı çıkıp kendilerine
çeki düzen vermeli ve normal hayatlarını anımsamalılardı. Dönüş yoluna
geçtiler.
“Sevgilim
iyi misin?” dedi Can. Tam bu sırada gelen çığlık sesiyle yankılandı mağara.
Herkes irkildi. İmdat sesleri gelmeye devam ediyordu.
“Acele
edelim. Daha hızlı!”
Koşmayı
denediler ama nafileydi. Yerler kaygandı.
“Geliyoruz,
iyi misiniz, iyi misiniz…” diye seslendi Can.
Begüm
inlemeyle mırıldanma arası boğuk sesler çıkarıyor, söyledikleri
anlaşılmıyordu. İpe tutunarak geçtikleri yere geldiklerinde, Özgür’ün
uçurumun kenarında yattığını gördüler. Dalga onu devirmiş, kafasını kayaya
çarptığı için bayılmıştı. Büyük bir dalga her ikisini de götürebilirdi. Begüm,
korkudan kenara sinmişti; ama bir yandan da Özgür’ün bacağından tutarak denize
kaymasını engellemeyi başarıyordu. Can yedek ipi çıkardı ve düğümler attı. Bir
ucunu Aydın’a verdi, diğer ucunu kendi beline bağladı.
“Önce
sen,” dedi Can, emreden ses tonuyla. Begüm’ü çekmek zor olmadı. Ortalama insan
ömrünün sadece dörtte biri kadarını yaşamışken, şahit olunacak en dehşet verici
olaylar sıralamasında belki de ilk sıraya konmayan ama hatırı sayılabilecek bir
korku yaşayan sıska bedeni, büyük harflerle hissettiği endişe duygusuyla
minnacık kalmıştı. Tepeden tırnağa ıslanan bedeni ince bir tüy gibi titriyor,
soğuktan buz kadar şeffaflaşmış yüzünden mağrur gözyaşları süzülüyordu. Bebek
kadar savunmasız ve aynı zamanda az önce yaşamaya başladığı aşkla da olgun bir
kadın olmuştu adeta. Onların gördükleri ise sudan çıkmış çaresiz balık gibi
çırpınan bir kızdı sadece. Can Begüm’ün ardından ipi Özgür’ün beline bağladı.
Aksi halde dalganın gücüne karşı koyamaz ikisi birden denize yuvarlanabilirdi.
Islaklığın verdiği ağırlıkla külçe gibi olmuş Özgür’ü çektiler. Aydın, çok seri
hareketle çözdüğü ipi Can’a geri fırlattı. Dalga ipi sürükledi. Can diğer
tarafta mahsur kalmıştı. Özgür baygındı, Begüm korkmuş şekilde bir yere
büzüşmüş titriyor, Ece ölümün kokusunu duyan günbatımı kurbanları gibi
gözlerini belertmiş boş boş bakıyordu. Can her şeyin düzeleceğini söylerken
endişesini belli etmemeye çabalıyordu.
Ne kadar
zaman geçti farkında değillerdi. Mağaranın duvarlarında Melis’in sesi
yankılandı; “Bu taraftan, beni takip edin.” Arkasından yürüyen ambulans
görevlisi ay ışığı gibi parladı. Elinde katlanmış bir sedye tutuyordu. Hiç
arkalarına bakmadan süratle mağaradan çıktılar. Yukarı çıktıklarında güneşin
dağlara yansıyan eflatun hali onları karşıladı.
Ecenur
bambaşka bir yere çıkmıştı adeta. Karanlık, boğuk bir gezegendi dünya.
Mağaradan farkı gökyüzünün ulaşılmaz görünmesiydi yalnızca. İçini burkan bir
şey vardı. Eskisi gibi değildi gökyüzü, hava, kokular, sesler. Elleri ve
ayakları uyuşmuş başı dönüyordu. Her şey çok fazla gelmişti bu kez. Hayatın ta
kendisiydi bu; az sonra başına neler geleceğini bilmemek. Gün ışığının ve soğuk
havanın etkisiyle yere düşüp bayıldı. Çok yorgundu ve uyumak istiyordu.
BÖLÜM II
RÜYA GİBİ YAŞANAN
HAYATIN GİZLİ ENDİŞESİ
Haber
güzeldi: Hacettepe Üniversitesi Diş Hekimliği Fakültesi’ni kazanmıştı. Aydın
Ankara’da Spor Akademisi’nde okuyacaktı. Melis kazanamamıştı. Begüm ise,
Özgür’den ayrılmamak için Antalya’da kalmayı yeğlemişti. Son yaz tatillerini
hep beraber geçirdiler. Sonbahar geldiğindeyse hiç bilmediği bir şehirde,
bilinmezlerle dolu bir hayata başlıyordu. Rahata ermesiyle birlikte, Can’ın
yokluğu daha yakar olmuştu içini. Onu düşündüğü zamanlarda buz gibi yatakta put
gibi yatan, elini ayağını oynatamayan pili çıkarılmış oyuncak bir bebek gibi
çaresiz hissediyordu. Saatin alarmı Shocking Blue, Send me a postcard darling
çalıyordu. Bu saati Can göndermişti. Kendisinin de aynı şarkıyla uyandığını,
Ece’nin söylediğini hayal ettiğini yazmıştı son mektubunda. Can öğrenci
değişimiyle Tokyo Üniversitesi Tıp Fakültesi’ne geçtiğinden beri birbirlerinden
çok uzak kalmışlardı. Ece bu hasretliğe dayanabileceğini düşünmüştü ilk haberi
aldığında. Ama özlemin ne demek olduğunu o zaman bilememişti. Neden o kadar
uzağa gittiğine her sabah söyleniyor, sonra kendi kendine sinirleniyordu.
Mektuplarında hep keşkeler vardı; keşke gitmeseydi, keşke o da gelseydi.
Eylül ayının
ilk günlerinde yeni başlangıçların ilk adımlarını atarken karmakarışık duygu
yüklemeleriyle şaşkın, buruk ve sessizdi Ece. Küçükesat Başak Sokak’ta bahçe
katı, iki odalı bir ev buldu. Ev sahibi ikinci katta oturuyordu. Burayı kızı
için almış, ancak kızı Amerikalı bir askerle evlenip ülkeden ayrılmıştı. Döner
umuduyla satmak istemiyorlardı evi. Ece’yi kızlarına çok benzetmişler ve
sevmişlerdi. “Kızımı andırıyorsun,” diyen kadın, konsolun üzerindeki fotoğrafı
eline alıp özlemle baktı. Onun gibi uzun dalgalı saçları ve gülünce ışık saçan
bir yüzü vardı. Güneşten kısmış gözleri Ece’nin çekik gözlerini andırıyordu.
Ece, kadını sevmişti. Daha da önemlisi iyi komşu olacaktı kimseyi tanımadığı bu
koca şehirde. Hayatını istediği gibi yaşamasına engel olunmamıştı. Cesurdu ve
kendi ayakları üzerinde durmayı başarabilecek kadar akıllı. Ne annesini
ne de babasını incitecek, güvenlerini sarsacak bir şey yapmamış, onlar da
kızlarını hiçbir konuda kısıtlamamışlardı. Aklını iyi kullanmak için özgüvene,
yerinde kararlar vermek için doğru öngörüye sahip bir birey olarak büyüttükleri
kızlarına her zaman güveniyorlardı. Ece hiç kimseye muhtaç olmadan hayatını
yaşayabilmeliydi. Bu yüzden yaşayacağı yeri kendi başına seçmesinde bir sakınca
görmemişlerdi. Henüz daha gençti. Cesaretini, tecrübesizliğinden doğan korkuyla
beslenen temkinine borçluydu. Bir yandan da olgundu. Tek başına vereceği, belki
de hayati önem arz edecek kararların yanlış olma endişesini hep taşıyordu.
Engebeli,
hatta çıkmaz yollarla karşılaşacak, belki de yürüdüğü yoldan geri dönmek
zorunda kalacaktı. Otobanlara girip yol kendisini nereye götürüyorsa hızla
ilerleyecekti. Hayatı sadece kendisine aitti. İşte bu yüzden, vereceği
kararlara daha fazla dikkat etmeliydi. Ailesinin sevgiyle suladığı fidanıydı o
ve ağaç olma yolunda ilk adımı atıyordu.
Rüyasında
sık sık denizin derinliklerinde yüzdüğünü görüyordu. Bir deniz yılanı onunla
birlikte yüzüyor, soğuk derisini onu okşar gibi vücuduna değdirip çekiyordu.
Onu bir yere götürmek istiyordu sanki. Dar kayaların arasından süzülen yılanı
takip etmeye başladı. Derken parlayan bir ışık gördü. Güneşti bu; tıpkı bir deniz
canlısı gibi denizin dibinde parlıyordu. Hiç düşünmeden ışığa doğru yüzdü.
Birden yılan kaybolmuştu.
Okulun ilk
gününün sabahında hemencecik sahiplendiği şirin evinin küçük salonunda koltuğa
oturmuş gördüğü rüyayı deftere yazarken, Maria Callas’ın en ince kılcal
damarlara kadar akan kadifemsi sesi eşliğinde sütlü kahvesini yudumluyordu.
Büyük bir heyecan vardı içinde. İlk kez göreceği insanlarla tam beş yılını
geçireceği bir yere gidecekti az sonra. Sınıf kavramı belli ki lisede kalmıştı
artık. Bundan sonra amfilerde, blucinle, hatta eşofmanlarla derse girecek,
sorumsuzca dersi asmanın verdiği o yasak olanı çiğnemenin dayanılmaz cezp
ediciliğini bundan böyle hiç yaşayamayacaktı. Çünkü hep bir adım sonrasını
düşünmek zorundaydı. Can da üniversiteye başladığı ilk gün böyle heyecanlı
mıydı acaba? Emindi, o da bunları hissetmiş olmalıydı. Üniversiteye beraber
gitmenin, özgürce ve gönüllerince yaşayacaklarının hayalini kurmuşlardı
defalarca. Özlem, her şeye alışıp da buna alışamayacağı yoğun duygularla sarıp
sarmalıyordu yüreğini. Akşam eve döner dönmez ona mektup yazmaya karar verdi.
Carmen operasını sonuna kadar dinleyecek vakti yoktu, teybin stop düğmesine
basıp evden çıktı.
Selvi
boyuyla giydiği dar blucin pantolon bacaklarını daha da muntazam gösteriyordu.
Dalgalı saçlarını açık bırakmış, limonküfü rengi boğazlı kazağıyla bal rengi
saçları oldukça ahenkli görünüyordu. Amfinin en tepesinde yalnız oturmuş
herkesi tanırmışçasına gülücükler dağıtan, sımsıcak görünümlü esmerce bir kızın
yanına oturdu. Denizin kokusunu aldı ondan. İnce, uzun parmaklarıyla güzel
elleri vardı. Kız rahat ve sıcak bir tavırda “ Merhaba Müge ben,” dedi.
“ Merhaba,
ben de Ecenur.”
“Kolay
bulabildin mi amfiyi? Burası dolambaç gibi. Bulana kadar bir saat aradım.”
“ Daha önce
okulu gezmiştim, bulmam pek zor olmadı.”
Ece bunu
söyledikten sonra ne kadar temkinli biri olduğunu hissettirdiğini fark edip,
ukalalık yaptığını düşündü. Biraz utandı. Daha yumuşak bir giriş yapmak için;
“ Ama
haklısın, çok büyük. Daha bilmediğim bir sürü yeri vardır,” dedi utangaçça
tebessüm ederek.
“Ankara’ya
gelmiş miydin daha önce?”
Ece şaşırdı,
Ankara dışından olduğunu nasıl anlamıştı.
“ Bir kere
geldim. Okulla Anıtkabir’i ziyaret etmiştik. Nereden anladın Ankaralı
olmadığımı?”
“ Deniz
kokuyorsun da. Özlediğim bir koku...”
Ece
inanamadı. Acaba az önce aklından geçeni ağzından mı kaçırmıştı?
“Bu
imkânsız! Biliyor musun, sen de deniz kokuyorsun. Hatta buraya oturma sebebim
bu. Nerelisin? Dur tahmin edeyim, Sinop mu?”
En çok
görmek istediği yerlerden biriydi nedense. O şehre biraz daha yaklaştığını
düşünmek hoşuna gitmişti.
“ Oo şekerim
çok yukarı çıktın. Çok daha basit, hemen tahmin edebileceğin bir yerden geldim.
‘İnci’den geldim.”
“ Şehrine
‘İnci’ diyen bir tek İzmirlileri biliyorum.”
“Evet,
İzmirliyim. Sen nerelisin?”
Ece, uzun
uzun nereli olduğunu anlatmak istedi. Tam başlayacaktı ki, sessizlik oldu.
Oradaki yaş ortalamasından hayli büyük bir kadın amfinin iki insan boyu kadar
uzun kapısını zarif hamlesiyle itti. Amfi o kadar büyüktü ki mikrofon olmadan
veya bağırmadan konuşulursa hiçbir şey duyamayacağını düşündü Ece.
“ Günaydın,
arkadaşlar…”
Yanı başında
söylemiş gibi çok net duydu sesi. Onlarca öğrenci olmasına rağmen bir elin
parmakları kadar kişi karşılık verdi.
“ Geri
kalanlar hâlâ uyuyorlarsa onları rahatsız etmeyelim, ben sessizce çıkayım,”
dedi kadın; sesi daha da gür ve dalgacıydı. Utangaç sayılabilecek minik
gülüşler ortamı canlandırdı. Yüksek sesle bir günaydın, çıkabilmişti gruptan.
Ece daha ilk dakikada bu kadının özgüvenli, oturaklı ve karizmatik tavrından
çok etkilendi. Burası farklı hayatların, bambaşka dünyaların yan yana oturduğu
bir yerdi. Her şeyi, her yeri, herkesi keşfetmeliydi. Yaşama sanatını öğrenmek
için tüm ipuçları bir bir önüne atılacaktı bir kemik gibi. O kemiği zekice bir
hamleyle yakalayıp sindirmeliydi. Radarlarını tam açmalı, almalıydı her şeyi.
Verme zamanı geldiğinde cömertçe verebilmesi için şimdi bolca almalıydı. Bir
kullanma kılavuzu varsa hemen edinmeliydi mesela. Ama yok, başkalarının
kılavuzlarını okumaktansa, kılavuzunu kendisi yazmalıydı. Babası da bundan söz
etmemiş miydi ayrılırlarken? “Yeni hayatında geçmişin sana kılavuz, iyi
kişiliğin de rehberin olsun. Karşına bir sürü yol açılacak, kılavuzunu yanından
ayırma. Kim olduğunu ve hayattaki amacını asla unutma,” derken.
Ece
kendisini hastalarını muayene ederken hayal etti bir an. Sırıttı kendi kendine.
Prof. Dr. Aysen Savlı’ yı dinlemeye koyuldu. Ne kadar doğru bir karar
verdiklerinden, çok kutsal ve güzel bir meslek olduğundan, okulun imkânlarından
bahsetti. Kendi hikâyesini de anlattı kaşla göz arasında. Herkesi peşinden
sürükleyebilecek bir çekiciliği olan, içi bilgilerle dolu, iyi ciltlenmiş bir
kitap gibi kadındı bölüm başkanı.
“Baksana,
kadın cevher yatağı gibi; kaç yaşında acaba?” diyen Müge’nin hayranlığı sesine
de yansımıştı.
“Elli yok
gibi görünüyor. Bir profesör için oldukça çekici. Ona âşık pek çok öğrencisi
vardır her halde.” Bir an için onun yerinde olmayı istedi Ece. Diğer tüm kız
öğrenciler gibi.
Neden sonra
dikkatini amfideki kalabalığa verdi. Herkesle tek tek konuşmak istiyordu. Acaba
nereden gelmişlerdi ve neden diş hekimliğini seçmişlerdi? Erkekler koyu
renk giyimliydi. Kızlarsa uzun saçlarını ya atkuyruğu yapmış ya da tertiplice
enseden toplamış alacalı giysiler tercih etmişlerdi. Herkes bakımlıydı. Yayılan
nur seli bambaşka tonlarda parlıyordu. Gözlerden fışkıran gençlik iksiri
muazzam bir enerji yayıyordu etrafa.
O daha
geceden hazırlanmıştı bugüne. Giysilerini, saçını nasıl tarayacağını, hangi
küpeleri takacağını bile ayarlamıştı uyumadan. İçtenlikle gülümsedi, diğerleri
de böyle yapmış olabilir mi? dedi, hem şaşkın hem kurnazca sırıtarak. O herkes
gibiydi, herkes de onun gibi. Aynı olmak hoşuna gitmişti. Genelde sıradanlık
zehrinin benliğine sürüldüğünü ve onu ele geçirmek için hızla yayılmaya hazır
olduğunu hissettiği anlarda, ruhundan beynine hemencecik panzehirini
şırıngalar, tekrar olmak istediği benliğe, görüntüye bürünüverirdi. Farklı
olmayı seçerdi hep. Ama şimdi yeni ortama uyum sağlamak için herkes gibi olmak
istiyordu. Ya da herkesin onun gibi olmasını.
“ Sana kahve
ısmarlayabilir miyim? Daha yarım saat vaktimiz var.”
“ Harika,
ekleri de ben ısmarlarım. Sabah heyecandan iyi kahvaltı yapamadım, acıktım
şimdiden.”
Müge okula
kayıt yaptırdığı gün tanıştığı birini gördü kafeteryada. Kahve ve
yiyecekleri alıp onun yanına oturdular. Yerine getirilmesi gereken bir görev
edasıyla üstünkörü tanıştırdı onları. Thierry, üçüncü sınıf öğrencisiydi. Hafif
dalgalı, kumral saçları, sivri burnu, derin ela gözleri, yumuşak ama etkili ses
tonu vardı. Genel geçer yakışıklı görüşüne uygun olsa da, kişiye göre değişken;
ama kesinkes çekici bir erkekti.
“ Memnun
oldum Ecenur. Ece diyebilir miyim, yoksa Ecenur da ısrarcı mısınızdır?”
“ Sadece Nur
da diyebilirsiniz. Anneannem bana hep Nur der.”
“Bana Thie
diyenleri hemen düzeltirim. Thierry denmesi hoşuma gider.” Sesi, denizin kıyıya
vuran dalgaları gibi yalıyordu kulaklarını.
Ece naifçe
gülümsedi. “Peki, Thierry. Ben de memnun oldum…”
Ankara’da
yapılacak şeylerden ve aktif olarak çalıştığı sualtı kulübünün faaliyetlerinden
bahsetmeye başladı. Ece’nin nice zamandır katılmayı düşündüğü bir kulüptü bu.
Fırsatın kendiliğinden önüne gelmesine sevinmişti. Thierry ile hararetli bor
sohbete dalmışken vaktin nasıl geçtiğini anlamadı. İlk günde ilk derse bambaşka
bir coşkuyla girdi Ece.
İki denizin
sıcakkanlı iki kızı, birbirlerini daha iyi tanımak için zaman kaybetmek
istemiyorlardı. Arayı kapatmaya çalışırmışçasına, birbirleri hakkında her şeyi
bir anda öğrenmek ister gibiydiler. Ece’nin en hoşuna giden şey, ona çok yakın
oturuyor olmasıydı. Seray adında dağcı bir kızla paylaşıyordu evi. Ece şanslı
hissetti kendisini. Yapmayı istediği şeyler bir bir karşısına çıkıyordu.
İlk günün
sonunda nihayet evindeydi. Yarım bıraktığı Carmen’i açtı. Sıcak duşunu aldı.
Can’a yazacağı mektubun ön hazırlıklarıydı aslında. Onunla anıları sadece uzun
mektupları yazarken canlanıyordu. Kimsenin bilmediği mabedi gibiydi.
Yaşadıklarını yazdı uzata uzata. Yastığa kafasını koyduğunda gece yarısıydı.
Nur Ecem,
Sana bomba
haberlerim var! Sıkı dur söylüyorum pardon yazıyorum. Begüm ile Özgür evlenmeye
karar verdi. Bu bomba haber sayılmaz, zaten öyleydi dediğini duyar gibiyim.
Şubatta nişanlanmaya karar verdiler, buna ne diyeceksin? Sahil Cafe‘de bir
parti yapacağız. Aydın, sen ve Can mutlaka burada olun. Burnumda tütüyorsunuz.
Not: Aydın’a
ulaşamadım. Görüşme fırsatınız oluyor mu? Ona haber edersin.
Kan
kardeşin, Melis
*******************
Gözleri
yerinden fırlayacaktı. Kirpikleri kirpi dikeni gibi batıyordu göz bebeklerine.
‘Ha gayret!’ diyordu kendi kendine. Yarın son iki sınav. Sonra sömestr tatili
için Antalya’ya. Nişana yetişmeliydi bir de. Ece yediği içtiği ayrı gitmeyen
minik bir arkadaş grubu yapmıştı. Müge ve Erin. Yerinde duramayan, enerjisini
dizginleyemeyen eğlenceli biriydi Erin. Zekice espriler yapıp, sonra da
ciddiyetini hiç bozmadan espriyi anlamalarını beklerdi. Bazen Erin’in yaptığı
esprileri sadece Ece anlıyor, dakikalarca gülüyordu. Birbirlerinden çok farklı
olmalarına rağmen iyi arkadaş olmuşlardı. Hafta sonu okuldan bir arkadaşlarının
doğum günü partisine gittiler. Partiyi düzenleyen kız ev sahibi edasıyla
karşıladı onları. Doğum gününün ona ait olduğu öyle belliydi ki, parlak pembe,
degaje yakalı, vücudunu saran mini bir elbise giymişti. Ortamda çok uyumsuz ve
komik duruyordu. Daha rock tarzı giyinilmesi gereken bir yerdi. Ece seviyordu
böyle olmayı. Yeni tarzlar denemeye bayılırdı; özgür oluyordu o zaman.
Annesinden geçen bir özellikti bu. Lise iki’de katıldıkları dans yarışması için
annesinin diktiği kostüm, yaptıkları gösteriden daha çok hayran toplamıştı.
Eflâtun renkte saten göz alıcı parlak kumaştan, düşük belli, dar bilekli
şalvar, bir omuzu açık büstiyer giyinmiş, kafalarına Osmanlı kepi
iliştirmişlerdi. Kreasyon tamamen annesine aitti. Türk hayranlığını göstermek ister
gibi, buram buram Türk kültürü kokan bir kostüm hazırlamıştı acemi dansçılara.
Birinci olmalarında kostümün etkisi de büyük oldu. Ece annesiyle, annesi de Ece
ile gurur duymuştu o gün. Onun annesi en mükemmel anne idi, bunu defalarca
ispatlamış, her yaptığı her söylediği Ece’ye yaşam kitabesi, kanun, hatta
anayasa olmuştu. Hâlâ o kanunlar geçerliydi hayatında. Annesinin söylediğini
anımsadı birden, ‘”İnsanları tanımak ayrı bir zanaat, öyle giydikleriyle
olmaz,” diye geçirdi aklından.
“İkiniz de
parlıyorsunuz, bu ne güzellik?” dedi parti sahibi şımarık kız. Sözleri
hayranlık çağrıştırsa da bakışları kinayeliydi. Ece, doğum günü sahibi olarak,
asıl onun iltifatı hak ettiğini düşündü iyi niyetiyle.
“ Sen de çok
şıksın, elbisen çok hoş,” dedi.
Yaşça büyük
biri yanlarına doğru gelirken, birkaç adım kala yüzüne gülücük serpiştirdi.
“Hoş
geldiniz,” diyerek elini uzattı ortaya; önce kimin elini sıkması gerektiğini
bilememişti belli ki. Ece elini uzattı, adını söylerken. Daha önce okulda
gördükleri biri değildi. Doğum günü sahibi kız, yüzlerindeki meraklı bakışları
sezinlemişti.
“ Erkek
arkadaşım barın sahibidir. Onun davetlisiyiz bugün.”
Bu kıllı ve
kendinden epeyce büyük adamın sevgilisi olmaktan anlamsızca gurur duyuyordu.
Küstah halleri iğne gibi batıyordu yüzlere. Burnunu öyle dikleştirmişti ki,
içine sinek bile kaçabilirdi. Oturacakları yere doğru yürürken Müge Ece’nin
kulağına fısıldadı.
“Acaba Ağam
mı desek?” gülüştüler.
Çok geçmeden
diğer konuklar da gelmeye başladı; ama Erin ortalarda yoktu. Ece, doğum günü
hediyesi seçme çabası içinde olduğunu, o yüzden geciktiğini düşündü.
“Keşke
hediye alırken Erin’e de haber verseydik.”
“Erin’in
hediye alacağını sanmam, aklına bile gelmemiştir. Sırıta sırıta pişkin girer
şimdi,” dedi Müge. Demeye kalmadı Erin aynı şekilde geldi, elinde bir poşet
tutuyordu.
“İnsanları
peşinen yargılamamak gerekir,” dedi Ece hayat dersi verir gibi. Hayvan başı
figürlü, tüylü ve büyükçe bir kolyeydi hediyesi.
“Kötü
ruhları kovduğuna inanılırmış. Bu kolyeyi yakınında tutarak uyursanız kötülükler
sizi uykuda yakalamaz ve hemen uyanırmışsınız.”
“Ne ilginç,”
diyerek eline aldı kolyeyi Ece. Büyülenmiş gibi bakıyordu nesneye.
Erin
poşetten bir tane daha çıkardı. “İlginizi çekeceğini biliyordum. O yüzden size
de aldım.”
“Sen ne
kibar bir arkadaşsın!”
Garson
isteklerini bile sormadan masalarına koyduğu uzun kadehlere şampanya doldurmaya
başladı. Şampanyanın uçuk sarı ışıltısı karanlık barı ışıldatıyor, taze
mandalina kokusu çevreliyordu bu ışıltıyı. Erin yine kırıp geçiriyordu
ortalığı. Kahkahaları neredeyse tüm barı çınlatıyordu. Üç arkadaş başarılı
biten ilk dönemi kutluyorlardı bir de. Kadehlerini tokuşturarak kocaman bir
yudum aldılar. Şampanyanın yoğun köpüğü damaklarını tatlandırmış,
zihinlerindeki yorgunluğu bir anda alıp götürmüştü. Nihayet eğlenmeye
başlamışlardı. Fakülteden pek çok tanıdık yüz vardı. Ama en şaşılacak şey,
Ağa’nın ( barın sahibi) okuldan geniş bir çevresinin olmasıydı. Dedikodulardan
öğrendiklerine göre burayı fakülteyi yarım bırakıp babasının parasıyla açmıştı.
Ağa oğluydu gerçekten de. Kısa süre de olsa fakülteye gittiğine göre az da olsa
mürekkep yalamış olmalıydı. Ama hiç de öyle görünmüyordu. Sanki beyninde
kalabalık bir örümcek ailesi yaşıyormuş gibi bir görüntü çiziyordu. En ilginci
de mekândı: Temiz bir işletme, muntazam garsonlar, rocktan caza kadar en iyi
müzikler. Ama gel gelelim ki adam tam bir felaketti. Kötü bir takım elbise,
1970’lerden kalma topuklu ve sivri uçlu ayakkabı, jöleden sırılsıklam olmuş
saçlar; sanki bir tiyatro oyunu icra edip kostümünü çıkaramadan buraya gelmiş
bir tipti. Ece tanıdığı en ilginç adamı seyretmekten kendini uzun süre alamadı.
Bob Marley’
den ‘Get up stand up’ çalmaya başladı. Dans etmeyi çok özlüyordu. Müziğe
yanıtsız kalamadı, birden ayağa kalktı. Dj’in yanına gidip dans yarışmasında birinci
oldukları şarkıyı istedi. Prince‘den Kiss. Ritmik davulla başlayan şarkı kana
kana içtiği su gibi iliğine işliyor, tüm hücrelerini dansa çağırıyordu.
Gözlerini kapadı. Her hareketinde biraz daha havaya girdiğini hissediyordu.
Estetik kıvraklığından yayılan elektrik, tıpkı güneş gibi çevresini eritiyordu.
Pist boşalmaya, insanlar kenara çekilmeye başladı. Yıldızlar ışığını ona
doğrultmuş, yeryüzünde dans eden parıltıya eşlik ediyorlardı. Şarkı bittiğinde
bir alkış koptu. Gözlerini açtı. Yüzüne vuran ışıktan bir şey görmüyordu.
Pistte tek başına olduğunu ve herkesin onu seyrettiğini anlayınca dört tarafa
reveransını verdi. Biraz utanmıştı. Oturmak için hızla masasına doğru giderken
ateş kadar sıcak bir el okşarcasına omzuna dokundu.
“Dansın çok güzeldi.”
Sesi tanımıştı.
“Thierry
merhaba, sen burada mıydın? Neden gelmedin yanımıza?”
“Uzaktan
seyretmek hoşuma gitti. Kalabalıksınız.”
“ Evet, bir
arkadaşın doğum günü. Sınıfın çoğu burada. Sen kimle geldin?”
“Sualtı
kulübünden birkaç arkadaş. Gel tanıştırayım seni.”
Thierry bara
doğru yürürken kalabalığı rahat yarabilmek için elini tuttu. Yumuşak bir plaj
kumu gibi sıcaktı. Ece iliklerine kadar ısındığını, damarlarının genişlediğini
hissetti. Elini nedense hiç bırakmak istemedi o an. İçtiği şampanyayla daha bir
rahatlamış, yeni girdiği ortama çabuk uyum sağlamıştı.
“Nerede
çalışıyorsunuz? Malûm Ankara’da deniz yok!”
“Her yer
bizim çalışma alanımız; Ankara’dan bütün denizler aynı mesafede. ”
Dalmak
keyifli ve eğlenceli bir şeydi ama ciddilerdi. Eğlenmenin önemli bir çaba
gerektirdiğini söyler gibiydi tavırları. Ece Thierry’nin hayatı oldukça önemser
biri olduğunu hissediyordu.
“Biz her
cuma altıda toplanırız. Bu hafta yeni bir dalıştan gelecek dalgıçlarımızı
dinleyeceğiz. Katılırsan memnun oluruz,” dedi Thierry.
Derslerin
yoğunluğundan özel meraklarını rafa kaldırmıştı. Artık indirebilirdi. Thierry,
kadın vücudunu çağrıştıran ince belli yeşil bir bardaktan içki içiyordu. Ona da
şarap söyledi. Ece birden şarap hakkında konuşmaya başladı. Evlerinde her hafta
sonu mutlaka şarap açılırdı. Annesinin Londra’daki hayatından miras bir
alışkanlıktı. Her şişesinde olduğu gibi her yudumun da ayrı bir karakteri,
tarzı olur diyordu. Aynı üzümden aynı rekolte içilse de her şişede farklı bir
tat alınabilirdi. Şarabın canlı olduğuna delildi. Çekici kılan da yaşayan bir
şey olmasıydı. Sonra devam etti Ece.
“Sade, zarif
ama etkili bir masada durmalıdır. Bir iki peynir çeşidi yeterli. Şarabın büyüsü
yayılır kadehten masaya.” Thierry anlattıklarıyla çok ilgilenmiş gibiydi. Ece’nin
göz bebeklerinde duruyordu gözleri. Saatlerce pek çok şey konuştular. Ece
doğruldu, babasının doğum gününde aldığı su geçirmez kırmızı kayışlı saatine
baktı, “Gitmeliyim,” dedi. Ve orayı hızla terk etti.
Sabah
uyandığında Thierry vardı aklında. Özlem de vardı ama özlemin neye olduğunu
tanımlayamadığı bir andı bu. Can ile eskisi kadar sık yazışmaz olmuşlardı son
zamanlarda. Gözden uzak olunca gönülden de uzak mı oluyordu sevilenler
gerçekten? Ayrılık sancısı yoktu artık yüreğinde. Sevginin bitmesi değildi bu;
özlem yerini kabullenişin mutlak sakinliğine bırakmıştı. Uzaklardaki küçük bir
yıldız gibi gecenin karanlığını aydınlatıyor; yine de yok olmuyordu. O tarafa
doğru bakınca görülen minicik bir ışık gibi. Zaman su gibi akıp giderken,
büyüsü ağrıları dindiriyor ya da belki uzaklaştırıyordu. Şu an, şimdi yanı
başında hissettiği heyecanları dizginleyemiyordu.
Saate baktı
dokuzu geçiyordu. Hayatındaki erkekleri düşündüğü şu dakikalarda, babası da
vardı kalbinden beynine akan hafıza hücrelerinden canlananlar arasında. Onun
sesini duydu yüreğinin atışlarında. Babasını aradı. Derslerinin durumunu
anlattı, annesini ve kardeşi Eren’i sordu. Babasının sesini duymak ona hep iyi
gelirdi, bebekken geceleri ağladığında sesini duymadan sakinleşmediğini
söylerdi annesi. Özel şeyler söylemesine gerek kalmazdı, sadece duymak güven
veriyor bu da ona yetiyordu. Güzel bir güne başlamak için adeta enerji içeceği
almış gibiydi. Radyoyu açtı, Queen‘in ‘I want to break free’si çalıyordu,
sesini açtı. Evinin önündeki bahçe karlarla kaplanmış minik beyaz bir golf
sahası gibi görünüyordu. Perdeyi tamamen açtı. Kahvaltısını pencere önünde
yaptı. Derslerinden fırsat bulup bitiremediği Richard Bach‘ın ‘Martı’ adlı
kitabını eline aldığı sırada kapı çaldı. Nermin Teyze elinde dumanı tüten bir
tabakla çıkagelmişti.
“Dolma
yaptım, ne zamandır midene sıcak ev yemeği girmemiştir, yersin”.
“Çok
teşekkür ederim. Sabah kahvesi içtiniz mi?”
Türk kahvesi
yapmaya girişti. Nermin Teyze ile sohbet etmeyi seviyordu. Yargılamadan,
dikkatle dinleyen iyi bir dinleyiciydi. Onunla en çok Can’ı konuşurlardı. Her
seferinde Can’ı sorar, ardından uzun uzun nasihatler edip gençlikte olan yıllar
geçse de izleri hiç silinmeyecek hataların nasıl yapılıverdiğini ve fütursuzca
kanıksanıp nasıl tekrarlanabildiğini anlatır, kendi hayatından örnekler
verirdi. Kimi komik kimi hüzünlüydü hikâyeleri. Ama ana fikirleri hep aynıydı.
Gençleri anlayan biriydi Nermin Teyze. Emekli olmuş bir edebiyat öğretmeniydi,
hayatını gençlere adayan çağdaş kadınlardan biriydi. Kocası ile pek konuşmazdı.
İsmet amca konuşkan biri değildi çünkü. Ece ne zaman onlara gitse, ya gazete
okurken ya da masada bir şeylerle uğraşırken bulurdu onu. Güleçti ama
sessizliği karşısındakini yoracak kadar derindi kimi zaman. Acaba, gençliğinde
de böyle biri miydi diye düşünürdü Ece. Gençliğinde çok konuşmuş, söyleyecek
bir şeyi kalmamış gibi bir olgunluğu var. Ya da sadece kendisiyle konuşma
vaktindeydi. Diğer yandan Nermin Teyzenin her zaman söyleyecekleri olurdu.
Kızının hayatını anlatıyordu çoğunlukla; içinde bir yara olduğunu anlamak uzun
sürmezdi. Amerika’daki yaşantısının zorluğu ve Türk olmasının getirdiği
olumsuzluklar kara bir bohça gibi yığılıydı önlerine. Kızlarının mutsuz
olduğunu gördükçe kahroluyordu. “Hep bir eksik var kızımda. Yüzünde
okuyorum onu,” dedi hüzünlenerek.
“Sence eksik
olan nedir?”
Ece, ‘ülke
özlemi veya çocukluğundan beri olağanlaşmış alışkanlıkların özlemi, anne baba
özlemi’ gibi şeyler demesini beklerken, Nermin Teyze başka bir şey
söyledi; “Kızım acaba’larının içinde sıkışmış, enkaz altında kalmış bir
depremzede gibi, “ demişti.
“Biz onu ne
kadar özgüvenli yetiştirmeye çalıştıysak da, o hep korktu. İsterse burada
kalabileceğini söyledim. Ama o gitmeyi tercih etti. Şimdi ise, ‘Türkiye’de
kalsaydım nasıl olurdu, neler olurdu’, soruları yiyip bitiriyor onu. Olmak
istediğin yeri ve yapmak istediğin şeyi bilmek çok önemli şu hayatta. Başkaları
bunu tercih etmeyebilir, senin seçimindir. Çabalarsın, yaşam amacın bu olur.
Ulaştığında mutlu olur yeni amaçlar edinirsin. Ulaşamayabilirsin de; ama
denemişsindir. ‘Herkes bunu istiyorsa ben de istemeliyim’ demek, mutlu etmiyor
insanı. Kızım bu hatayı yaptı işte. Çabalamadığı şeyler yüzünden eksik
hissediyor kendisini.”
İçindeki su
baloncukları patlamış gibi ağlamaya başladı, sanki birisi arka arkaya balonları
deliyordu. Onu böyle ilk kez görüyordu Ece. Neşe dolu kadının yüreğinde iki yüz
elli derecede yanan bir fırın vardı ve ağladıkça fırının derecesi düşüyordu
adeta. Kadın pencereye doğru yürüdü, soğuktan bahçeye sığınmış gibi biriken kar
yığınını izledi biraz. Mutluluktan da ağlanabiliyordu, üzüntüden de. Nedense bu
zıt hisler aynı finalle noktalanıyordu. Hüzün ve mutluluk iç içe geçiyordu çoğu
zaman. Önemli olan hangisinin daha baskın olduğuydu. Gözlerini silip sesini
düzeltti.
“Akşamüstü
işin var mı?”
“Hayır, yok;
ne oldu ki?”
“Hadi
bahçede mangal yakalım. Sen arkadaşlarını çağır, ben de bir şeyler
hazırlayayım. Ne dersin?” İçindeki sevinç kırıntıları dökülmüştü. Zehrini
akıtıp içini temizlemişti sanki. Ece de keyiflendi. “Sen dersin de ben yapmam
mı Nerminciğim? Hemen arıyorum arkadaşlarımı.”
Ece Thierry’i
de çağırmaya karar verdi. Gece o hengâmede ev telefonunu bir kâğıda yazıp
verdiğini anımsadı. Neyse ki kaybetmemişti. Oldukça yaşlı bir ses, Thierry’e
sesleniyordu. Annesiydi. Thierry uykulu bir alo dedi.
“Merhaba,
Ece ben; uyandırdım mı?”
Ece’nin
berrak ve coşkulu sesini duymak onu canlandırdı.
“Ece
merhaba. Hayır uyanmıştım.”
“ Bu
akşamüstü için bir planın var mı?” Sessizlik olmuştu. Ret edilirse nasıl
davranacağını hiç bilmiyordu. Bir an aradığına ve davet ettiğine pişman oldu.
“Bir
arkadaşımın taşınmasına yardım edeceğim. Geç de olsa katılırım.”
O an Ece’nin
yüzünde gülücükler açtı. Ardından Müge’nin ev arkadaşı Seray’ı davet etti.
Aydın’la bir haftadır konuşmamışlardı. Kaldığı yurt, üniversite yerleşkesinin
içindeydi, şehirden uzak ayrı bir şehir gibiydi orası. Acil durumlar için
gerekirse diye verdiği telefondan Aydın’a not bıraktı.
Sakin
başlayan gün birden hareketlenivermişti. Gerekli malzemeler için liste
hazırlandı, alışveriş yapıldı ve bahçe düzenlenip mangal yakıldı. İlk önce Thierry,
kocaman bir çiçek demedi ve bir şişe şarapla içeri girdi.
“Şarap,
vazgeçemediğim şeydir’ demiştin ya, vazgeçemediğin bir şeyle gelmek akıllıca
geldi bana.”
Salondaki
konsolun üzerinde Can ile bir yaz tatilinde sahilde çadır kurup geceledikleri
günden bir fotoğraf duruyordu. Akşamüstü güneşi Ece’nin gözlerine vurmuş kısık
gözlerle gülerek objektife bakıyordu. Can tam arkasında, ellerini Ece’nin
omuzlarına atmış sımsıkı sarılıyordu. Thierry fotoğrafa baktı. Harlı ateşin
yanı başında durunca insanın yüzü farkına varmadan ateşin kızıl rengini alır;
yanakları al gözleri pul pul oldu Ece’nin. Şövalye edasıyla, belinde ışıldayan
kılıcın kabzasından tutmuş, tetikte bekleyen aşk kahramanıydı Can. Kendisini
bulduğu, alışkanlığıydı. Diğer tarafta ise yeni bir gelecek yanı başındaydı.
Böyle hissetmeden kendini alamıyordu dün geceden beri. Yüreği eski
zamanlardan kalma, her vagonunda farklı müzik çalan ve geleceğe giden rengârenk
masalsı bir trendi. Geçmişinden geleceğe getirmişti. Ve şu anda uzak ve yakın,
geçmiş ve gelecek tam burada buluşuyordu. İlk defa karışmaktaydı birbirine.
Onları karşı karşıya getiren bu fotoğraf, Ece’nin kalbindekileri ve içinde
gizlediklerini tüm çıplaklığıyla gün ışığına çıkarıyordu. Fotoğraftakinin kim
olduğunu anlatmalıydı. Ama ne anlatacaktı ve kime? Thierry’e mi, yoksa
kendisine mi? Thierry ona ne ifade ediyordu? Bunu henüz bilemiyordu. Karanlıkta
bulduğu ışığa yönelen kelebek gibiydi yüreği. İçini kasıp kavuran gerçekle
yüzleştiren, canını acıtan suçluluk duygusu, fotoğraftaki bakışlarından
fırlayıp zehirli bir ok gibi saplanmıştı yüreğine. İlk defa hissettiği başka
bir şey daha vardı ve buna bir ad koyamamıştı henüz. Can, onun ilkokuldan beri
sevdiği olmuştu. Kalıplara koymaksa yapılması gereken çocukluk aşkı kalıbına
sokmuştu onu. Şimdide başka bir şey vardı; Thierry’e hissettikleri Can’a olan
aşkı gibi değildi öyleyse. Can ile içtikleri su bile ayrı gitmezken, aylardır
sadece üç kez konuşmuşlar, kısa ve yüzeysel yazışmalarla hayatlarından adım
adım uzaklaştıklarını birbirlerine istemsizce hissettirmişlerdi. Dersler şöyle,
burası böyle gibi kısa cümlelerdi mektuplardaki. Sessizlik vardı sözcüklerde;
git gide büyüyen, içine sığmayan ve itiraf edemediği bir tekdüzelik sarmıştı.
Ece, sabah
keşfettiği radyo kanalını açtı ve fotoğrafın karşısına oturdu. Onun sormasını
bekliyordu. Can, çocukluk aşkı nostaljisinden daha fazlasıydı aslında. Her şeyi
beraber öğrendiği, tüm duyguları birlikte tattığı, ilk kez öpüşmenin hazzını
yaşadığı, rüyalarını bile paylaştığı, en gizli kutusunda, kalbinin en
görünmeyen kısmında saklı biriydi. Bu hiç değişmezdi artık. Nasıl değişirdi ki?
Ama ne yazık ki zaman bazı şeyleri değiştiriyordu; hele uzaklık girdimi araya,
kaçınılmaz o sona yaklaşıyordu. Thierry onun şu anıydı, Can geçmişi ve özel
kutusu. Özel kutusunu adı gibi özel kılıp, ortaya dökmeden usulca anılarının en
korunaklı köşesine koyup, şu anı mı yaşamalıydı? Ya da kutudakileri ortaya
döküp, onlarla yaşamaya mı devam etmeliydi. Eskiyi yaşamaya devam etmesi,
muhteşem işlemeli duvarlarıyla ihtişamlı mabedinin kapısını açıp, herkese ‘bu
bizim mabedimiz, siz de bakabilirsiniz’, demekti. Can’la yaşananlar, mabedin
duvarlarındaki mükemmel işlenmiş birer resimdi ve kimse görmemeliydi onları,
büyüsü dağılmamalıydı. Girdabın ortasında kalmış gibi başı döndü, düşünceleri
bir alevleniyor bir duruluyordu.
“ Bir şey mi
söyleyecektin?” dedi Thierry, fotoğraftan kafasını Ece’ye çevirdi.
“Güzel
çalıyor, müziğe daldım,” Aklına ilk geleni söyledi karışmış düşüncelerini saklarcasına.
Eski
zamanlardan kalma bir trende gibiydi; her vagonunda farklı müzikler çalan ve
geleceğe giden rengârenk o masalsı trenlerin birinde. Geçmişi ile geleceğini
buluşturacaktı bu akşam. İlk defa karışacaktı birbirine. Aydın, Seray’la
sohbete dalmıştı. Dağcılıkla ilgili bir ders olduğundan bahsediyordu. Beraber
kampa gitmekten, en yakın gidebilecekleri yerin Işık Dağı olduğundan söz
ediyorlardı. Seray’la kafaları uymuştu. Ece’nin hoşuna gitti. Seray’ın Müge’yle
aynı evi paylaştığı ve evlerinin çok yakın olduğunu düşününce birden Aydın’la
daha sık görüşeceğine sevindi.
Derken
Aydın, Ece’ye seslendi: “Gelecek ay iki günlük kamp varmış. Sen de gelmek ister
misin?”
Soruyu Thierry
yanıtladı: “Ece’yi kaptırmam dağa, sualtı kulübüne üye yapacağız onu; karda kışta
üşütmeyelim denizkızını.”
Denizkızı!
Sadece Can ona böyle seslenirdi. İçi gıdıklandı. B.B. King “The trill is gone”
çalmaya başladı. Elektrogitarın davetkâr sesiyle, saksafonun kışkırtan tınısına
Thierry sessiz kalamamıştı. Ece’nin elini tuttu. Dün geceki sıcaklığı yine
hissedip baştan ayağı titredi. Dans etmeye başladılar. Uçak
havalandığında da şimdiki gibi bir his olurdu genelde. Tıpkı uçağın
tekerlerinin yerden ayrıldığı sırada içinin hafifçe hoplaması gibi; hızla inen
bir asansörde ayakuçlarından saç diplerine kadar bir yılan kıvraklığıyla dalga
dalga aşağıya süzüldü. Ayaklarının birbirine karışmasını engelleyemedi. Thierry
onu kendine çekti. Bulutların üzerinde dans ediyordu adeta. Thierry’nin bir
kelebeği tutar gibi hafifçe dokunduğu sırtı bir öne bir arkaya kıvrılıyordu.
Tek bir vücut olmuş, müziğin büyüsüne kapılmışlardı.
“Üniversitenin
kantininde karşılaştığımız andan beri seni düşünüyorum.”
Thierry
kulağına fısıldarken, dudaklarının ıslaklığını ve sıcaklığını hissediyor, ona
daha çok yaklaştırıyordu Ece. Şarkı bittiği halde dansları bitmemişti. O birkaç
dakika, eski bir tablodaki yaşanmış derin çizgiler küçücük bir anın içine
sığdırıldı. Ece birden durdu. Thierry’nin yüzüne bakamadan, şaşkınlığını ve
kızarmış yanaklarını sadece karlara göstermek üzere hızla bahçeye çıktı. Kaçmak
onun yapacağı en son şeydi ama şimdi yapıyordu işte. Thierry de peşinden geldi.
“Sorun o
fotoğraftaki kişi, değil mi?” dedi buz gibi bir ifadeyle.
Sessizlik
oldu. Ece, karmaşık duygularını nasıl dile getireceğini bilemiyordu; sözcükleri
doğru seçemezse Thierry’nin onu yanlış anlamasından korkuyordu. Yalnız kalmalı
ve düşünmeliydi. Nereye sürüklendiğini anlayamazken nasıl ve neyi
açıklayabilirdi ki? Bilinmezlik sessizleştirir; ya kurt olur önüne
gelene saldırırsın ya da ürkek bir ceylan olur sessizce ve hızla kaçarsın. Ece
ürkek bir ceylandı.
“Merak
ettiler, içeri geçelim.” Sesindeki tedirginlikte Thierry aradığı yanıtı
bulmuştu.
Gün
aydınlanmış, güneş ışığını karın bembeyaz masum yatağına boylu boyunca
uzatmıştı. Ece geç yatmasına rağmen erkenden uyandı. Pencereden karla güneşin
beraberliğini seyrederken derin düşüncelere daldı.
“Keşke beni
görsen…” Annesinin sesi çınladı kulaklarında. Güneşin doğuşunu denizde yüzerek
karşıladıkları günleri anımsadı. Güneşin sıcaklığıyla denizin mis gibi
kokusunu, serin ve alabildiğine mavi dingin suya kulaç atmanın hazzını
özlemişti. Annesini, babasını, hatta yaramaz kardeşini çok özlemişti.
Aydın hâlâ
uyuyordu. Bahçedeki mangal partisi dün geceki görevini başarıyla tamamlamış
hazır olda bekleyen bir asker gibi köşede duruyordu. Salonda kalmış birkaç
bardağı mutfağa götürüp yıkadı. Yürüyüş yapmaya karar verdi.
Eşofmanlarını giydi. Aydın’a bir not yazıp sessizce çıktı: “Yürüyüşe çıkıyorum.
Ben gelmeden sakın gideyim deme. Bulabilirsem sana sıcak börek getireceğim.”
Şanslıydı,
sıcak Karaköy böreği bulmuştu. Eve döndüğünde Aydın daha uyanmamıştı. Mutfağa
girip önce radyoyu açtı. Beethoven 9. senfoniyi yakaladı bir yerde. On bir
yaşında, müzik kursunda Friedrich Schiller’in Neşeye Övgü adlı şiiri eşliğinde
seslendirmişlerdi bu besteyi. Gülümseyerek mırıldanmaya başladı: ‘İnsanlığa,
doğruluğa, göğsünü aç korkma sakın… Hür doğmuştur insanoğlu, hür yaşamak
hakkıdır…’ Nasıl da bağıra bağıra söylerlerdi, piyano başındaki müzik öğretmeni
de, onlar seslerini yükselttikçe piyanonun tuşlarına daha kuvvetli basar o
coşkuyla daha gür çıkardı sesleri. Marş bittiğinde savaş alanından zaferle
dönmüş kahramanlar gibi göğüslerini gere gere keyifle böbürlenirlerdi. Kendi
kendine mırıldanıp börekleri tabaklara bölüştürürken, mis gibi börek kokusu
Aydın’a kadar gitti. Nihayet kalkmıştı.
“Sabah
konseriniz bitti mi hanımefendi? Hani bitmediyse kulaklarımı tıkayıp uyumaya
devam edeceğim de.”
“O zaman
böreği rüyanızda yersin. Ben acıktım yiyorum.”
Aydın okulun
yanı sıra, milli basketbolcu olarak Avrupa ligi maçlarına da gidiyordu. Milli
sporcu olması ona ayrı bir saygınlık sağlamış, akademinin gözdesi olmuştu. Pek
çok güzel kız vardı çevresinde. Ondan gelecek ufacık bir flört teklifi için
pervane oluyorlardı. Ama Aydın, her şeyi paylaşabileceği birini arıyordu. Bu
yönden, Can’ı kıskandığını da çekinmeden söylerdi herkese. “Can şanslı biri,
onun Ece’si var,” derdi hep. Can’ı sormasını bekledi; ama sormamıştı. Sanki
hayalet insan olmuştu Can. Kimse onun ne yaptığını, aralarının nasıl olduğunu,
onu özleyip özlemediğini sormuyordu. Bir sorsa, Ece dökecekti eteğindeki
taşları.
Özgür ile
Begüm’ün nişanında hep beraber olabileceklerken Aydın’ın gelemeyecek olmasına
üzülmüştü Ece. Eskisi gibi sık bir arada olamıyorlardı artık. Sanki Can en
uzağa gidince tüm bağlar kopmuş gibiydi. Oysa olanlarla Can’ın hiç bir ilgisi
yoktu. Her şeyi ona bağlamak takıntı olmuştu. Mesela, herkesin normal
yaşantısını sürdürüyor olmasına anlam veremiyordu. Dünyanın sonu hissine
kapılmıyordu belki; ama sona yaklaştığını hissettiği anları çok oluyordu. Onun
olmamasına alışmaya çalışıyordu bu duyguyu garipseyerek, tıpkı sevmediği bir
yemeğe zorla alışır gibiydi. Günler böyle geçtikçe hayatının aşkının yerinde
saymaya hatta ufalmaya başladığının farkına varmak, okyanusun ortasında beraber
yüzdüğü eşi ebediyen yanından yok olan yunuslar gibi sonsuz mavilikte hangi
yöne gideceğini bilememek gibiydi. Öyle yalnızdı ki. Tek sığınağı Can’dı. Böyle
hissettiği için kendini bazen güçsüz hissediyor bu durum onu kötü etkiliyordu.
Günlerdir konuşmamışlardı, son yazdığı mektuba yanıt da gelmiyordu. Sessiz
kalarak kendini unutturmak ya da unutmak istediğini düşünmeye başlamış ruhsal
yönden iyice çökmüştü.
Aydın,
Ece’yi iyi tanırdı, konuşmayıp sadece dinlemeye çekilmesi, bir konuşursa
dağların yıkılacağı, sellerin coşacağı anlamına gelirdi. Gözlerinde görmüştü
içindeki ateşi.
“ Sen her
zaman en akıllımızdın. Biz yanlış yaparken sen hep doğru olanı yaptın. Aynı
yaşta olmamıza rağmen ablalık yaptın bize. Sevgini gösterirken de aşkını
yaşarken de örnek oldun. Herkesin sevgilisi oldun,” dedi coşkuyla bağırarak.
Sonra tekrar sakinleşip,
“Şimdi de
durum aynı; bunları değiştiren bir şey yok. Her zaman doğru olanı yaparsın, sen
Ece’sin. Benim bildiğim Ece en doğru olanı yapacaktır yine. Ama bir gün gelir
de doğru olduğunu sandığın şey yanlış çıkarsa işte o zaman, ne yaparsan yap,
neye karar vermiş olursan ol, ben yanında olacağım. Karasızlık yanlış yapmaya
teşvik eder insanı. Kararsız olma. Sen demiyor muydun, kararlı olmalıyız artık
çocuk değiliz, diye”
Ece, on
sekiz yıldır topladığı tüm gözyaşlarını bir anda bırakıverdi. Her şey için ağlıyordu.
Yaşadığı tatlı anılara, hüzünlü anlara, sevginin acısına, büyümenin
gaddarlığına; hepsineydi gözünden akan yaşlar. Eski Ece’yi bilen, yeni Ece’yi
gören biri vardı yanı başında ve çocukluğunu gömdüğünü, üzerine çiçekler ekmek
üzere toprak attığını görüyordu. İki eliyle Ece’nin yanaklarını tuttu, bir
yandan gözyaşlarını silerken konuşmaya devam etti:
“ İkimiz de
sevmeyi iyi biliriz. Ve biliyoruz ki sevgi aşktan daha üstün. Sen aşkın kurbanı
olma, sevgiyi üstün tut her zaman. Yaşam sevgi üzerine kurulmuştur, aşk üzerine
değil.”
Aydın
gittikten sonra kendisini kuştüyü gibi hafif ve rahatlamış hissetti. Bir
girdabın ortasında aşağıya doğru kayarken, kurtulup çıkmış, gökyüzünün huzur
verici maviliğine kavuşmuştu yeniden. Oluk oluk akıttığı yaşlarla, içindeki
bulanık kirli suyu boşaltmış, ruhunu temizlemişti sanki.
Ecenur,
“Yaşam kendi başına zaten girdaplarla dolu, bir de sen girdap yaratma. Artık
uyan bu kör uykudan. Ayağa kalk. Sen de öyle bir sevgi var ki yeniden
canlanacak, dört elle tekrar sarılacaksın hayata,” diye geçirdi aklından.
Bir karar
vermişti. Hayatın rengârenk ve göz alıcı parlak tepside sunduğu berrak
sularından içmek, defalarca kanana kadar içmekti kararı. Hayata, güzel olan her
şeye evet demek, ‘dibine kadar yaşamaya varım’, demekti. Aldığı kararı başta
Can’a, sonra da Thierry’e söylemeliydi artık. Can’a son kez bir mektup yazdı,
buna da yanıt gelmeyecekti ama o yine de kararını açıklayacak ve uygulayacaktı.
Sevgili Can,
Günler
öylesine şaşırtıcı bir hızla akıp geçiyor ki, bir bakıyorum haftalar geçmiş,
bir bakıyorum aylar. Seninle yüz yüze yaptığımız uzun sohbetlerin, yüzme
yarışlarımızın, serserice gezmelerimizin, gülmelerimizin ve ağlamalarımızın
hepsi dün gibi aklımda. Mağarada geçirdiğimiz o gün sanki yepyeni belleğimde.
Hatırlıyor musun o sabahı? ‘Yeni bulduğum mağarayı seninle keşfetmek
istiyorum,’ demiştin. Biz birlikte keşfetmeyi severdik. Yaşadıklarımızı
paylaşmayı, birbirimize bir şeyler katmayı, göstermeyi, öğretmeyi
bilirdik. Biz birlikte büyüdük Can. Her anımda sen varsın. Hayata aynı
gözlerle baktık biz. Heyecanlarımızı, maceralarımızı, umutlarımızı, aşkımızı
paylaştık.
Bundan sonra
da yaşayacağımız, öğreneceğimiz milyonlarca şey var. Bunları da birlikte
yapmayı ne çok isterdim ah... Ama yanında olmamam hiç bir şeye engel değil,
olmasın da zaten. Sana böyle bir pranga takamam. Bu haksızlığı birbirimize
yapamayız. Aynı düşünmüyor musun? Senin de aynı fikirde olduğuna eminim. Belki
de bunu benim söylememi bekliyordun. Birlikte geçirdiğimiz tüm güzel
günlerin büyüsü bozulmamalı. Anılarımızı mücevher gibi saklamalıyız. Sen,
seninle geçirdiğim her dakika benim en değerli mücevherlerim, onları elden ele
gezdirmem, benden çalınmalarına asla izin vermem. Bunu sen yapacak olsan bile.
Sen de, ben
de durduğumuz yerde sabit kalan insanlar değiliz. Değişmeliyiz, yenilenmeliyiz;
bizim yapımız bu. O zaman benliğimiz özgür olur.
Can, biz
birbirimizi azat etmeliyiz… Hayatın bize sunacaklarını, doyumsuzca almalıyız.
Yelkenlerimizi açıp, yaşam denizinde açılmalıyız; derinlere kadar, en uzaklara
kadar. Ben ancak o zaman Ece olacağım. Sen o zaman Can olacaksın.
Ben senin
ilk aşkınım; ama son olmamalıyım.
Sana
şimdiden bir söz verebilirim; seni sevmekten ve sevmelerden, her ne olursa
olsun asla vazgeçmeyeceğim.
Hep mutlu
kal. Çocukluk aşkın Ece
***********
Mektubu
zarfa koyup vakit kaybetmeden postaneye gitti. Tuhaf şey, Can yanında olmadığı
zamanlar duyduğu o hüzün ve yalnızlık birden yok olmuştu. Sırtında bir kamyon
yükü postaneye bırakıp çıkmış gibi hafifti. Biraz yürümek istedi. Kar
durmaksızın yağıyordu; ara sokaklara girdi. Kaldırım ortasında çitle koruma
altına alınmış büyük ağaçlar vardı. Görkemli dallarında lapa lapa yağan karı
tutuyordu. Karın yumuşak serinliğini hissetmek için yola indi. Tahtadan
kızaklara binen çocuklar çığlık çığlığa kayıyorlardı. Tüm şehir onlar için
kapatılmış bir oyun parkı gibiydi. Onları izledi tebessüm ederek.
Caddeye
vardığındaysa telaşlı bir kalabalığın ortasında buldu kendisini. İnsan yığını
anlaşılmayan bir düzende, birbirlerine çarpmadan bir nehir gibi akıyordu.
Boynundaki
mor kaşkol ile siyah beyaz bir film karesinin içinde lapa lapa yağan
kar harika bir resim tablosu gibiydi. Bonkörce yağıyordu her şeyin üstüne.
Antalya’ya otobüs bileti almak için otobüs şirketinin bürosuna daldı. Omzundaki
karı hafif vuruşlarla temizledi. Dışarıda şubat soğuğunun hâkimiyeti hüküm
sürüyorken içerisi Akdeniz iklimi kadar sıcaktı. Mor kaşkolünü çıkarıp bankoya
yaklaştı. Öyle mutlu bir gülücük asılıydı ki yüzünde, bileti hazırlayan çocuk
buna kayıtsız kalamadı; somurtuk yüzü gevşedi. Ece’nin gülücüğüne aynı
karşılıkla karlı günde sıcak bir şehre gidiş bileti almaya gelenlerle ilgili
basmakalıp bir espri yaptı. Bileti eline aldığında çocukça bir huzur kapladı
içini. Kuğulu parkı gören şık bir pastaneye girdi. Manzarayı görmek için
pencere dibinde bir masa seçip bir salep istedi. Günün sıradanlığı ona öyle iyi
gelmişti ki, eve döndüğünde kafası bomboş, düşünceleri tertemizdi. Rahat bir
uyku uyudu. Sabah Thierry’e her şeyi anlatmalıydı.
Aynı
pastanede yine aynı masaya oturdu. Çok geçmeden Thierry içeri girdi. Mavi dağcı
anorağı, dağ yürüyüşü botlarıyla olduğundan daha uzun ve sportmen görünüyordu.
Yanaktan içten bir öpücükle selamlaştılar.
“Kahvaltı
ettin mi? Ben kurt gibi açım.” Heyecanını bastırmak için en lezzetli yol
atıştırmaktı. Orada bulunmalarındaki asıl amacın sanki bir şeyler yemekten
ibaret olduğu izleniminin arkasına sığındığının farkındaydı. Omlet ve sucuklu
kaşarlı tost istediler. Yıllardır arkadaşmışlar gibi sohbete başladılar. Thierry
Amasra’daki eğitime beraber gidebileceklerini söyledi heyecanla. Laf lafı
açınca Ece gelecek planlarından söz etmeye başladı. Okuldan kalan zamanlarda
mesleğiyle ilgili çalışmak istiyordu. Thierry de bu konuda ona yardımcı
olabilecek tanıdığı bir diş hekiminin yanında çalışmasını
sağlayacaktı. Ece havadan sudan ve günlük şeylerden konu açarak, asıl
söylemek istediklerine bir türlü gelemiyordu. Nasıl başlayacağını bilmiyordu.
Hararetli sohbetlerinin ardından derin bir sessizlik oldu.
“Bana başka
bir şey mi söyleyeceksin?” diyerek, Ece’ye asıl konuya girme fırsatı verdi.
Ece
kahvesinden bir yudum alıp, “Can’a bir mektup yazıp, beni azat etmesini
söyledim,” dedi bir anda.
Thierry o an
kendini kötü hissetti. Sanki gece gündüz o ismi sayıklıyormuş gibi Ece'nin
ağzından ne kadar rahat çıkmıştı. Aynı o fotoğrafı gördüğünde hissettiği
kıskançlık duygusu birden yine kapladı içini. Aşk, zehirli bir sarmaşık
gibi sarıyordu bedenini. Ece'nin de bunu hissettiğini şimdi anlamıştı. Ece ona
geliyordu. Şaşkınlıkla heyecan birbirine karıştı. Sessizlik oldu. Bir şeyler
daha söylemesini bekliyor gibiydi. İyice emin olmak kendini önünde berrak akan
nehre artık tamamen bırakmak istiyordu. O sırada Ece masaya doğru eğilip
yumuşak bir buse kondurdu Thierry’nin dudağına. İşte bu öpücük tüm sorularının
yanıtıydı.
Yaşadığı
büyük ve masum aşkının önünde saygıyla eğiliyordu ancak Can’ın aralarında bir
karaçalı gibi durma ihtimalini düşünmeden edemedi. Bu duruma katlanamayacak
kadar âşık olmuştu Ece’ye. Bir gün yolun ortasında yalnız kalmaya dayanamazdı.
Davetkâr yeşil gözlere baktı. Onun için her şeye katlanabilirdi.
“Göreceksin,
çok mutlu olacağız; sana göstermek istediğim o kadar çok şey var ki… Hiç zaman
kaybetmek istemiyorum.”
Thierry
minik ama büyük etkiler yaratan bir öpücükle otogardan uğurladı sevgilisini. Heyecandan
uyku tutmadı Ece’yi. Biraz kitap okudu, otobüsün nazlı ve titrek ışığı gözünü
yorunca kapatıp hayallere daldı. Son öpücüğü ve konuşulanları düşündü. Rüyada
gibiydi. Sanki hiçbiri gerçek değildi; bir sabah uyanacak ne diş hekimi okuyor
ne de Ankara’da yaşıyor olacaktı. Gün aydınlanmak üzereyken uykuya dalabilmişti
Rüyasında denizin derinliklerinden gelen çığlık seslerine uyandı irkilerek.
Gözünü
açtığında otogarın hengâmesiyle karşılaştı. Yolcular birine ya da bir yere
kavuşmanın gizli heyecanını dışa vuruyor kaçar gibi otobüsten iniyorlardı.
Pencereden dışarıya baktı, gözleri babasını arıyordu. Valizini alırken arkadan
tanıdık bir ses duydu.
“Eski
sarayınıza hoş geldiniz güzel prenses, yolculuğunuz nasıl geçti?”
Dünyadaki en
büyük aşkı, her şeyden ve herkesten büyük sevgilisi babasının sesiydi.
Kollarına atıldı özlemle. Bu güvenli ve huzurlu omuzları hiç bir şeye
değişmezdi.
“ Güzeldi
babacığım; ama çok yorgunum, yoğun bir ay geçirdim, malûm sınavlar…”
“Annen evde
bekliyor. Seni eve bıraktıktan sonra maalesef ben hemen çıkacağım. Akşam
görüşürüz artık,” dedi babası saçını okşayarak.
Ece
kendisini bildi bileli babası gece gündüz demez hep çalışırdı. ‘Sevdiğin işi
yapmak, evde seni bekleyen sevdiklerine kavuşmak kadar güzeldir,’ derdi hep.
Bir gün bile sitem etmez, evine hep mutlu ve güler yüzle dönerdi. Ece de,
babası gibi işinde ve evinde mutlu olmayı hedefliyordu.
“Ne garip!”
dedi kendi kendine, sıcak akan suyun altında ferahlamaya çalışırken. Büyüdüğü
evde misafir gibiydi şimdi. Sınırlı bir zaman için gelmişti ve süresi dolunca
tekrar kendi evine, yeni yuvam dediği yere geri dönecekti. Hayata, annesinin
karnından ince bir bağla bağlıyken, gaddar bir makasla kesilip, dokuz ay
boyunca evi, vatanı, besin kaynağı, her şeyi olan sıcacık güvenli yerinden koparılıp
varlığını çığlıklarıyla dünyaya gösterdiği andan itibaren birey olmaya
başlıyordu insan. O incecik göbek bağı zamanla yerini büyük duygusal bir bağa
bırakıyordu. Daha kalın, daha güçlü ve kimsenin çıplak gözle göremeyeceği,
yüreğinden kalın bir halatla bağlıydı annesine. Ve o halat, bir makas
darbesiyle koparılıp atılamazdı kolayca. Annesinin mis kokusuna sarılarak biraz
uyumak ne iyi olurdu; ama bu hayat hengâmesinde pek mümkün değildi o kokuyu
eskisi gibi duyumsayabilmek.
Ece
duştayken Melis gelmiş, Sharlotte onu içeri aldıktan sonra işe gitmek üzere
aceleyle çıkmıştı evden. Melis, Ece’nin duştan çıkmasını bile beklemeden, son
dedikoduları kapı arkasından anlatıverdi bir solukta. Duştan çıktıktan sonra da
sürdü gevezeliği; yerel bir radyo kanalında işe girmiş, şık döpiyesler ve
topuklu ayakkabılar giymeye başlamış, yaşadığı olaylar cemiyet haberlerinin
yazıldığı sayfalardan fışkırır olmuştu. Eskisine göre güzelleşmişti.
Noir Desir’
in yeni albümü Veuillez rendre l'âme (à qui elle appartient)( Ruhu, ait olan
kişiye verir misiniz?) Türkiye’de kolay bulunan bir albüm olmadığından, grubun
adını bir elin parmakları kadar az insan bilirdi. Fransız bir rock grubuydu. Bu
grubu lise birinci sınıfın yazında tanımışlardı. O yazı, öğrenci değişimiyle
yanlarına misafir gelen Fransız bir kızla geçirmişlerdi. Maiolaine,
hayatlarında hiç görmedikleri kadar koyu saçlı, deniz mavisi ve kocaman gözleri
olan, hafif balıketli bir kızdı. O zamana kadar, Fransızların sadece klasik
gitarla çalınan hafif müzikleri dinlediklerini ve tanrının verdiği bir
ayrıcalıkla her daim ince olduklarını düşünmüşlerdi. Fakat karşılarına rock
müzik dinleyen, siyah giymeyi kural edinmiş, etine dolgun, bol şekerli sert
kahve kıvamında bir kız çıkmıştı. Onlara göre Fransızlar, klasik müzik dinleyen,
sarı saçlı ve incecik kişilerdi; Maiolaine ise bu düşüncelerini çürütüyordu.
Hep birlikte yaz boyunca bıkmaksızın Noir Desir dinleyip nakaratları ezbere
söylemişlerdi.
Melis,
albümü eline alınca çığlık çığlığa bağırmaya başladı: “Nereden buldun bu plağı?
Ben aramayı bırakmıştım artık.” Melis’i buluştukları ilk dakikalarda mutlu
etmeyi başarmıştı Ece; kendisini, sevdiklerini mutlu etmeye adamış biri olmayı
seviyordu.
“ Kırk yıl
düşünsem aklıma gelmeyecek bir yerde karşıma çıkıverdi,” dedi.
Tunalı Hilmi
caddesinde gezerken bir pasaja girmiş, alt katında, koridor gibi ince uzun bir
kitapçı bulmuştu. Ellili yaşlarında, uzun saçlı, elinden purosu hiç eksik
olmayan birine aitti bu küçük dükkân. Bir köşesinde blues, jazz, punk, klasik
tarzlarda, fazla rağbet görmeyen sadece ilgilenen bir grup insanın dikkatini
çekecek eski plaklar satıyordu. Ece define bulmuş gibi sevindi burayı
gördüğünde. Sonrasında sık sık uğramaya, sayfaları sararmış ve bükülmüş eski
kitaplar almaya başladı. Noir Desir işte bu küçük dükkânda karşısına çıkıverdi.
***********
Begüm’ü
nişan elbisesini üzerinde prova ederken buldular.“Nişana iki gün kalmış, daha
elbise hazır değil!” diye söylendi Ece. Begüm çabuk panik olan bir kızdı; eli
ayağı dolaşıverdi birden.
“Ece, ne
yapacağız, ya yetişmezse? Son durumdan da haberim yok, Özgür halledecekti diğer
işleri; umarım hiçbir şeyi eksik bırakmaz.”
Ece hemen
lafı dolandırıp durumu toparlamaya çalıştı. Belli ki Begüm’ün biraz rahatlamaya
ihtiyacı vardı; nişan stresi onu çok germişti ve sıklıkla sinir boşalmaları
yaşamasına neden olmuştu. Ece onu oyalamak için komik çocukluk anılarını
anlatmaya başladı. Saklambaç oynarlarken saklandığı çukurda nasıl
uyuyakaldığını, akşama kadar tüm şehrin seferber olup onu aradıklarını, en
sonunda da çamurlar içinde uyurken bulduklarını kahkahayla gülerek anlattı.
Okuldan kaçıp mağara keşfine çıktıkları o yağmurlu gün ise altı yakın arkadaşın
hayatları boyu unutmayacakları anlarla dolu, adeta tozpembe rüyalarından gri
puslu gerçeğe uyanışlarını simgeleyen bir gündü. Ama diğer yandan bir aşkın
doğmasına neden olmuştu o gün. Begüm’le Özgür’ün aşklarının başlangıcına
tanıklık etmişti o karanlık, nemli ve soğuk mağara.
Begüm’ün
gerginliğini yatıştırdıktan sonra, kafeteryaya gittiler. Hem Lale Abla’ya
merhaba diyecek hem de hazırlıkları kontrol edeceklerdi. Allahtan Lale Abla,
her şeyi ayarlamış, onlara yapacak pek bir iş kalmamıştı. Altında denizin mavi
bir halı gibi serildiği, dik bir kayanın üstünde, sadece camla kapatılmış
çardağın yumuşak koltuklarına serserice ve kaçamak bir rahatlamayla
yayılıverdiler. Tarifi Lale Ablaya ait özel limon likörlü kantlar, önlerindeki
cam sehpanın üzerinde, kışkırtıcı sarı rengiyle kırıtıyordu. Ece’nin
sabırsızlığı yüzünden rahatlıkla okunuyordu, olanları kan kardeşine anlatmak
için en uygun zamandı.
“Dr. Ecenur
Hanım, anlatmaya başlayınız, neler oluyor? Dilin şişecek yoksa!”
“ Ama ne
olur ani tepkiler verme, önce beni sonuna kadar dinle, tamam mı?”
Ece’nin
gözlerindeki parıltı ve dudaklarındaki heyecanlı tebessüm, Melis’i iyiden iyiye
meraklandırmıştı.
“ Ben biri
ile tanıştım…”
Hiç bir
ayrıntıyı atlamadan, adeta bir aşk romanı anlatır gibi anlatıyordu her şeyi.
Melis bir şey söylemiyor sadece dinliyordu. Ece’nin hayatıyla ilgili önemli
adımlar atması, arkasına dönüp bakmaması, cesurca ve sağlamca ayaklarının
üzerinde durması Melis’in yapabileceği şeyler değildi. Ama Ece yapabilirdi;
çünkü o cesurdu. Can’la ayrılmalarına pek şaşırmadı Melis. Her güzel şeyin bir
gün biteceğini çok iyi biliyordu.
“ Bana Thierry’den
bahset, nasıl biri?”
“Çok çekici
ve akıllı; yanındayken hem sakinim hem de heyecanlı. Bana dokunduğunda tüm
bedenimi tatlı bir ürperti kaplıyor. İçimde kötülüğe dair hiçbir şey kalmıyor.”
Arkadaşı
için gerçekten sevinmişti Melis. Onun üzülmesini, kırılmasını istemezdi, kan
kardeşiydi çünkü o. Her ne kadar Ece’den daha çocuk ruhlu olsa da, ay farkıyla
büyük olması Ece’ ye ablalık etme içgüdüsü doğurmuştu içinde. Pek çok flört
yaşamış ama aşkı hiç tatmamıştı. Pervasızca yaşamayı seven, bir günün diğerine
benzemesinin boş yere oyalanmak olduğunu düşünen, çılgın ama sırdaş bir
arkadaştı. Ece’nin gördüğü şeyleri, Melis başka boyutlardan gösterirdi; böylece
bütünün her boyutunu görürlerdi beraberce. O yüzden, Melis’in fikri önemliydi
Ece için. Can konusunda üzülmesini beklemiyordu onun, çünkü çok iyi biliyordu
ki Melis’in tabiatına ters düşerdi böyle davranmak. Ama ölenin ardından ufak da
olsa duygusal bir konuşma yapılmaz mıydı? Yakın arkadaşlıkları hatırına en
azından onu yapar sanmıştı. Ama onun tepkisi, “Oh be, artık yeni ufuklara aç yelkenlerini
sonuna kadar” der gibiydi.
“Hayatı
basit düşünmek bunun gibi bir şey. Ama ben neden yapamıyorum…” diye düşündü
Ece.
*******************
Sade ama şık
bir tören oluyordu. Bir ara Özgür, Ece’nin yanına yaklaştı.
“Can aradı
tebrik etmek için. Bu yaz bir hastanede stajyer olarak başlayacakmış.”
Ece, ”Onun
adına sevindim” dedi donuk bir sesle. Gelmemesindeki asıl sebebin gerçekten bu
olmasını diliyordu. Ece’yle yüz yüze gelmemek için aralarındaki özel olan her
şeyi paramparça ederek, kayıplara karışacaksa; kalbi çok kırılmış, derin yara
almış bir erkeğin, mağrur cesaretini bırakıp saklanması demek olurdu. Bu
Can olamazdı, o yüzleşirdi.
“Biz uzun
zamandır konuşmuyoruz, en son mektubuma cevap yazmadı. Artık beklemeyi bıraktım.”
Bir veda
mektubuyla yolunu ayırdığını söylediğinde, bunu kanıksamaya başladığını fark
etti Ece. Sözcükleri bitmişti artık. Konuyu uzatmak istemiyordu, kapatmanın en
doğru yol olacağını söyledi; hem de bir daha bahsetmemek üzere.
*******************
AŞK GÜCÜNÜ
NEREDEN ALIR?
Hayatının
tam ortasında Thierry vardı artık. Sevmek, sevilmek, aşkı yaşamak; Âdem ve
Havva’dan miras, nesilden nesle hiç evrimleşmeden Ece’nin hayatına da girmişti
pervasızca. Her aşk insanda başka hevesler yaşatıyordu. Birer kapıydı her
geçişte sonsuzluğa uzanan. Hep bir ulaşma telaşı, varma hırsı. Adı aşktı. Can’a
yazdığı o duygu dolu veda mektubunun ardından uzun süre haber alamamış, nihayet
o gece bir telefon gelmişti. “Seni sevmeye devam edeceğim.- sessizlik- Ama sana
da hak veriyorum; çünkü anlıyorum.-sessizlik- Kendine iyi bak çocukluk aşkım, –
bitiş-” Demişti kulaklarından hiç gitmeyen o tanıdık ses. Can’ı tamamen
kaybetmek istemiyordu. İşte şimdi, bu kısa ve öz telefon görüşmesi deli
ihtirasını hafifletmiş, midesinde oturan obur kemirgen fareyi yok edivermişti.
O, Ece’nin en değerli gizli kutusundan hiç ayrılmıyor, sonsuza dek orada
kalmaya söz veriyordu. Sonra bu ihtirasın diğer yüzünü, hayatına bambaşka
anlamlar katan yanındaki erkeği düşündü. O mükemmeldi.
Ağaçların yeşermeye,
çiçeklerin açmaya, gökyüzünün duman griliğini terk edip mavileşmeye başladığı
mayıs ayında, tüm üniversitelerde bahara merhaba şenlikleri yapılırdı. Diş
Hekimliği Fakültesi de, adına yakışır büyük bir ‘hoş geldin bahar’ partisi
verecekti. Parti bölüm binasının önündeki büyük alanda olacaktı. Ece’nin aklına
harika bir fikir geldi. Bir diş macunu firmasının finansal desteği ile devasa
büyüklükte, diş kökü şeklinde bir balon yaptırdı. Balonun çevresine de kalın
yumuşak uçlu keçeli kalemler koydu. Partiye gelenler balona imzalarını atacak,
balon partinin büyük uğurcağı olacaktı. Bölüm başkanından söz de almıştı, balon
hep bahçede kalacaktı.
Balona imza
atma açılışını, Ece ile Thierry yaptılar. Kocaman harflerle “Bütün çılgın
‘dişçiler’ burada! E T” yazdılar. Arkası kesilmedi yazıların. Şiir yazanlar,
karikatür çizip balonlarla konuşturanlar, harika bir duvar yazısına
dönüştürmüşlerdi balonu. Ece’nin bu uçuk fikri çok rağbet görmüş, gecenin
eğlencesi olmuştu. Bir şeyi başarmanın sarhoşluğu, isminin tüm fakültede
duyulmuş olması, gururunu bir hayli okşadığı gibi, insanın varoluşunda ve
ilerlemesinde ana kaynak olan ‘doyumsuz tatminin’ de su yüzüne çıkmasına sebep
olmuştu. Başarı sarhoşluğu arzularını yerine getirme cesareti veriyor ve bir
anlığına da olsa, yarını düşünmeden yaşamanın keyfini çıkarma zevkini
tattırıyordu. Aylardır süren beraberlikleri boyunca, vuslata erememiş efsane
âşıklar gibi romantizmin masumane keyfiyle yetinmiş, aşkın yaramazlığındaki o
gizemli, şeytani çekiciliği hâlâ yaşamamışlardı. Birbirlerine ve aşka
ihtiraslarını dindirme zamanı çoktan gelmiş, zevk sarhoşluğunu yaşama merakı
ruhlarını esir almıştı.
Ece, “ Bu
gece sana sarılarak uyumak istiyorum” dediğinde, Thierry olur demeye bile gerek
görmedi, sadece dudaklarına dudaklarıyla bir evet yanıtı bıraktı sessizce.
Ece’yi kor ateşi kadar, hararetle arzuluyorken, kendisine özgü naifliğini de
asla terk etmiyordu. Romantizmin egzotik kokusu başlarını döndürüyor,
dokunmadan sevişiyorlardı gözleriyle. Akşamın hafifçe tüyleri ürperten ılık
bahar serinliği, her nasılsa, kuytuya saklanıp gafil avlama planları yapan,
sinsi bir vahşi hayvanın aniden karşıda bitivermesi gibi, bir anda buz gibi
soğuğa dönüvermişti gecenin üçünde. Soğukla tamamen ayılıp, çakır sarhoşluğu
donuk sokaklara teslim etmişlerdi eve girdiklerinde. Geçici sarhoşluktu teslim
edilen, asıl ruhlarındaki capcanlı fıkırdıyor, köpürüyordu anbean.
Salonun
perdelerini açıp, bahçenin yeşilliğinde oynaşan ay ışığını içeri aldı ve
konsolun üzerinde duran mumları yaktı. Alevler dans ettikçe, loş ışıkları
etrafa yayılıyordu. Ayın görkemi ve mumların işveli göz kırpışları, romantizmin
büyülü atmosferini tamamlıyordu. Thierry, elinden tutup büyük koltuğa doğru
kibarca çekti onu. Kelimelerin bittiği andı bu an. Dudakları birbirine her
değdiğinde Ece’nin yüreği yerinden fırlıyordu sanki. Bu bir gün geçer miydi
acaba; ama geçmiyordu, ilk günkü gibi aynı şiddetini koruyordu. Güvenli
avuçların arasında, ısıtılmayı bekleyen minik kuş gibi tüm bedeni titriyordu.
Sevginin sıcaklığına muhtaç bir serçeydi şimdi. İnce narin bir kristale dokunur
gibi pürüzsüz, zarif yüzünde, bal rengi saçında gezdiriyordu ellerini. Bir
melek gibi masum, yavaş yavaş derisini yüzerken, kurbanını kutsamakta olan
şeytan gibi gizem doluydu. Bluzunun düğmelerini açtı, bir dokunuşla saçlarını
serbest bıraktı.
Thierry ona
bakmaya doyamıyordu. Çok anlamlar saklı, değerli bir tablonun gizemini
yakalamaya çalışan bir sanatsever gibi seyrediyordu. Deniz dalgası uzun saçları
göğüslerine kadar inmiş, dünyanın en güzel abidelerin önünde eğilir gibiydi. Bu
abideleri gören mum ışıkları daha da coşmuş, sanki daha ritimli dans
ediyorlardı vücutlarının üzerinde. Dolgun dudaklarının arasına aldığı açık
buğday rengi mükemmel uçlar dikleşmiş, iyice belirginleşmişti. Elleri tenin
ipekliğiyle erimiş, Ece’nin vücuduna akıyordu. Dudakları birbirine değdiğinde
sihir kapıdan içeri girdi. Teninin egzotik meyveleri andıran çekiciliği,
vücudunu çıra gibi yakan sıcaklığı, tropikal ormanın ortasında çırılçıplak
bırakıyor, alev alev teni, can suyu almışçasına nilüferlerle dolu bir nehirde
yüzer gibi serinliyordu. Denizin sahile sakince vuran dalgalarındaki ahenk gibi
vücutları da nazikçe bir ileri bir geri gidiyordu. Mırıltılar, şehvet ve aşk
kokuyordu. Saatlerce seviştiler, ibadet eder gibi, dünyanın merkezinde duruyor
ve her şey çevrelerinde dönüyor gibi. Sonra arkasından sarıldı, halının üstünde
kuş tüyüne uzanan iki kelebek gibi rahat ve huzurla uyukladılar. Güneşin
doğuşuna şahitlik eden kuşların cıvıltısı duyuluyordu. Bir tanesi, merhaba
dercesine evin içine doğru ötüyordu. Ece, yavaşça Thierry’e döndü, gözüyle kuşu
gösterdi. Her ikisinin de yüzünde beliren aynı dinginlikle kuşu izlediler,
gülümsüyordu. “Bak gülümsüyor” dedi Ece. Huzurlu bir rüyaya daldı.
*******************
Amasra
Virajlı
yolda yeşil giymiş dağları yara yara ilerliyorlardı. Yol engebeli ve dardı.
Manzara; ‘sabırlı ol birazdan dünyadaki cennetle buluşturacağım’, der gibi her
taraftan göz kırpıyordu. Kimi zaman göğe uzanırca yükseliyor, kimi zaman da
dünyanın merkezine iniyormuşçasına salınıyordu.
Sualtı
kulübü öğrencileri eğitim için Amasra yolundaydı. Peugeot marka on dört kişilik
minibüsün içindeki dokuz kişi yayıla yayıla yolculuk yapıyordu. Ece Thierry’nin
omzunda, uykulu gözlerle manzarayı seyrediyordu. Al yanaklı tombul kadınların, dünyanın
en rahat giysisi, geniş ağlı şalvarlarıyla kilim desenli yazgıların üstünde
bağdaş kurup o yörenin otlarını katık edip gözlemeler açtığı; eğri büğrü ama
temiz çardakların saray odaları gibi rengârenk minderlerle süslendiği,
hizmetleri gülücük, lezzetleri sevgi olan bir yerde mola verdiler. Burada bütün
günü geçirebileceğini düşündü Ece. Amasra’ya çok kalmamıştı. Çakraz Koyu’nda
denize sıfır bir apart dairede kalacaklardı. Apart otel aslında şirin, temiz ve
kocaman bir evdi. Sahipleri kulübün fahri üyesi, deniz aşığı Ankaralı bir karı
koca idi. Yüksek mertebede memurluk yaparken her şeyi boş verip buraya
yerleşmişlerdi seneler önce. Çocukları olmadığı için gelen herkese kızları
oğulları gibi davranıyor, aile sıcaklığı ve mutlu bir ev ortamı sunuyorlardı.
Bu dünyada hâlâ güzel insanların ve farklı hayatların olduğunu ispatlayan, ders
çıkarılacak bir yaşam öyküleri vardı. Thierry eğitmenlik ayrıcalığını
kullanarak Ece ile ikisi için, evin en geniş odasını almıştı.
Kulüpteki
diğer kızların kıskançlık dolu bakışları, Ece’nin libidosunu öyle kabartıyordu
ki, imrenilen kişi olmak ona vahşice zevk veriyordu. Her kızın onunla olmak
istediğini gayet iyi biliyor, hatta onları anlıyordu; mükemmel bir adamdı çünkü
erkeği. Yürüyen bir güven ve güç abidesi; Tanrı yarattığı tüm güzelliklerin
neredeyse hepsini tek bir kişiye bahşederek, diğerlerinin gıpta etmesini
istemişti. Ve ona aitti. Bu bir övünç kaynağı değildi belki; ama çok zevk veren
bir sahiplenme duygusuydu. İnsanoğlunun uğruna öldüğü, doğduğu, ağladığı,
güldüğü, hırslandığı, kırıldığı, yok olup yeniden var olduğu, kısaca yaptığı
her şeyin özünde sevmek vardı. Sevmek fiilinden türediği için ‘sevgilim’
sözünün ululuğu ve kutsallığı her şeyin üstünde geliyordu. Erkeğinin gözlerinin
içine bakarak, ’sevgilim’ demesi Ece’nin ayağını yerden kesmeye yetiyordu.
Otuzlarına geldiklerinde beraber olmayacaklardı belki; ama onun yakınında olup
orta yaş olgunluğuyla daha da mükemmelleşen yüzünün, bebeksi şeklinden resim
gibi düzgün, olgun hatlara dönüşünü, dalgasız deniz kadar sakin; ama kadınları
baştan çıkarıcı mimiklerini, sesinin tonundaki cazibenin nasıl kasıp
kavurduğunu görmeliydi. Geleceği görebiliyor olsaydı da şimdi o anlarını
seyretseydi.
Kısıtlı
zamanları ve sıkı bir eğitim programları vardı önlerinde. Dalgıç elbiseleri
giyildi, teker teker suya atlandı. Ve nihayet, mavinin büyüsüyle buluşma vakti
gelmişti.
Ece
hislerini şöyle yazdı defterine:
“Yanımızdan
geçen bütün balıkları selamladım. Dünyadaki bütün renkler, aynı zamanda
derinliklerdeki yaşamın da birer parçası sanki. Kırmızı, yeşil, mor. Gökkuşağın
tüm renkleri, birer su dansçısı gibi oynaşıyorlar. Çizgili, benekli balıklar
gördüm, telaşlı ve güleçtiler. Kırmızı denizyıldızı oluyormuş, kan kırmızı hem
de. Bir masalın içindeyim, harikalar diyarında keşfe çıkmış gibiyim.
Alabildiğine bir maviliğin orta yerinde minicik bir balığım. Yanımdan grup
halinde dünya gözümle hiç göremediğim, sadece balık gözlerin gördüğü bir
yolu takip ederek simetrik zikzaklarla hızlıca geçiyorlar. İnanılır bir şey
değil, dans ediyorlar. Takip ediyorum. Bir kayanın çevresinde toplanıyorlar.
Sonra, tırnağımın ucu kadar minik balıklar türüyor kayanın arkasından.
Rengârenk su damlacıkları gibiler, o anda doğmuş olmalılar. Ne muhteşem! Öyle
bir duygu ki, kendimi insan gibi yürüyerek yaşayan değil de, sadece suda yüzen
bir canlı yerine koyabiliyorum artık. Balık olsam ne yaparım şimdi deyip balık
aklıma göre hareket edebiliyorum suyun altında. Bir iki şişe vardı dipte,
çıkarken aldım onları. O şişelerin bırak yanında durmalarını, yakınından bile
geçmiyorlardı. Başka bir dünyadan gelmiş yabancı bir cisim. Pislik, bozguncu,
doğaya saygısız ve ileriyi göremeyecek kadar kör iki ayaklı canlıların yaşadığı
bir dünya. İnsan neden bu kadar düşüncesiz olabiliyor ah. Biri uzaydan çöpünü
dünyana, hatta evinin önüne atsa ve o çöp ölüm yaysa nasıl hissedilirse onlar
da öyle hissediyor. Bundan sonra masum ve temiz yaşamayı hak eden canlıların
önünde eğileceğim. Çok teşekkür ederim sevgilim bu güzelliğin farkına varmamı sağladığın
için. Sonsuza dek burada kalabilirim. Keşke yüzgeçlerim olsaydı. O zaman daha
derine dalabilirdim…”
BÖLÜM
III
MUCİZE İLE
GELEN ENDİŞE
“Oh my
little lover light. I miss you very much” diyordu anneannesi telefonda. Ece
yarın yanında olacağını, özlemin sona ereceğini sevinçle haykırdı. Hemen her
yaz olduğu gibi bu yaz da anneannesinin yanına İngiltere’ye gidiyordu. Katolik
geleneklerine bağlı bir ailenin içinde büyümüş, muhafazakâr kurallara
talepkârca boyun eğen, İngiliz kültürünün eşsiz temsilcisi büyük annesini
özlüyordu. Kızının bir Türk ile evlenmesine karşı çıkmış kendine hasret
prangası takmıştı. ‘İyi insanları Tanrı hemen yanına alır’ kehanetinin
gerçekliğini ispatlarcasına zamansız vefat etmiş iyi huylu dedesinin bonkör
insafına gelip büyük annesi çözümlenmesi zor, geri dönüşü sancılı ve acımasız
kararından caymıştı. Ama ne yazık ki anne kız arasına mesafeler girmişti bir
kere. Sharlotte Türkiye’ye geldi geleli bir kere bile yaşadığı yeri görmek
istememişti. Onun yerine Londra’nın kozmopolit hengâmesinden kaçıp, sahil
kasabası Newhaven’daki küçük evine taşınmayı seçmişti, yarım asırdır aynı
yatağı paylaştığı kocasını kaybettiği o kış. Kızına katı olduğu kadar torununa
anlayışlı ve sevgi doluydu. Ece büyük annesinin kızına özlemini onunla
gidermeye çalışan tatlı bir inatçı olduğunu düşünüyordu. Ama onun tonton
yumuşak yüzünü görmeyi seçiyordu.
Havaalanının
hatırı sayılır kalabalığının ortasında iki sevgili yüz yüze ve el ele
duruyordu. İlk uzun ayrılıklarında mahzun ve mutsuzdu ikisi de.
“Seni
şimdiden özledim” dedi Thierry.
“Nasıl
geçireceğim koca yazı? ” diye ekledi sonra.
Ece bu
seyahatlerini hep dört gözle beklerken şimdi de ayakları geri gidiyordu.
Sımsıkı sarıldı erkeğine. Yüzünü ensesine gömdü ve kokusunu her özlediğinde
çıkarmak üzere burun deliklerinin gizli bölmelerine saklayana dek çekti. Güçlü
ve güvenli kollar onu hep sarmalasın hiç bırakmasın istiyordu. Kreşe yeni
başlayan küçük bir çocuğun annesinin süt kokan masalsı kucağından başka ellere
bırakıldığında bilinçaltına yer eden, ‘aslında tek başınasın’ duygusuna
benziyordu ayrılma anı. Ayakları beyninin komutlarıyla kimsenin baskısı olmadan
uzaklaşırken, kalbinin komutları ellerine hükmediyor, sevdiğine uzatıyordu
tutmak için. Ama ayakları kazanıyordu yürek akıl oylaşmasını. Ruhunu bırakıp
bedenini götürmek paramparça ediyordu.
Saatine
baktı, uçağına saatler vardı. Terminalin en merkezi restoranına oturup koşuşan,
yürüyen, gülen, ağlayan, kızgın, telaşlı insanları izlemek onun her yolculukta
yaptığı bir seremoniydi. Yüzlerindeki ifadelerden o anda neler
düşündüklerini hayâl eder, derken kendi ruhuna da seyahat başlardı. Küçük
yol ajandasını çıkarıp yazardı durmadan. Restoranın deri dekoruna uyumlu
önlüğüyle sipariş almaya gelen garson kıza, tavuk şnitzel ve bir kadeh beyaz
şarap sipariş etti. Yazmaya başladı. Hiç bir şeye bağlı kalmadan istediği yerde
keyif aldığı şeyleri yapmanın özgürlüğünü hiçbir şeye değişmezdi. Saatlerin
nasıl geçtiğini anlamadı. Kabinde yerini bulup kırmızı çantasını koltuğun
altına yerleştirdi. Dergilerini kucağına koydu. Yolcular gelmeye
başlamıştı.
Çok
geçmemişti ki bir adam Ece’yi yeni bir şey keşfetmiş de çözmeye çalışıyormuş
gibi dikkatle izliyordu. Adam sık aralıklarla dönüp Ece’yi göz tacizine maruz
bırakıyordu. Sinirlenmişti. “Bu ne zannediyor kendini! ” diye homurdandı kendi
kendine.
“Bu
inanılmaz, çıldırıyorum her halde!” Gözlerine bir leke gibi saplanmış o büyük
yeşil gözler yıllara meydan okurcasına, masum güzelliğinden hiç bir şey
kaybetmeden nasıl karşısında capcanlı durabilirdi. Yeşil gözlü kızı
aldatmasının üzerinden tam yirmi beş yıl geçmişti; ama vicdanındaki yeri hâlâ
tazeliğini koruyordu. Onca yıldan sonra aklından hiç çıkmayan gözleri
karşısında buluvermişti Daniel. “ Excuse me!” dedi ürkek bir sesle. Ece meraklı
gözlerini ona çevirdi.
“Çok eskiden
tanıdığım birine benzettim de sizi…”
“ İnsanlar
birbirlerine benzer bayım!”
“Yıllar
şahit olmasa, o olduğuna yemin edebilirim.”
Ece, adamı
nedense hoşgörü ile karşıladı. Kibardı ve saygılı konuşuyordu. Sohbete
başladılar. Adam büyük aşkını şiir gibi anlattı Ece’ye. Gençlik aşkı ile
yaşayan çocuk ruhlu bir adamdı galiba. Kanı ısınmıştı. Daniel’in cüzdanında
hâlâ duran bir fotoğrafı vardı.
“İşte benim
Sharlotte’um bu.” Ece şaşkındı. Annesinin hayatında hiç görmediği bir
fotoğrafına bakıyordu. “My God. It’s my mom!”
“Biliyordum,
bir gün onu bulacağımı biliyordum!”
Dört saatlik
yolculuk boyunca Sharlotte’u konuştular. Ece'nin yaşından beklenmeyecek bir
olgunluktu onunki. Uçaktan indiklerinde yakın iki arkadaştılar.
“Sharlotte’dan
af dilemek ister misin?' dedi ve annesini aradı. Telefonu Daniel'a verdi. Adam,
küçük bir çocuk gibi titriyordu. O ses içini titretti. Ece’nin ona
benzerliğinin hayatın ona bir şakası olduğunu söyledi. Sharlotte’la konuşmak
bir mucizeydi, vicdanıyla hesaplaşması sona erecekti işte. Beyaz kanatlarını
ezgiyle savurarak, omzuna konan bir melek gibi, tılsımlı okuyla Daniel’in
lanetini tam on ikiden vurmuş Ece birkaç saatte onun en değerlisi olmuştu.
İnsan, anne babasını başkasını severken düşünemiyordu. Bu hikâyede, yeni tanıştığı
bir adam ve onun eski sevgilisi Sharlotte vardı.
Daniel
Ece’yi hemen bırakmak istemedi. Hayatın mucize olduğunu hatırlatan meleğine
minnet duygularıyla her şeyini miras bırakmak isteyen bir ölümcül gibiydi. Ece,
Newhaven’a gitmek için tren istasyonuna gidecekti. Trene binerse Daniel’in
hikâyesi de bitecek, hayalinde biri olarak kalacaktı sanki. O gün trene
binmedi.
Londra’nın
göbeğinde küçük gösterişli çatı katında pencereden şehri ayaklar altına seren
manzaraya bakarken Ece büyükçe bir nefes aldı, sonra şehri içine gizlemek
istercesine usulca bıraktı. Hemen yakınlarda Hint restoranlarında pişirilen
baharatlı yemeklerin sokaklara yaydığı kekremsilik, ayakkabı mağazalarından
yayılan deri kokusuna karışıyordu. Dinmeyen yağmurların havada bıraktığı mis
gibi toprak kokusu ise hepsini bastırıyordu. Londra’yı anımsatan o kokular
burnundan beynine hücum ediyordu. Pizza sipariş ettiler. Daniel’in renkli bir
kişiliği ve ilginç anıları vardı. Uçakta yaşadıkları hayat tarzını özetlemişti
meğer.
Ertesi
sabah, pencereden sızan güneşle gözünü açar açmaz, rüyasında annesini
görmüş dün yaşadıklarını sorgulamıştı. Annesi düşünde yanaklarını gözünü
öperek uyandırıyordu. Acaba üzmüş müydü onu? Hayat ne ilginçti. Yaşam
denen büyük mucizenin içinde hep minik sürprizler vardı. Belki annesi de içinde
kalan bazı şeyleri eski sevgilisine söylemiş ve rahatlamıştı. Böyle düşününce
mutlu oldu. Anneannesine kavuşmak için sabırsızlanıyordu. Vakit
kaybetmeden trene bindi. Anneannesinin yanında tüm yaşadıklarını düşünmek için
uzun zamanı olacaktı.
***********************
Londra’da
geçirdiği yaz tatilinden Thierry’nin ayarladığı staja başlamak için biraz daha
erken Ankara’ya döndü. Bir diş hekiminin muayenehanesinde yarı zamanlı
çalışmaya başladı. Günleri yorucu ve hızlı geçiyordu. İlginç hastalarla
karşılaşıyor okulda öğrendiklerinden çok daha fazlasını burada görüyordu. O
günkü hasta önce de gelmiş, hasta koltuğunda iki dakikadan fazla oturamadan
kaçmıştı. Dayanılmaz hale gelmiş ağrıları yüzünden tekrar buradaydı.
Ece, ‘Lütfen
oturun’ dedi güler yüzle. Önlüğü hastanın boynuna bağlarken, “Sakin olursanız
doktor hemen muayene eder, çabucak sona erer.”
Hasta, korku
filminden fırlamış gibi bembeyaz bir suratla gözünü kırpmadan tavana bakıyordu.
Neredeyse iki metreye yakın boyu, kocaman kafası, tek eliyle koltuğu kaldıracak
kadar kaslı kolları vardı. Gelgelelim, ufak tefek minyon doktordan ödü
patlıyordu. Doktor yaklaştı, ağzını tam açmasını söylemeye kalmadan adam
koltuktan doğrulup bir hışımla kapıyı açtı ve çıktı. Öyle bir fırlamıştı ki,
önlük boynunda asılı kalmıştı. Ece arkasından ‘Bari önlüğünüzü çıkarın!’ diye
seslendi. Sokakta beyaz boyun önlüğüyle gezen, çam yarması adamın ne kadar
karikatürsel bir manzara olacağının hayaliyle kahkahayla gülüyorlardı.
Yanında
stajyerlik yaptığı doktor kendisini hastalarına adamış, gerçek bir halk
kahramanıydı. Haliyle hiçbir güvencesi olmayan da, nasıl hayatta kaldığına akıl
sır erdirilemeyecek kadar yoksul olan da gelirdi. Onlardan para almak şöyle
dursun, tedaviyi yarım bırakmasın diye para vererek gönderiyordu. Ece ondan çok
şey öğreniyor, hayatla ilgili dersler alıyordu. Bir gün Ece’yi karşısına almış,
uzun ve anlamlı bir konuşma yapmıştı.
“Bir insanı
tanımak için yeterli bir zaman. Şimdi beni ağabeyin olarak dinlemeni istiyorum.
Sen zeki birisin. Hayatta alınması gereken kararlar vardır. Bu kararları
verebilmek önemlidir. Zekâ doğru olanı seçmene yardımcı olacaktır. Ama zeki
olmak yeterli değildir. Her zaman her şey çok iyi gitmez, doğru olduğunu
sandığın yanlış çıkabilir. Uçurumun eşiğinde ya da bir yol ayrımında
bulabilirsin kendini. Öyle bir an olur ki, inandığın şeyler seni ters yüz eder.
Buna hazırlıklı olmak, güçlü kalmak zordur. İşte bu gücü içinde tutarsan o
zaman tüm zorluklara göğüs gerebilirsin.”
Ece doktorun
söylediklerini düşünüyordu. Can’dan ayrılmayı kalpten mi istemişti? Asla! O
zaman yanlış bir karar olmalıydı. Aynı biçimde Thierry ile olmayı kalpten mi
istemişti? Kesinlikle! Ve kalbiyle vermişti bu kararı. Bu durumda doğru karar Thierry’i
seçmekti. Doktorun yol ayrımı dediği şey, işte o noktada çıkmıştı karşısına.
Ama ya inandığı şey onu ters yüz ederse. Aynı anda iki kişiyi sevmek mümkün
olabilir mi? Biri, hayatının sonuna dek ayrılmama sözü verdiği uzağı, diğeri
büyülü bir dumanı çeker gibi içini titreten, yakını. Aşk kimde? Bu
sonuçsuz düşüncelere boğulurken uyuya kaldı. Rüyasında yine Can vardı. Elini
tutuyor, yüzünü öpüyordu. Uyandırmak istercesine adını sesleniyordu. Duyuyor
ama yanıt veremiyordu…
*******************
Gelen
telefon Melis’tendi. Çalıştığı radyo kanalı onu Londra’ya gönderiyordu.
Tereddüt etmeden Daniel’i aradı Ece. Yanıt hemen gelmişti. Sık seyahat eden
birinin her dönüşünde soğuk ve boş bir eve girmesindense bir ev arkadaşı iyi
olur diye düşünüyordu.
Melis yeni
şehrine farklı heyecanlar ve korkular barındırarak adımın atmıştı. Evin giriş
kapısının yanındaki konsolda bir not vardı. ‘Hoş geldin Melis. Karşılayamadığım
için özür dilerim. Soldaki oda senin istediğin gibi düzenleyebilirsin. Daniel’
Sadece odayı değil tüm hayatını düzenleyecekti gönlüne göre. Zaman koşarcasına
ilerlerken, Melis’ten bir haber daha geliyordu Ece’ye. Aradığı aşkı Daniel’da
bulduğunu, evlenmeye karar verdiklerini söylüyordu. 'Ailemle tanıştırırken
yanımda ol. İkimizin de sana ihtiyacı var' diyordu. İşte Melis'ti bu. Londra’da
yaşamaya başlamış ve onun uçakta bulduğu adamla hayatını birleştirme kararı
almıştı.
Ece
Antalya’nın kavurucu sıcağında sabah erkenden yüzmeye gitti. Deniz bebek gibi
sakin uyuyordu. Onu uyandırmak istercesine ayaklarını çocuklar gibi çırparak
dakikalarca yüzdü; güneş gücünü göstermeye başlamadan eve döndü. Babasıyla
kardeşi mışıl mışıl uyuyorlardı hâlâ. Annesi ise kahvaltı hazırlıyordu. Tüm bu
yaşananlara annesinin gözünden bakmaya çalıştı Ece. Çünkü onun kırılıp
üzülmesini asla istemiyordu. Olanları öyle rahat karşılamıştı ki, Ece annesinin
Daniel’i artık eski sevgilisi gibi değil, kızının bir arkadaşı olarak gördüğünü
anladı.
O akşam
Daniel, Melis’in ailesiyle tanışmaya Ece ile birlikte gitti. Ece Türk
adetleriyle ilgili bir sürü şey anlatmıştı. Kız isteme nasıl yapılıyorsa
hepsini aynen uyguluyordu. Melis’in yaptığı tuzlu kahveyi bile içmişti.
Sempatik ve güler yüzlü buldukları damadı biraz yaşlı görseler de sevmişlerdi.
Melis’in ailesi kızlarının mutluluğunu gözlerinde görünce neyse ki yaş farkını
sorun etmemişlerdi. Tanışma yemeğinin ardından biraz nefes almak için Sahil
Cafe’ye gittiler. Melis, mutluluktan havalarda uçuyordu.
“Siz ne
zaman kavuşacaksınız birbirinize? Sen ve Can!”
“Of Melis!
Yine mi aynı konu? Kaç kere söyleyeceğim. Thierry ile birlikteyim, diye.”
“Tamam
onunlasın. Ama bu Can’ı sevmiyorsun anlamına gelmez. Bir gün kavuşacaksınız”
dedi.
“Ben sadece Thierry’i
seviyorum, o kadar” dedi sinirlenmişti.
Daniel
konuşulanları anlamadığı için sıkıldı. “Ben denize gireceğim.” Dedi ayağa
kalkarken.
“Bu saatte
mi?”
Ece,
Daniel’in zaman kavramına bayılıyordu. Onun için günün her anı boşa
geçirilmeyecek kadar değerliydi.
“Ay da var.
Haydi yüzelim...”
Güneşin
birbiri ardına doğuşlarını, bir memurun hep aynı yoldan evine dönmesine
benzeyen batışları takip etti. Aylar bir göz kırpma süresi kadar hızla
birbirini kovaladı. Zaman su gibi akıyordu ardında bıraktığı izleri silmeden.
***************************
Ormanın
ortasında bağdaş kurmuş gökyüzünü seyrediyor. Yağmur damlaları kirpiklerine
inci gibi dizilmiş, aralamaya çalıştığı gözkapaklarına bir türlü izin vermiyor.
Arkasını dönüyor, parlayan bir gölge elini ona uzatıyor. “Benim olduğum yerde
mavi yağmurlar var. Gel.” Ece gölgenin elinden tutup, yürüyor. “Senin olduğun
yer güzel mi?” “Sen olunca güzel” diyor gölge; diğer eliyle de küçük bir kızın
elini tutuyor. “Küçük kız seni istiyor…” Ece ellerini açıyor. Birden küçük kız
koşmaya başlıyor. Beyaz geceliği sırılsıklam, sarı uzun dalgalı saçları yeri
süpürüyor. “Neden koşuyorsun?” diye bağırıyor. “Söyle ona uzaklaşıyor,
kaybolur!” diye haykırıyor. “Uzaklaşan o değil sensin” diyor gölge. “Niye
yanıma geldin?” Gölge Ece’nin yüzünü okşuyor. “Ben hiç ayrılmadım ki.” “Yüzünü
göremiyorum.” “ Unuttun mu beni? Oysa içinden hiç çıkmadım ki, hep oradayım.” “
Kimsin sen?” “İçinde sakladığın kişiyim.” Ece, bulutlara karışmış ağaçların
arasından hızlıca koşuyor, bastığı toprağın sesi kulaklarına doluyor. Rüzgâr
kulağının dibinde çığlıklar atıyor. ‘Can, Can…’
Gözleri
ıslaktı. Rüyasında ağlıyordu. Konsoldaki fotoğraflardan Can’ın olduğu resimleri
buldu. Mona Lisa’nın yüzü gibi bir tarafta hüzün ve masumiyet, diğer tarafta
mutlu bir gülüş, bütününde tek bir yüz. Masum yanı Can, kavuşamadığı; yalnız
hissettiğinde, güzel şeyler hatırlamak istediğinde masum yanı beliriyordu. O
inkâr etse de hayatındaydı. Rüyalarından hiç gitmiyordu.
Şimdi ne
yapıyor, nasıl bir hayatı var diye düşündü. Neden bırakıp gitmişti, hem de en
uzağa, Japonya’ya. Yapayalnız bırakmıştı. Bitmemiş masum bir aşk öyküsü gibi
kitabın son sayfaları boş kalmıştı.
Thierry.
İçini titreten, damarlarında alev topu gibi yuvarlanan, kokusu burnuna dolan
gerçek olan. Şehvetin vücut bulmuş hali. Dünyayı onun ayakları altına sermiş
adamdı. Bir dokunmasıyla yeryüzü tepetaklak olabilir, kıpkızıl alevin ortasında
buz gibi mavi sulara dalabilirdi. Ateşten teni tüm vücudunu alevlerle
yıkayabilirdi. Tekrar yatağa girdi, uykuya daldı. Yanında uyuyan beline
sarıldı.
Ece’nin o
gün yapacağı sunum için gece boyu beraber çalışmışlardı. Fakültenin kantininde
kahvaltı yaparlarken bir süredir bulanan midesi iyice azmıştı.
“Başaracaksın
sevgilim. Telaşlanma bu kadar.” Ece, yapamam korkusu hissetmiyordu aslında.
Fakat nedense bulantılara laf geçiremiyordu.
“Sunuma daha
iki saat var, sana bir yatak bulalım.” Asistanlar odasında ikili koltuğa
yatırdı Ece’yi. Dolapta duran pikeyi örttü üstüne.
Ece
uyandığında, odada yalnızdı. Aceleyle kalktı, daha iyiydi. Kenarda duran aynada
saçını düzeltti, ceketini giydi ve çıktı. Profesör Aysen Savlı odasına
çağırdığında kalbi yerinden fırlamak üzereydi. Odada iki kişi daha vardı.
Ece’ye oturmasını söylediler.
“Daha önce
yazılmamış zor bir konu seçmişsin. Yaklaşımını beğendim,” dedi profesör. Ece
sunumun ardından artık konuşmaya mecal bulamıyor, sadece dinliyordu.
Doçentlerden genç olanı bozdu sessizliği:
“Sen en iyi
öğrencimizsin. Seni fakültede görmeyi isteriz. Fakültede kalabilir, asistanım
olabilirsin.”
“Eğer
izniniz olursa doktoramı Londra’da yapmak istiyorum!” dedi bir çırpıda.
“Biliyorum”
dedi profesör ondan hiçbir şeyin kaçmadığını ima edercesine. Ece gerilmiş,
sıktığı elleri uyuşmuştu.
“Queen Mary
Üniversitesi'nin sana üstün başarı bursu vermeyi kabul ettiğini duydum. Gelecek
sömestr orada başlayabilirsin. Tebrik ederim.”
Başarmıştı
işte, ikinci yuvası Londra’ya gidiş vizesini almıştı. Okulun ilk gününde tanışıp
hayran olduğu hocasıydı mezun olduğunu müjdeleyen.
Babasında
buruk bir sevinç vardı, Ece hissetmişti onun sesinden. Londra’da yaşayacak
olması babasını korkutuyordu. Kayınvalidesiyle gerginliği eskisi kadar sıcaktı
çünkü. Ece’nin bu okulu çok istediğini de biliyordu. Gururunu bir kenara
bırakıp, coşkulu bir sesle devam etti. “Annen duyunca çok sevinecek.’
*******************
Sabah evde
yaptığı hamilelik testi pozitif çıkmıştı. İnanamayıp doğrulatmak için sokağın
köşesindeki polikliniğe gitti. Aşk denizinin derinlerinde yüzdüğü son geceyi
anımsadı. O gün kutsanmıştı narin rahmi. Bu gelen mucize kadar güzeldi o gece.
Gebe olduğunu yazan bir belge tutuşturdular eline. Beklenmedik bir anda
gelmesinden başka hiçbir suçu olmayan minik masum bir canlı tutunmuştu ona. Bir
bebeği olacaktı. İnanması güçtü ama başının üstünde kıpırdayan gökyüzü kadar
gerçekti. Elini karnına koydu. İçindeki şeyi duymaya çalışıyordu. ‘Nereden
çıktın sen?’diyerek karnını okşadı. Tarifsiz bir mutluluk adın adım onu
sarıyordu. Midesi bulanıyordu mütemadiyen, öğrenince kanıksadı birden. Öyle
zindeydi ki, sanki uzun uzun koşabilirdi. Evin tersi yönde biraz yürüdü.
Okyanusun ortasında, ıssızlığı özümserken buz gibi soğuk suda yüzer gibiydi.
Vızır vızır akan trafik, yanından geçen insanların fısıltıları, ağaç
yapraklarının hışırtıları, hepsini duyumsuyor ama vücudunun anaç üretkenliğini
daha çok hissediyordu. Yürüyen ulu bir ağaç, içinde canlı barındıran bir
denizdi adeta. Ve çığlıklar vardı. Daha hızlı yürümeye başladı. Hızlandıkça
bedenine bıçak gibi saplanan rüzgâr, dalgaların şamarı gibi çarpıyordu suratına.
Ve tek bir tümce yankılanıyordu beyninde.
“Ben şimdi
ne yağacağım?” Sadece bu söylemi duyan bir sağırdı sonunda.
***********************
Thierry
elinde bir şişe şarapla içeri girdi. Londra başarısına ortak olan sevecen bir
yüz takınıyordu. Ama bir o kadar da hüzün görünüyordu gözlerinde. Onu burada
tutmaya hakkı olmadığını bilmesi, onu çaresizce deli ediyordu.
“Senin neyin
var bir tanem. Hayalin gerçek oluyor işte. ”
“Söylemem
gereken önemli bir şey var. Bunu nasıl karşılarsın bilmiyorum. Telaşlandırmamak
için doğru sözleri bulmaya çalışıyorum akşamdan beri.”
“Beni terk
ediyorsun. Bu mu söylemeye çalıştığın ?”
“Onunla hiç
alâkası olmadığını göreceksin.”
“E öyleyse
nedir?”
“Beni
seviyor musun?”
“Sen bunu
bilmi…”
“Bunu
bilmem gerek!” İkisi de saati kurulmuş bomba gibi patlamayı bekliyordu.
“Sen hayatta
en değer verdiğim üç insandan birisin. Annem, ağabeyim ve sen.”
Ece,
şaraptan büyükçe bir yudum aldı. Sanki haberi değil de verdiği kararı açıklar
gibi sert ve emin bir duruşla bir çırpıda söyledi.
“Ben
hamileyim...”
Thierry
sevinç naraları atmamak için zor tutuyordu kendisini. Bu bir mucizeydi. Ece’nin
kalması için ona verilmiş bir şanstı belki de. "Evlenelim hemen! Doktorana
burada devam edebilirsin." Dedi coşkuyla. Ece fazla düşünmemişti çünkü
yanıtı belliydi. Ama ne var ki Thierry’e balyoz gibi inmişti sözleri. “ Mecbur
kaldığın için istiyorsun. Bebeğin onanmış bir spermden resmi bir rahimde
dünyaya gelmesi zorunluluğuna itaat etmek için, oluşma zamanını seçemeyen bu
masum ceninin anne ve babasının resmi cübbeli memurun önünde evet demek zorunda
bırakıyor olması ona ağır bir yük değil mi? Bunu yapamam. Ama sen benimle
gelebilirsin. Londra'da beraber bir hayat kurarız.”
Bir aile
olmaları gerektiğini düşünüyordu Thierry. Ve önemsiyordu. Ece ise mecbur
hissettiği için Thierry’nin bu yolu seçtiğini ve amacının bir evlilik ya da
yuva kurmak olmadığını düşünüyordu.
“Annemi
bırakamam sen de biliyorsun. Yaşlı ve hasta bunu kaldıramaz. Hem beni yanlış
anladın.” Nabız yükselmişti. Ece hamileliğin verdiği keskin duygularla aniden
gergin ve duygusal çıkışlar yapabiliyordu. “Beni yalnız bırakıyorsun.”
Thierry
nasıl davranacağını anlamıyordu; “Kal diyorum işte burada devam
edebilirsin doktoraya. Evlilik teklifini bir süredir düşünüyordum zaten. Sorun
şimdi söylemem mi oldu? Ne yapmam gerekiyor söyle bana?”
“Baba ol
yeter. Başka bir şey istemiyorum artık…”
Ece,
kadınlara bahşedilen o tanrısal güçle hiç kimseye ihtiyacı olmadığına, sadece
kendi cesareti ve özgüveniyle sorunların üstesinden gelebileceğine inancı
tamdı. Bu bebek sevgi bebeği olmalıydı. Anne babasını mecbur bırakmamalıydı
toplumsal gerekliliklere. Thierry, Ece’nin yüzündeki kararlılığı görebiliyordu.
Gergin sessizliği o bozdu; “Burada kal Ece. Bırak yanında olabileyim. ”
Thierry’nin
onu anlayacağını ve destekleyeceğini düşünmüştü. O an büyük bir hayâl kırıklığı
hissetti Ece. Yalnız kalmalıydı. Tartışmalarının üstünden melankoli dolu üç gün
geçti. Sesleriyle de olsa birbirlerine her gün dokunan sevgililer, sonu
görünmeyen bir sessizliğe girmişlerdi. Ece’nin içinden çığlıklar kopuyordu.
Kararını defalarca gözden geçiriyor hep aynı sonuca varıyordu. Ruhuna
inancının, hayata duruşundaki özgürlüğün gerçek, somut ve kaçınılmaz ispatıydı
doğacak çocuk. Thierry bir kor gibi yakıyordu yüreğini. Yumuşacık
fısıltılarından, kalbini eline alıp bir kuşu sever gibi okşayışlarından, en
müstehcen lafları sadece aralarındaki şifreler gibi kulağına söylerken, içinin
gıcıklanışından vazgeçemezdi. Ama kaybediyordu onu, bağıra çağıra kendisiydi
bırakıp giden. Göz göre göre uzaklaşıyordu ondan.
Bitmek
bilmeyen gecelerin ardından doğan güneş gibi imdadına yetişiyordu hafta sonu
gezisi. Okuldan yakın arkadaşlar yataklı trenle İstanbul’a gidecek,
mezuniyetleri şerefine Çırağan Sarayı’nda bir akşam yemeği yiyeceklerdi. Ece
dalgalı saçını ensesinde gelişi güzel topladı, uzun bir çubukla tutturdu.
Makyaj çantasından parlatıcı rujunu çıkarıp sürdü. Aynaya baktı, bembeyazdı.
Şeftali rengi allığıyla elmacık kemiklerini renklendirdi. Annesinin doğum
gününde gönderdiği damla model yeşim taşlı gümüş küpelerini taktı. Müge kapının
yanında ayakta onu izliyordu.
“Sende bir
tuhaflık var, durgunsun. Hasta mısın?” Ece, aynadan Müge’ye baktı, anlamlıydı
gülümsemesi.
“Maazallah!
Bomba gibiyim. Harika iki gün geçireceğiz.” Bulantılarını söylerse cin gibi
arkadaşı hemencecik anlayabilirdi, sustu. Apartman bahçesinin kapısında çalışır
halde duran taksiden Erin çıktı onları görünce. Ece’nin çantasını ve elbise
kılıfını aldı, bagaja diğerlerin yanına koydu.
Garın yüksek
tavanlı salonunda onca insan varken, Ece Aydın’ın sesini radar gibi
seçivermişti. Sesi değil kahkahası ele vermişti onu. Her biri suratına ayrı
gülücükler serpiştirmiş rengârenk bahar çiçekleri demetinin etrafa yaydığı mis
koku gibi yayılıyordu keyifleri. Herkes oradaydı bir kişi hariç. Ece’nin içeri
girdiğini görenler hemen atıldılar.
“Nihayet
gelebildiniz. Girmek için sizi bekliyoruz.”
“Eee, Thierry
nerede? Sizinle değil mi?”
“Hayır. O
kendi gelir” dedi; kaçamak bir yanıttı.
Gelmeyebilir
de, dedi içinden. Gelmezse sanki her şey bitecekti; sevgileri, aşka
bağlılıkları, hiçbir şey kalmayacaktı. Eğer gelmezse kötü sonla biten bir
filmden ibaret olacaktı yaşananlar. Sevmek zamanları kendi kendine yok olup
yaşanmışlıkla masal arasında yerini bulamayan havai zamanlar olarak evrende
kaybolacaktı. Issız denizin ortasında beraber kürek çekerken ufukta gördükleri
cennet gibi adanın yaklaştıkça çorak, kuru bir adacık olduğunu görmeye
benzeyecekti aşkları.
Trenin
kalkmasına on dakika kalmıştı. Saat yaklaştıkça, kırılıp yere saçılmış camdan
kalbinin ayakları dibindeki parçalarına bakıyordu öylece bir şey yapmadan.
Öfkesi gözlerinden ayakuçlarına iniyordu geçtiği yeri kızıla boyayarak. Lanet
okuyordu kendisine. Neden bu kadar mağrurdu? Ne diye ısrar etmişti ki, neden
fikirlerine saygı duymamıştı? Eğer gelmezse kendisini hiç affetmeyecekti.
Kalabalığın kahkahalarının arasında, berbat bir anaforun tam ortasında
gelgitler yaşıyordu gizlice. Fazla duramadı o hengâmede, eşyalarını koymak için
kompartımanına gitti. Thierry ile aynı kompartımandaydı bileti. Bir an umut
düştü içine. Heyecanla açtı kapıyı onu içerde görmeyi bekleyerek. Ama kimse
yoktu. Elbisesini astı. Çantasını yatağın üzerine koydu. Perdeleri açtı, istasyonun
en kalabalık yerine bakıyordu.
“Gelmezlik
etme ne olur.” Mırıldanırken yavaşça kapı açıldı. Thierry girdi içeri.
“Neden
burada yalnızsın?”
“Yalnız
kalmak istedim,” dedi Ece, yüzüne bakmadan ve pencereden dışarıya bakmaya devam
ederek. Gözlerinden ayaklarına inen öfke, parmak uçlarından çıkıp gitmişti bir
anda. Serzenişleri, pişmanlıkları, gelgitleri o içini ferahlatan sesle yok olup
gitti.
Thierry
arkasından yaklaşıp ensesine bir öpücük kondurdu. Ensesinden yayılan buram
buram özlemden kendini alamayıp bir hamlede döndürdü kafasını. Şimdi ateşleri
birbirini kavuruyor, gözyaşları yüzlerini ıslatıyordu. Sımsıkı sarıldı
sevdiğine, içine saklamak ister gibi.
“Gelmeyeceksin
diye çok korktum.”
“Geçen akşam
söylediklerim için özür dilerim.” Narin yüzü ellerinin arasına aldı, ıslak
gözleri ve nemli yanakları hissetti.
“Seni
kırmayı istemedim. Özgür bir kelebek olduğunu unutuverdim işte. Ellerimden
kelebek gibi uçup gideceğin güne kahrediyorum. Seni içime yerleştirmek ve
oradan hiç çıkarmamak için neler vermezdim.”
“Ah,
sevgilim.”
“Sana gitme
diyememek öyle acı ki. Hem de bebeğimizi taşırken...”
“Bebeğimiz
olacağı için mutlu musun?”
“Mutluluk
mu, havalarda uçuyorum. İçim içime sığmıyor. Baba olmayı meğer ne çok
istiyormuşum.”
“Sevgilim.
Keşke benimle gelebilsen…”
“Şimdi
konuşmayalım bunları. Senin mutlu günün, artık mezunsun. Yeni bir kapı da
açılıyor önüne. Keyfini çıkar... Haydi, yanlarına gidelim.”
Ece
gözündeki mutluluk yaşlarını elinin tersiyle kibarca sildi. Yemek vagonunda
atılan kahkahalar, trenin geçtiği sessiz köylere, ıssız ormanlara ulaşıyor,
raylardan çıkan mekanik sese eşlik eden canlı bir müzik aleti gibi yayılıyordu
tüm evrene. Üç masaya yayılmışlardı. Erin’in esprileri sadece onları
değil, vagondaki diğer yolcuları eğlendirmeye başlamıştı. Garsonlar, sempatik
gruba sevecen davranıyor, bir istediklerini iki etmeden hemen getiriyorlardı.
Okul süresince hiç kopmamış, birbirlerinin sevinçlerine, hüzünlerine ortak
olmuşlardı. İlk tanışmalarından, uykusuz sınav dönemlerinden konuşurlarken,
yaşanan sıkıntıların en ufak bir izi bile yoktu yüzlerinde. Beş yıl süren
maraton bitmişti sonunda. Bambaşka yaşamlara gebe bir avuç genç, kendilerini
bekleyen engebeli yollardan habersiz, beraber çıktıkları bu yolculukta geleceğe
kaygısız ve keyifliydi.
Thierry, onların
mutluluklarına şahit olmak için getirilmiş bir gözlemci gibi kenarda sessiz ama
huzurlu izliyordu. En çok da Ece’ydi göz hapsine aldığı. Elindeki şarap dolu
kadehle oyalanırken onda bir sabırsızlık hissetti. Sanki kalkış sırasını
bekleyen bir ralli otomobili gibiydi.
Ece,
"Size bir şey söylemek istiyorum!” derken Thierry’e baktı, onayını almak
ister gibiydi. Onun kafasını ‘evet’ anlamında salladığını görünce.
“Thierry ve
benim bir bebeğimiz olacak!” dedi.
Trenin tek
düze ritminden başka bir ses duyulmuyordu şimdi. Ritim, hızlanmakta olan bir
müziğin giriş taksimi gibiydi. Herkes şaşkındı. Tebrik mi etmeliydiler,
bilmiyorlardı. Aydın ayağa kalktı.
“Arkadaşım,
gel sana bir sarılıyım. Gördüğüm en güzel ve muhteşem anne olacaksın!”
Sonra,
garsona seslendi. “Şampanya var mı? Anne adayına kadeh kaldırmalıyız.”
Thierry
birden telaşla “Hemen geliyorum” deyip vagondan çıktı.
Birkaç
dakika sonra, az önce giydiği scuba diving yazan balina desenli beyaz tişörtü
çıkarıp, mavi bir gömlek giymiş olarak içeri girdi. Garsonun kulağına bir
şeyler fısıldadı. İkisinin şarkısı U2’nun With or without you yayılıyordu
sessiz vagonda. Ece’nin önünde diz çöktü. Elindeki bordo kadife kutuyu uzattı.
“Seni ilk gördüğüm andan beri seviyorum… Benimle evlenir misin?”
Kimseden çıt
çıkmıyordu. Romantik bir filmin final sahnesini nefes almadan izliyor
gibiydiler. “Ben de seni seviyorum!” dedi Ece, şaşkın ve buğulu gözlerle.
Ardından
ağlayarak hızla çıktı. Thierry arkasından gitmeye yeltendi. Müge durdurdu. “Sen
kal ben gideyim.”
Müge kompartımandan
içeri girdiğinde, Ece yatağa oturmuş, mehtabı seyrediyordu. Yanına oturdu.
“Az önce çok
güzel bir şeye tanıklık ettim. Öyle uyumlu ve güzelsiniz ki, sizinki gibi bir
ilişki için dünyanın öbür ucuna bile giderdim. Bunun değerini bil.”
“Anlamıyorsun
hiç biriniz anlamıyorsunuz. İkimiz de hazır değiliz evliliğe.”
Müge
kafasını sinirle pencereye çevirdi gökyüzüne baktı göz ucuyla, ay’dan yardım
dilenir gibi.
“Bebek
büyütmeye hazır mısın peki?”
“Bebeği
istiyorum sadece. Sırf çocuğumu dünyaya getirebileyim diye onun hedeflerini
mahvetmek istemiyorum anlıyor musun? Bu onunla ilgili değil benim ve bebeğimle
ilgili.”
“Sen
delisin. Thierry yanında olmaya can atıyor, sen ise onu uzaklaştırma
peşindesin.”
Thierry
girdi içeri. “İyi misin?”
“Evet, daha
iyiyim.”
“Peki,
cevabın nedir?”
*******************
Pastırma
yazının yaşandığı hazan ayında, zaman ayrılığı gösteriyor, Ece yine özlemler
denizinde kulaç atıyordu. Ayrılık hüznüyle inatlaşır gibi, palmiye ağaçlarıyla
süslenmiş bir restorana oturdu. Thierry’nin uğurlamasını istememişti. Veda son
dakikalarda yaşanacak kadar kısa olamıyordu en sevdiğine. Her geçen gün öyle
işlemişti ki içine, sonunda sıradan bir duyguya dönmüştü. Uzun uzadıya vedalara
hacet kalmıyordu o zaman.
Bu gidişe
dönüş bileti almamıştı bu sefer. Her gittiği yerden döneceği şehir Londra
olacaktı artık. Yağmurlar, parklar ve pop şarkılar şehri. Onun gecelerini
yıldızlarıyla arındıracak, sabahını güneşiyle aydınlatacaktı. Renk renk
insanların yüz yıllardır doğduğu ve öldüğü kozmopolit dev Londra. Bomboştu
orası, tıpkı yeni bir hayatla doldurulmayı bekleyen temiz bir sayfa gibi. Bir
daha doğacak ve doğuracak, yeniden büyüyecek ve büyütecekti.
Nihayet
evlenmeye ikna olmuştu. Özgürlük direnişini ailesinin karşısında sürdürememişti
son tahlilde. Babasını sonsuza dek kaybetmeyi asla göze alamazdı. Sade
bir törenle nikâhlandılar. Kızını evlendirirken, kahkahalar atan baba pek
görülmemiştir. Ama yine de mutluydu anne babası. Sırf aileleri mutlu olsun diye
evlendiklerini sadece ikisi bilecekti. Sevgili olarak devam edeceklerdi
yollarına. İkisinin de farklı idealleri vardı ve evliliğin kendilerine engel
olmasına izin vermeyeceklerdi. Bir söz daha vermişlerdi birbirlerine, ne olursa
olsun sevmekten vazgeçmeyeceklerdi.
Her zamanki
gibi bir kadeh kırmızı şarap istedi garsondan. Çantasından küçük not defterini
çıkardı. Arasından bir zarf düştü yere. Üzerinde el yazısıyla “KADINIMA”
yazıyordu.
Kadınıma,
Eğer kral
olsaydım! Çiğneyerek tahtımı
Memleketin
halkını dizlerine sererdim.
O kuvvetli
hükmümle bütün tacı tahtımı
Bir tek
bakışın için sana feda ederdim.
Eğer Tanrı
olsaydım! O heybetli, o derin
Kâinatın,
semanın, denizlerin, her yerin
İrademin
önünde eğilen meleklerin
Sevgilim bir
busene hepsi senindir derim.**
Küçük bir
not daha vardı zarfta;
Kadınım,
Ece’m
Sana kalbimi
hediye ediyorum, hep, sen diye atan
Senden
kalbini alıyorum, içinde ben, olduğunu bildiğim
Yüreklerimiz
tek oldu, senin içinde atıyor
Sevgiyle
büyüyecek,
Bir bebek
gibi…
İnce
parmaklarını yazının üstünde gezdirdi, tıpkı sevgilisinin elini okşar gibi.
Karnına dokundu. “Seni yanımda götürüyorum sevgilim, içimdesin” dedi
huzurlu bir tebessümle.
Daha önce
yaptığı yolculuklarda yazdıklarını okumaya koyuldu. Yabancı birinin günlüğü
gibiydi. “Büyüdüm mü?” dedi kendi kendine.
Mağaradaki o
gün gibi çocuk ruhlu, hayata saf ve temiz gözlerle bakan küçük bir kızdı hâlâ.
“Hüzünlü anlar zaman hamurunda yoğruldukça, tebessümle hatırlanan anılar olarak
şekil değiştiriyor. İşte o tebessümü yakaladığında olgunlaştığını anlıyor,
yaşanmış acılara gülümsüyorsun sadece. Çocuk ruhumu hiç kaybetmeyeceğim,” diye
yazdı deftere. “Kızıma öyle iyi davranacağım ki dünyanın en mutlu insanı
olacak. Her gün onu ne çok sevdiğimi anlatacağım güzel bir masal gibi.”
Bir gün sana
döndüğümde, o zaman sıcak kollarını sonuna kadar aç ve beni içine al. Seni
yüreğimde bir yere saklıyorum, diğer tüm sevdiklerimi sakladığım gibi. Denizin
maviliğinin, ormanın yeşilliğinin, sevginin, güler yüzün ahenkle buluştuğu,
umutla harmanlandığı aşkların masalsı yaşandığı ülkem. Yıllar sonra bile
sevgiyle sarılabileceğim candan arkadaşlar barındıran, Akdeniz’in portakal
kokusunu özümsettiren, yüzlerce yıllık tarihin yaşandığı anavatanım şimdilik
hoşça kal!
Anonsu
duydu. Pek çok heyecanlar barındırarak biniş kapısına yöneldi.
**Victor
Hugo ( sayfanın alt dibine yazılacak )
Havaalanında,
Melis’i karşısında görünce sevinçten çılgına döndü. Geleceği saati öğrenmiş ona
sürpriz yapmıştı. Daha dün görüşmüşler gibi her şey kaldığı yerden devam
ediyordu sanki. Melis, “Seni yeni arabamla götüreceğim,” dedi keyifle
sırıtarak. Daniel düğün hediyesi olarak Mini Mayfair almıştı. Valizler minik
bagaja sığmayınca arka koltuğa dizdiler. Hava kararmak üzereydi, caddenin
lambaları bir bir yanıyor, sanki gelişi şerefine geçecekleri yolu sırayla
ışıklandırıyordu.
Melis’in
ısrarına karşı gelemeyip aynı evi paylaşmayı kabul etmişti. Daniel’ in çatı
katındaki emektar dairesi küçük gelince, daha büyük ve konforlu bir eve
taşınmıştı çiftler. Hemen girişte kocaman bir avize karşılıyor, yerdeki
bordo beyaz karolarla şık bir otel lobisini andırıyordu. Kapının hemen
karşısında duran büyük aynada kendini gördü Ece. Yorgun, heyecanlı ve mutluydu.
“Hoş geldin kan kardeşim” dedi Melis, eliyle onu içeriye davet ederken;
“Çocukluk hayalimiz gerçek oluyor.”
*******************
BÖLÜM IV
YENİDEN
DOĞMANIN TATLI SANCISIDIR DOĞUM
Profesör
Burley, New York Üniversitesi’nden yıllar önce gelmiş Amerikalı bir
akademisyendi. Ece onun asistanı olmuştu. Profesör yoğun biriydi. Ece hızlı
başlamıştı yeni hayatı. Başını kaşımak için bile vakti yoktu. Ayrılık acısını
bastırmak daha kolay olmuştu böylelikle. Ama ne var ki akşamlar hiç bir gerçeği
unutturmuyor eve geldiğinde tüm o duygular kapıdan onu karşılıyordu. Burley
ailesine yakınlaşmış, kızı Sarah ile arkadaşlık kurmuştu. Sarah’ın Londra’da
bir resim galerisi vardı. Ece’nin entelektüel tarafı gibiydi. Pek çok yönden
benziyorlardı. Resim sergilerine gidiyor, sanat hakkında uzun sohbetler
ediyorlardı. Onunla olmak iyi geliyordu Ece’ye.
Yoğun ders
programı, konferanslar bir de poliklinikte asistan diş hekimliği derken
gündüzler gecelere çabuk varıyordu. Geç saate kadar çalışıp kafasını yastığa
koyduğu anda uyudu. Rüyasında yine Can vardı. Sürekli ona ulaşmaya
çalışırken görüyordu Can’ı. Hep bir yakarış vardı. Yemyeşil, durgun denizin üstünde
yürümenin keyfini yaşarken, tepesinde toplanan sis bulutunun griliğinden
ürküyordu hep. “Bizim kızımız olmalıydı” diye kulağına fısıldıyordu. “Uyan
artık aç gözlerini…” Islanmış gözlerle uyanıyordu yeni güne.
İçinde
büyüyen can, günbegün varlığını daha çok hissettiriyordu. Fırsat buldukça evin
yakınındaki parkta uzun yürüyüşler yapıyor, hayallere dalıyor, zamanın nasıl
geçtiğini anlamıyordu. O gün Melis’te katıldı. Durduk yere Can’dan bahsetmeye
başladı. Müsamereye hazırlanan küçük bir öğrenci edasıyla ürkek konuşuyordu:
“Ben Can ile
sık sık görüşüyorum. Seni çok merak ediyor.” Ece’nin tepkisini tartmadan devam
etti.
“Seni bir
daha göremeyecek olma fikri onu kahrediyor, belli. Hâlâ seviyor seni. Hiç
vazgeçmedi, bekliyor.”
Giysi
dolabının en dibine attığı sihirli kutunun kapağını zorlar gibiydi. Gizliden ve
derinden geliyordu duygular. Rüyasında her Can’ı gördüğünde, onunla ilgili bir
haber alması, aralarındaki telepatinin hiç yok olmadığını gösterir gibi
vuruyordu beynine. İçinde yaşattığı duygu seli damarlarında coşkuyla akarken
dışarıdan durgun ve sakin görünmek öyle yorucuydu ki, boşaltma arzusuyla dolup
taşıyordu günden güne. Sanki platonik bir aşktı ya da kavurucu bir özlem.
Gerçek olan nerede, beslediği sevgi kimden, bilmiyor kestiremiyordu çoğu zaman.
Sonra fani olana dönüyor, içindekini denize akıtıyor, uçsuzluğunda
kaybettiriyordu.
Bir akşam
evde gecelik-pijama partisi yaptılar. Serserilik diye tabir ettikleri şey,
masumane bir ev eğlencesinden ibaretti sadece. Melis’in radyodan arkadaşı olan
kızlarla çıta biraz daha yükseldi. Tekerlek boy pizzalar getirtildi, meyve
kokteylleri yapıldı, şaraplar içildi. Partinin vazgeçilmezi şişe çevirme oyunu
ve birkaç aşk filmi derken sabahı ettiler. Lise günlerindeki gibi tasasız
hissetmişti kendisini. Londra’ya geldi geleli tam bir hayat mücadelesi
içindeydi. Poliklinikteki sorumlulukları, akademik kariyer çabaları, diğer
yandan bilinçli hamile olarak yapması gerekenler; zamanı, beyni, ruhu öyle
doluydu ki, kendisiyle baş başa kalmayı özlüyordu. Her sıkıldığında ya da
dinlenmek istediğinde, dokunduğu derinlerdeki duygularını açmıyordu bir süredir
ya da açamıyordu belki de. Günlüğünü eski sıklıkta alamıyordu eline mesela.
Günler, kocaman bir şelaleye ulaşmak istercesine hızla akan bir ırmak gibi
ilerlerken, kafasının bir yerlerine yazıp bırakmaktan başka bir şey
yapamıyordu. Diğer yandan, hayatından da memnundu. Karnında büyüyen
mucize, son günlerde dünyaya katılma hazırlıklarını tamamlama arifesinde
hummalı bir çalışma içindeydi. Ellerini kollarını inanılmaz bir uyumla
kullanıyor hatta annesinin vücut ritmini senfoni yapıp dans edercesine hareket ediyordu.
Küçük, huzurlu güvenli evinden, kocaman karma karışık, her şeye aç, kıyıcı
dünyaya katılmak istiyordu artık.
Soğuk bir
şubat gecesi, kakaolu sütünü alıp odasına çekilmiş çalışacaktı. Sabahtan bu
yana önemsemediği sancıların dozu artmış, doktorun gösterdiği hareketlerle
rahatlamaya çalışıyordu. Ancak boşunaydı artık patlamak üzere olan düdüklü
tencere gibiydi. Pencereyi açtı, odayı temiz havayla doldurdu. Hiçbir şey kâr
etmiyordu. Yuvasından çıkmaya çalışan bir kedinin kapıyı tokmaklaması gibi abanıyordu
bebek sanki. İki büklüm bir halde, Melis ile Daniel ‘in odalarının kapısını
tıklattı. Uyuyorlardı. Kuvvetle yumrukladı bu kez.
“Sancılarım
sıklaştı! Ihh!” Melis panikle kalktı, derin uyuyan Daniel’i dürttü. “Daniel
çabuk! Bebek geliyor. Ece kıvranıyor!” Daniel hemen kalkıp pantolonunu giydi.
“Seni
hastaneye götüreceğiz... Üzerindeki geceliği değiştirecek zaman yok. Paltosunu
giydir.”
Önceden
hazır ettikleri hastane çantasını aldılar. Sancılar büyük depremin öncüsü gibi
şiddetini artırarak arka arkaya sarsıyordu bedenini. Buz gibi soğuk havaya
rağmen boncuk boncuk terliyordu. Arabanın arka koltuğuna, Melis’in kucağına
yatırdılar Ece’yi. Çığlığı hızla geçtikleri sessiz karanlık sokakları
boğuyordu. Hastanenin kapısında duran sedyeye atıverdi kendini. Konuşamıyordu
artık sadece inliyordu. Sabahın körü olduğu için hastane sakindi. Ece’nin
gelmesini beklemiş gibi kısa sürede çevresine yığıldı hemşireler. Melis gergin
bir tavırla,
“Doktoruna
haber verin. Doğum başladı galiba! " dedi. Çok geçmeden Doktor meraklı
bakışlara yanıt vermeden koşarak yanına girdi. Sabırsız ve uzun bekleyiş
başlamıştı o andan sonra.
Ameliyathaneden
çıkan hemşire gülerek verdi haberi. Sabahın ilk ışıklarıyla Ece ile Thierry’nin
kızı dünyaya geldi. Bir insanı dünyaya getirmek ne büyük bir mucizeydi,
sevinçten ağlıyordu.
“Nur topu
gibi bir kızın oldu Thierry. Gözün aydın.” Melis telefonda böyle söylemişti.
Doğumda olabilmek için haftaya Londra’ya gelecekti Thierry. Ama minik kızı
acele etmiş, bu dünyada on gün daha olabilmek için annesinin sıcacık, huzurlu
karnından, gürültülü, buz gibi şubat soğuğunun kucağına atmıştı kendisini. Türk
bebeği olduğu için hastanede ‘Turca’ adını takmışlardı. Yosun kadar koyu yeşil
gözleri, açık kahve gür saçları, al yanaklarıyla bir dünya bebeğiydi. Bacakları
ve kollarından anne babası gibi uzun boylu olacağı anlaşılıyordu. Yanağındaki
gamzesine dokundu Ece, mucizeye dokunur gibi. Mini minnacık şey gülümsüyordu;
onu uzun zamandır tanıyor gibi.
“Hoş geldin
canım kızım!”
Gece
kendisini yerden yere atan o değilmiş gibi sakin ve huzurluydu. Bitimsiz bir
tebessüm vardı yüzünde. Fazla kilo almaması, doğum sırasında aldığının da
yarısını vermesi genç güzelliğini hiç bozmamış, aksine annelik saflığı ve
masumiyetiyle nurla doluydu. Mor saten geceliğin içinde adeta ünlü bir
aktristin hastane sahnesini çeker gibiydi. Emzirmesi bitip bebeği yerine koymak
üzereyken, annesi belirdi kapıda. Hiç zaman kaybetmemiş sabah ilk uçakla
Londra’ya uçmuştu.
“Çok güzel
bir bebek değil mi anne? Ne muhteşem bir duyguymuş. Dünya çevremde dönüyor
sanki.”
Sharlotte
alnına bir öpücük kondurdu. Torununa baktı ışıltılı gözlerle. Kristal bir avize
tutar gibi kibarca aldı kucağına. Göğsüne yasladı, “Bebekliğine çok benziyor”
dedi eğilip kokladı. “Kokusu bile. Beni yıllar öncesine, senin doğduğun ana
götürüverdi.” O an daha iyi anladı. Annesinin kızıydı, cesur, kararlı ve aşkla
yaşayan, her şeyde aşkı bulan.
Boş
odalardan birini bebek odası yapma konusunda Melis ne kadar ısrar etse de, Ece
anneannesinin Londra’daki evine yerleşmeye kararlıydı. Bunca iyiliklerinden
sonra minnettardı Melis ve Daniel’a. Aile gibi olmuşlardı ve bunu bozmadan
usulüyle vaktinde ayrılmalıydı yanlarından.
Sharlotte,
torun heyecanıyla Daniel ile karşılaşacak olmanın gerginliğini unutmuşken,
Melis’in odaya girmesiyle, bir anda düşmüştü aklına. Üzerinden çok sular akmış
olsa da, eskimiş, derinlere gömülmüş intikam hırsının, haylaz bilinçaltının
dışa vuruşuyla, yeniden ortaya çıkabileceği ihtimali onu biraz
endişelendirmiyor değildi. Yılların örümceklendirdiği kalın bir toz kütlesinin
altında gizlenen nefret duyguları yerinden oynatıp, yüzüne gözüne toz kaçırmak
istemiyordu. İlk karşılaşmalarında bu sıkıntı bitecek, bütün olanlar geçmişte
kalmış olacaktı aslında; bugünün Daniel ve Sharlotte‘u olarak, başka insanlar
gibi çıkacaklardı birbirlerinin karşısına. Ama yine de gergindi. Odadan ayrılıp
büyüdüğü şehri koklamak, sokaklarında, gençliğinde yürüdüğü kaldırımlarda
yürümek istedi. Bir parçasını bırakıp bambaşka diyarlara giderken, yeni bir
hayat kurmanın ağır yükü altında ezilmeyip, hayata sımsıkı sarılmış, sevdiği
için her şeyden vazgeçmiş güçlü bir kadındı Sharlotte. Ama özlemini dindirmesi
mümkün olmuyordu. Ah ne de çok denemişti her şeyi; Atilla’yı buraya
getirmeyi ya da annesini oraya götürmeyi. Senelerce didinmiş, yorulmuş, sonunda
yılmış ve bırakmıştı. Birinden vazgeçmek zorunda olduğunu bir tokat gibi
vurmuşlardı yüzüne. İşte, hassasiyeti bu şehrin onu terk ettiği gerçeğiyle yüz
yüze geldiğinde çıkıyordu su yüzüne. Hasreti o zaman harlanıyor, büyük bir
yanardağ alevi topuna dönüyordu. Eski dostu sokakları yürürken özlemle ağladı.
Gençliğinin geçtiği eve girdiğinde, yıllardır görmediği çocukluk arkadaşını
görmüş gibi oldu. Duvarları, yerdeki hafif kelleşmiş İran halısı, rengi solmuş,
iskeleti sapasağlam berjer koltukları, her şey anılarındaki gibi duruyordu
öylece. Öyle özlemli bir evdi ki burası, dolapta duran tencerenin yeri
yıllardır değişmemişti. Gözleriyle konuştu onlarla.
Akşam
yemeğini Melis’te yiyeceklerdi. Ece, birkaç hafta önce hevesle aldıkları beşiğe
yerleştiriyordu bebeğini. Daniel olmadığı için rutin kızlar gecesi
olacaktı bu akşam. Geceye iki misafirleri ekleniyordu. Daha dün dünyaya merhaba
demiş minik bir kız ve Sharlotte.
Melis’in
evlendikten sonra kazandığı meziyetlerden biri de iyi yemek yapmak olmuştu.
Türk mutfağı ile pratik İngiliz mutfağını harmanlayarak değişik yemekler
hazırlamıştı akşam için. Sharlotte’un her zaman gelen konuklardan olmadığını
düşünerek iyice özenmişti masaya. Mükemmel bir brokoli çorbası, sebzeli rosto
ve fırında kaşarlı patateste, coşku ve mutluluk vardı adeta. Sharlotte
Londra’da geçen gençlik anılarını anlatıyordu yüzüne tebessümü iliştirerek.
Melis, Daniel konusundaki hassasiyete saygı duyuyor, sohbet konusunun ona
gelmemesi için ayrıca özen gösteriyordu. Ondan pek de beklenmeyecek bir
hoşgörüyle, bu konuyu ‘özel’ bırakma büyüklüğü gösterebiliyordu. O da
olgunlaşmıştı işte. Sevmenin gücünü sindirebilmiş, aşkların önünde saygıyla
eğilebilineceğini kavramıştı nihayetinde.
Telefondaki
ses babasıydı. Mutluluk gözyaşlarının kendi tenine sıcacık değdiğini
hissediyordu. Ağlamaklı sesi yüzündeki mutluluk parıltılarını ele veriyordu.
Çiçek kokan ellerini yüzünde hissetti o an. “Sen çok güçlü bir kızsın. Gün
gelecek şahlanacaksın. O zaman da yanında olacağım” diyordu.
O gece
annesinin kollarında uyudu Ece. Rüyada gibiydi, hem de hiç uyanmak istemediği
derin bir rüyada. Öğleden sonra anneanne, anne, kız ve torun, hep beraber kendi
evlerinde toplanacaklardı. Sharlotte annesini karşısında görünce, içindeki katı
yağlar eriyivermişti. Sarıldı sımsıkı. Kokusu, dünyadan çekip gittiğini sandığı
bir anda, taptaze gelmişti burnuna. İçinde uyuyan küçük kız uyanmıştı yeniden.
Artık umut vardı kalbinde, ters giden her şeyi yoluna koyabilirdi bu umut.
Yüzlerce
yaşanmışlık kokan bu evde, şimdi dört kuşak birlikteydi. Ece için yeni bir
başlangıç, Sharlotte için geçmiş, anneanne içinse yalnızlık ve hüzünle doluydu
o ev. Eski Londra evlerinin ihtişamıyla, yüksek tavanlı dört odanın her biri
minik pencerelerle aydınlanıyordu. Tavanda ince işlenmiş desenler vardı. Balkonda
duran saksılara güvercinler yuva yapmış, evi kolluyorlardı; tıpkı anıların
bekçileri gibi. Köşedeki antika ceviz masa reverans yaparcasına eğikti. Ece’nin
her yaz kaldığı odası aynı duruyordu.
Beşiği
odasına yerleştirdi Ece. Büyükanne torununun kızını kucağına aldı, gözlerinden
öptü bebeğin. Ece şefkatle izliyordu. İğneli konuşmayı seven, sert mizaçlı
kadının ne kadar da yumuşacık göründüğüne hayretle şahit oluyordu. Her zaman
söyleyecek bir şeyleri olan kadın, bebeği kucağına alınca nutku tutulmuş, susup
kalakalmıştı öylece. Elini bebeğin yüzüne sürüyor, gözleriyle konuşuyordu.
Bebek hiç kıpırdamıyor, ses etmiyor, sadece hafifçe gülümsüyordu. Ruhları
birbirine değiyor, sanki ışık saçılıyordu vücutlarından. Bebek sakince uykuya
daldı. Ece büyülenmiş gibi izledi olanları. Sanki minik kızı, büyükannesiyle
sohbet etmişti sessizce.
Her şey
yolunda giderken, anneanne eski aksi kimliğine bürünüp “Bebeğin babası neden
yanında değil?” diye bağırdı durup dururken. Ece, bu ani soru karşısında ne
söyleyeceğini bilemedi. Evliliğin bir düzmece olduğundan mı, beklenmedik
zamanda gelen sürpriz bir aşk bebeğini doğurmaya karar verip sonrasında bazı
kararlar aldığından mı, yoksa Londra’da tek başına hayat kurma savaşına
giriştiğinden mi bahsetmeliydi. Durum öyle karışıktı ki, her şeyi ona yansıtmak
yersiz olacaktı. En kolay olanı seçti; minik beyaz bir yalan: “Babası işlerini
toparlayıp Londra’ya gelecek. Hep beraber olacağız. O zaman hiç
ayrılmayacağız…”
Anneannesinin
duymak istediği sözleri söylemişti Ece. Sevgiyle Ece’ye baktı; o anda mantık
abidesinin mutluluk abidesine dönüştüğünü gördü Ece. Ne biçimde olursa olsun
sevdiklerini mutlu etmeyi başarıyordu. Öğrenmişti artık bunu. Anneanne onun
hislerini anlamışçasına sımsıcak gülümsedi. Saçını okşarken, “Seninle gurur
duyuyorum” dedi, derin bir anlam vardı bakışlarında.
*************
“ Ben baba
mı oldum şimdi?”
Öyle ürkek
duruyordu ki, Ece yıllardır tanıdığı o cesur erkeği, şu çekingen haliyle ilk
kez görüyordu. Kucağındaki minicik canlının varoluş sebebi aylar sonra
yanındaydı. Thierry büyükanne ile ilk kez karşılaşıyordu. Kadın tam da Ece’nin
anlattığı gibiydi. Tavırlarındaki İngiliz soğukluğu ve asaleti eteklerinden
akarken, bir süre sonra anaçlık, yüzündeki çizgilerde, ellerindeki lekelerde ve
gözlerinin derinliğinde kendini gösteriyordu. Akdeniz sıcaklığı ile İngiliz
asaleti mükemmel bir uyum sergiliyordu. Aynı uyum Ece’de vardı. Thierry hemen
anlamıştı benzerliği. Anneanne de Thierry’i sevmişti. Esrarengiz duygularını
İngiliz soğukluğunun arkasına gizlemiş olsa da, yüreğindeki sıcaklığı gözleri
ele veriyordu.
Cumartesi
akşamı büyük bir aile gibi toplandılar. Bir bebek her şeyi unutturup herkesi
bir yemek masasında toplamayı başarmıştı. Yetişkinlerin yapamadığı şeyi minicik
ruhu ile yapabilen bir melekti adeta. Tek bir eksik vardı. Eren gelmemişti.
Büyükanne ile telepati kurmuşlardı yine. Aynı anda aynı kişiyi düşünmüşlerdi.
Kayınvalide bebeklikten beri göremediği torunu Eren’i soruyordu Atilla’ya.
“Etele.
(Atilla’nın İngilizcesi) Küçük torunumu neden getirmedin? Onu benden saklayarak
intikam almıyorsun değil mi?”
Hep yaptığı
gibi şakayla karışık imada bulunuyordu büyükanne. “Londra’ya tatile
yollayacağım. O zaman hem ablasını hem sizi doya doya görecek. Torununuzla
hasret gidermek için bolca vaktiniz olacak, merak etmeyin” diye tamamladı
Atilla sert sözleri tavırlarıyla yumuşatarak.
“Herkes
buradayken, bebeğe bir isim bulmalıyız. Ben bir isim düşündüm.”
“Sen ne
istersen koyabilirsin kızım” dedi babası.
“Önce
önerilerinizi almak istiyorum. İki isim düşünüyorum ben. Biri İngiliz, diğeri
Türk ismi” Thierry’e bakarak söylemişti son sözlerini.
Büyükanne
memnundu. “Aferin Nur, istediğin ismi koyabilirsin o zaman…”
“Evet,
sevgilim. Sen koy adını” dedi Thierry gülerek.
“Nerissa
olsun kızımızın adı. Nerissa, deniz tanrısı, denizin ruhu demek. Deniz
vazgeçilmezimiz, öyle değil mi?”
Thierry
tekrar etti. “Nerissa. Mükemmel… Su kadar berrak, deniz kadar coşkulu olsun…”
O birkaç gün
gerçek bir aile gibi hissetti Ece. Bir arada geçen yılların özlemini geceleri
anlıyorlar, eskiden olduğu gibi saatlerce konuşuyorlardı. Thierry’nin yanında
olmasına öyle çabuk alışmıştı ki, ayrılık yaklaştıkça ciğerleri sökülüyor gibi
oluyordu. Sevdiğinden uzak olmak, eksik kalmak gibiydi. Bunu onun seçmiş olması
ise en kahredeniydi. Ah, yanında burada kalmasını ne çok isterdi. Mutlu ve
normal bir aile olmak diğer tüm zorluklara katlanabilmesi için yeterdi belki.
Ama ikisi de kendi hayatlarından ödün vermeyecek kadar sert kişiliklere
sahiplerdi. Duyguları içlerini eritip yok ederken, dışlarına çelikten birer
duvar örmüşlerdi. Yine ayrılık vardı ve yine buruktu.
Sharlotte
koordinatörü olduğu tatil köyünün sezon açılışı için Türkiye’ye döndü. Babası
ise sadece üç gece kalabilmişti. Herkes gidince yine kendi başına kalmış,
bebeğe yalnız bakmanın zorlukları onu iyice yıpratır olmuştu. Diğer yandan
okuldaki kariyeri, para kazanmak için çalıştığı poliklinik, hepsinin altından
tek başına kalkamıyordu. Kızı ile daha fazla ilgilenebilmek için çalıştığı
yerden izin aldı. Kaçırdığı sınavları telafi edebilmek için ne kadar yorgun
olsa da, Nerissa uyur uyumaz derse oturuyor, konferansları takip ediyordu.
Derken Doktor Burley’in eşi bir dadı önerdi Ece’ye. Kurtarıcı bir melek gibi
gelen dadı ile hemen anlaştı. Dadı, Nerissa ile ilgileniyor, arta kalan
zamanlarında da ev işlerini yapıyordu. Adı Emma idi. Ellili yaşlarda, dul,
yetişkin çocukları olan çalışkan bir kadındı. Kocası öldükten sonra sıkıntıdan
dadılık yapan, aslında paraya ihtiyacı olmayan birisiydi. Onun bu özelliği,
doğrusu Ece’nin çok işine gelmişti. Nerissa’nın bezleri, giysileri, sağlık
masrafları, kendi okul masrafları derken, koyduğu maddi tedbirlere uymakta
zorlanıyordu. Anne babası yardım etmek için ne kadar ısrar ettiyseler de Ece,
gururuna yedirip kabul etmiyordu yardım tekliflerini. Ama onca zorluklara
rağmen yine de ayakta kalmayı başarıyordu. Onun asıl zenginliği umutlarındaydı.
Emma Ece’nin
sağ kolu oluverdi kısa sürede. En önemlisi, Nerissa onun yanında mutluydu.
Kadın yalnızlığını bu genç anne ve şirin kızıyla gideriyordu. Ece yatılı
kalmayı teklif ettiğinde, tüm gününü Nerissa’nın yanında bu evde
geçiren, sadece uyumak için bile kendi sessiz evine gitmeyi hiç istemeyen bir
kadın olarak, seve seve kabul etti teklifi. Odalardan birini Emma‘ya
hazırladılar. Kendine ait yatağını ve dolabını getirip görüntüde küçük; ama
kocaman bir dünyaya sahip oldu Emma. İşin en güzel yanı da Ece’nin artık kader
arkadaşıydı
*****************
Dr. Burley,
Ece’yi de yanına alarak Brüksel Üniversitesi’ndeki Uluslararası Diş Hekimleri
Konferansı’nda yapacağı konuşma için Brüksel’e gidiyordu. Dr. Burley onu çanta
gibi taşımaya başladığından beri, bu tempolu hayat coşkun duygularını
bastırmasına yardımcı oluyordu. İşi ile ilgili takdirler aldıkça da kendine
olan güveni yerine geliyordu. Bununla beraber, Dr. Burley sadece profesörü
olmanın ötesine geçmiş, yol arkadaşı, babası, akıl hocası da olmuştu.
Zaman zaman
Bayan Burley da onlara katılırdı. Ailecek tatile çıkmış gibi, boş kalan kısacık
zamanlarını özel yerleri keşfederek değerlendirirlerdi. Mesela, Paris’e
gittiklerinde, sadece bir gece gösteri yapacak olan Arjantin Dans Okulunun
Avrupa Turnesinin Paris ayağını şans eseri yakalamışlardı. Danslarını bir
hikâye üzerine sahneleyip, eşsiz bir uyumla müzikale dönüştürmeyi başarmış bu
ödüllü gruba tüm medyada büyük puntolarla övgüler yağarken, bunu bir de canlı
izlemenin keyfiyle büyülenmişti o gece.
Hayat, dans
etmek gibi; iyi dans ve kötü dans var yaşamda. İyi dans etmeyi bilirsen hem
partnerinin eğlenmesini, mutlu olmasını sağlar hem de yaşamanın zevkine
varırsın. Kendini müziğe bırak ve ritmin gizemini yakala. Kötü yapılan dansta
ayakların birbirine dolanır ve düşersin. O zaman en güzel melodi de çalsa,
duyamazsın. Hayat da, iyi dans edilmeyi bekleyen bir müzik gibi…
Bu
satırları otelin lobisindeki yumuşak koltuklarda otururken, tangonun en cezp
edici duruşunun resmedildiği, duvarda asılı siyah beyaz tabloya bakarken
karalamıştı, yanından hiç ayırmadığı seyahat defterine.
Dr. Burley
yanına geldi.“ Hâlâ ne çalışıyorsun Ece? Akşam oldu kendini azat et artık.”
“ Çalıştığım
söylenemez profesör. Bir şeyler yazıyordum öylesine. Bu beni dinlendirir.”
“Hazır yeri
gelmişken sana teşekkür etmek istiyorum.”
“Sizden
teşekkür duymak… Ne için acaba?”
“Konuşmamdan
sonra öyle iyi tepkiler aldım ki… Doğrusu iyi iş çıkarmışsın.”
“Kendinizi
yabana atmayın ama. Yazılanın yanı sıra, söyleyiş de önemli. Tebriki size
yapıyorlar, hocam.”
Dr. Burley,
Ece’nin ‘hocam’ demesinden çok hoşlanıyordu. ‘Hep böyle hitap edebilirsin bana’
demişti bir keresinde. Her ne kadar aile gibi olmuşlarsa da, sonuçta onun bir
çalışanıydı Ece. Doktorasını tamamlaması için iki dudağının arasındaki söze
gebe bir öğrencisi olduğunu hiçbir zaman unutmuyor, resmiyeti elden
bırakmıyordu. ‘Hocam’ da, işte bu resmiyetin bir göstergesiydi aslında. Ama Dr.
Burley’e samimi bir lakap gibi geliyordu bu sıfat.
“Gel seninle
güzel bir yemek yiyelim. Başarımızı kutlayalım.”
Ece,
Burley’in teklifine şaşırmıştı. Genellikle yemek yemeyi unutur, tüm gün aç
biilaç ayakta kalırdı. İlk defa gelen bu teklifi asla reddedemezdi. Bir şartla
kabul etti:
“Tamam. O
zaman sizi bir Türk restoranına götürmeme izin verin. Damak zevkinize hitap
edeceğini düşünüyorum.”
“New York’ta
Türk yemeği bir kez yemiştim. Neydi? Aaa tamam! Ali Nazik… Çok lezzetliydi.”
Otelin
danışmasından en gözde Türk restoranının adresini alıp çıktılar. Uzun zamandır
kebap yiyememesinin acısını çıkarır gibi masayı mezelerle donattırdı Ece. Her
mezenin içeriğini özenle anlatıyordu. Türk akşamcılığını anlatmaya koyulmuşken
rakı kültürünü de göstermeliydi. Buzlarla soğutulmuş ‘ehlikeyif’lerle servis
edilen ince uzun bardaklardaki rakıların yavaşça keyfine varıyorlardı.
“Şarabın
kültürü olduğu gibi, rakının da bir kültürü vardır. Yanında su içmek gerekir
mesela. Bir de aç karnına değil yemekte içmelidir.”
Mezelerle
karınlarını doyurmuş olmalarına rağmen, Adana Kebapları gelince, mis gibi
kokuya yenik düşmeleri kaçınılmaz oldu. Türkiye özlemiyle yedi yemeğini. Her
yeni yudumda hasreti yeniden kanıyordu adeta. Kendisini özlem denizine
bırakmıştı. Duygularına tercüman olmak ister gibi, “Ayrılık” şarkısı çalmaya
başladı o sırada. Şarkıcının yanık sesi tüylerini ürpertiyordu.
“…Ah ayrılık
ayrılık / aman ayrılık! Her bir dertten âlâ / yaman ayrılık…”
Ece, içli
içli şarkıya eşlik etti.
“Sözlerini
anlamasam da hüzünlü bir şarkı olduğu tınısından belli; yoksa aileni mi
özledin?”
“Oraları
özledim. Bu şarkı, yemekler… Yarımın orada kaldığını bağırıyor bana. Büyüdüğüm
yeri anımsatıyor. Şarkının bu kadar hüzünlü olduğunu fark etmemiştim. Şimdi
anlıyorum. Yaşadıkça.”
Hep aklında
o vardı. Anlaşmalı evlilik yapma fikri onları dost, sırdaş yapmış, sevgili
olmak fazlalık halini almıştı artık. Nerissa’dan başka bir şey paylaşmaz
olmuşlardı son zamanlarda. Ece, çoğu kez isyankârca onu arayıp buna bir nokta
koymak istiyor; ancak nedenini bilmediği bir içgüdüyle kendisini frenliyordu.
Sessiz kalmak yolunu bulduğunda da çağlayacak suyun durgun kalmasını
sağlıyordu. Ne var ki, sessizliği özlemini dizginleyemiyordu. Can’da olduğu
gibi yine aynı şey olmalı mıydı? Elinden bırakmalı mıydı yine? Sevgisi
bitmediği halde, aralarındaki derin paylaşımın yok olma noktasına gelmesi acı
veriyordu. Bir diğer acıysa, kabullenmenin sancısını yaşayacak olduğu gerçeğiydi.
Bunun ağırlığı üzerine karabasan gibi çöküyor, uykuları kaçıyor, midesine
kramplar giriyordu. Onun doldurduğu yerler, bomboş, sessiz bir ev gibi mahzun
kalacaktı sanki. Ya sevgisizlik, yaşayabilir miydi hiç böyle? Bir anda
girdaplarında boğulduğunu sandığı karanlık suda çırpınırken, önüne atılan can
simidi gibi kızı düşüveriyordu aklına. Daldığı yerden çıkıp, konuşmaya devam
etti:
“Thierry ile
konuşmayı özledim. Aramızdaki uzaklık mesafelerden de öte. Ama o beni en iyi
anlayandır. Sadece kızımın babası olarak kalacak olması beni üzüyor.”
O akşam Ece,
hayatındaki yeni bir köşeye doğru yaklaştığının, uzun engebeli, zaman zaman
dar, zaman zaman geniş o yola bir daha girmek üzere olduğunun farkındaydı ve
Burley’a içini açmak istemişti.
Rakılı,
kebaplı, bol sanat müzikli akşamın yorgunluğuna konferansın yoğun koşuşturması
da eklenince Brüksel’deki ikinci günün akşamında ona kalan sızlayan ayak
bilekleri, şakaklarından sert darbelerle giren baş ağrıları ve bitkin bir
surattı. Sadece sıcak bir duş ve yastığını düşünürken çalan telefonu
açmamak için neler vermezdi.
“Matmazel
Soner. Misafiriniz geldi. Lobide bekliyor.”
“Kimseyi
beklemiyorum ki… Kimmiş?”
“Matmazel
ismini söylemiyor. Arkadaşınız olduğunu, sürpriz yapmak istediğini söylüyor.”
Melis ya da
Sarah Burley olabileceği tahminiyle lobiye indi. Resepsiyondaki yetkili,
lobideki Amerikan Bar’ın taburelerinde, mini etekli, şık siyah bir döpiyes
giymiş, parlak simsiyah saçlarını düzgünce atkuyruğu yapmış, gösterişli kadını
gösteriyordu. Sırtı dönük şekilde oturmuş, caddeyi izliyordu. Ece arkasından
meraklı gözlerle yaklaştı.
“Merhaba…
Ben Ece Nur Soner.”
“Bonjour
mademoiselle” (İyi akşamlar genç bayan)
1987
yılından gelmiş aynı çılgın ve hovarda yüzle tam karşısında duran Maiolaine idi.
Antalya Havaalanı’nda onu uğurlarkenki masum haliyle karşısına çıkıverdi.
Eskimiş Fransızcasıyla,
“Aman Tanrım…
Maiolaine! Sen burada ne arıyorsun? Dahası beni nasıl buldun?”
Melis ile
görüştüklerini Brüksel’de olduğunu ondan öğrendiğini söyledi. Maiolaine akıllı
ayrıca vefakârdı da. Sanki son yıllar hiç yaşanmamış gibi bir anda, on altı
yaşının duygularına dönüvermişti Ece. Konuşacak çok şeyleri vardı ikisinin de.
Maiolaine Paris Üniversitesi’nde Ekonomi okuduktan sonra, bir yıl Tunus’ta
yaşamış, ardından da Brüksel’de bir bankada çalışmaya başlamıştı.
Büyükbabasının Tunuslu olması sebebiyle kültürünü tanıması için babası
göndermişti onu Tunus’a. “Kitaplar her şeyi öğretebilir; ama görmek başka, kim
olduğumu nereden geldiğimi kavradım” diyordu.
“O zamanlar
çok çocuktuk. Hiç tasamız yoktu. Ama şimdi düşünmem gereken bir kızım var
artık.”
“Neden
yalnız başınasın? Senin cesaretine hayranım. Anımsar mısın? Tekne turuna
çıkmıştık. Boğulmak üzere olan bir oğlanı kurtarmak için dalgaların büyüklüğüne
aldırmadan denize atlamıştın. Biz atlamaya korkmuştuk. O küçük çocuğun
kahramanı olmuştun.”
“ Hatırlamam
mı? Çocuğu tutmaya çalışırken bileğim burkulmuş, sargıdan günlerce denize
girememiştim.”
“Eee, her
başarının bir bedeli var. Öyle değil mi?”
“Peki ya
Can?”
“Onu
yıllardır görmüyorum.”
“Akşam seni
kaçıracağım. Hemen bırakmam bilesin. Melis anlattı biraz. Zor günler
geçiriyormuşsun.”
“Üstüme
rahat bir şeyler giyip geleyim. Şu giysiden kurtulmak istiyorum. Sen bir şeyler
iç; benden.”
Blucin,
beyaz bir tişört, üstüne de beline oturan kadife bir ceket giydi. Topuklu
ayakkabılarını fırlatıp attı; süet botlarını sevinerek giydi.
Bir
alışveriş merkezinin en üst katında teraslı bir pub’a geldiler. İnsanların
sanatla uğraştıkları giyim tarzlarından ve tavırlarından açıkça belli oluyordu.
Yanık puro ve pipo kokusuyla, meşe fıçılarda yıllandırılmış şarapların hoş
kokulu esansı birbirine karışmış, mayhoş bir atmosfer yaratmıştı. Çalan müzik
kısık olmasına rağmen, her bir çalgı aletinin tınısını hissediyordu. Köşede
oturan gurubun onlara doğru el salladığını gördü. Kızlı erkekli bir kaç kişi,
yüksek koltuklarda rahat şekilde oturmuş, büyük kadehlerde kırmızı şarap
içiyorlardı.
“Tanıştırayım
Ece. Türkiye’den benim çocukluk arkadaşım… ”
ACI
SANCISIDIR, ÖLÜM
Her
yorulduğunda ve usandığında anne babasının yanına koşuyordu. Çünkü onlar
karşılıksız sevgileriyle yarasına merhem oluyorlardı. Antalya’nın portakal
çiçeği kokan pırıl pırıl havasında sükûneti bulmak, yorgun vücudunu ve çökmüş
ruhunu canlandırmak istiyordu. İçini yiyip bitiren karanlık ve puslu düşüncelerinden
arınabilmeyi sadece anne babasının dizlerinin dibindeyken başarabiliyordu. O
eski çocuk ruhuna dönebilmek için, Brüksel seyahatinden sonra birkaç gün kaçıp
koşulsuz sevgiyle açılmış ailesinin kucağına atmıştı kendisini.
Eren’in yaz
tatili için Antalya’ya gelmesiyle aile eksiksiz toplanmıştı. Eren, babalarının
yolunu takip etmişti; İstanbul’da mimarlık okuyordu. Küçük bir daire tutmuştu
Ortaköy’de. Yakışıklı da bir delikanlıydı. Eren’in yaşadığı şeyler gibi endamı,
hatta konuşmasının bile babasına benzerliğine Ece çoğu zaman şaşırıp kalırdı.
Ertesi gün,
hasret gidermek için Begüm ve Özgür’le buluştu. Ece için, çocukluğunda okuduğu
harika bir masalmış gibi beyninde yer eden çocukluk aşkı, onlar için hâlâ
gerçek bir aşktı. Ece’nin şimdi yaşadığı şeyi görmezden gelmeleri, Thierry’i
gizliden gizliye kabul etmemeleri onu çıldırtıyordu. Her görüştüklerinde
Can’dan haberler verme çabaları, destansı olarak değerlendirdikleri aşkı
canlandırmaya çalıştıklarını ele veren düzmece oyunlardı. Onlara göre Ece de Can
da o muhteşem aşka inanmışlar, uğuruna büyük fedakârlıklar göstermişlerdi. Tam
finale yaklaşmışlarken bu kadar korkak davranmalarına şaşırıyor, bu ilişkinin
sonunun mutlu bitmesi gerektiğine inanıyorlardı.
“Can da
sevgilisinden ayrıldı… Bir sabah onu terk etmiş.”
Ece,
umursamazlık oyunu oynuyordu yine:
“İyi de
bunları neden bana söylüyorsun? Onun için üzüldüm, daha fazlası gelmez
elimden.”
“Anlasana
kızım, sizin kaderleriniz ortak. Çocuk yabancı bir memlekette tek başına kaldı;
sen de Londra’da yalnızsın?”
“Yanılıyorsun;
çok arkadaşım var orada: Unuttun galiba, Melis bile orada…”
“Ben bundan
bahsetmiyorum… Sen hiç mi merak etmiyorsun Can’ı?”
Begüm
sımsıkı kapatılmış sandığın kilidini çevirip, Ece’nin duygularının ortalığa
saçılmasını bekler gibiydi. Ama ne var ki Ece’nin beynini ve kalbini dolduran
öyle başka şeyler vardı ki, o, Can’ı eski bir plak gibi rafa kaldırmıştı.
Begüm, Ece’nin bir şey demesine fırsat bırakmadan konuşmaya devam etti:
“Ama biliyor
musun? Senden bahsettiğimizde, sesi soluğu kesiliyor, sus pus olup içine
kapanıyor.”
Fotoğrafına
bakıyordu. Can’da farklı bir şey gördü Ece. Yüzü gülümsüyor gibi görünse de,
gözleri ölü balıkgözü gibiydi. Çok garip bir ifade vardı yüzünde, sanki pek çok
şeyi aynı anda söylemeye çalışır gibiydi: Aşkı, ihaneti, mutluluğu,
karamsarlığı, yaşamı ve ölümü!
“Yeter
artık! Hepiniz birden gelmeyin üstüme. Beni neden anlamıyor kimse. Neden saygı
duymuyor şu an yaşadığım hayata…”
Çocukluk
arkadaşlarının onun Can’la yine bir arada olmalarını istemelerini hiç anlamıyordu.
O artık geri dönmemek üzere yepyeni bir hayat kurmuştu. Tuhaf davranıyordu
herkes. Ama hayatı planlamak demek, kötü kaderin, istediğin hayata engel
olmasına karşı çıkmak demekti. Mücadele etmeye başladığı anda yazgıya isyan
ediyordu insan. Ece de hayatı boyu mücadeleci ve isyankârdı ve böylelikle
hayatta kalıyordu.
************************
Dr. Burley
verdiği derslere kendisiyle birlikte Ece’nin girmesine izin vermesiyle
saygınlığı artmıştı. Dr. Burley New York Üniversitesinde uzun bir araştırma için
Amerika’ya gidecekti ve onu da yanında götürmek istiyordu. Hayatını düzene
koymaya çalışırken dünyanın öbür ucuna nasıl gidebilirdi? Üstelik ne kadar
süreceği belli değildi. Sabah saatlerinde ders anlatıyor, öğleden sonra kendi
etütlerini yapıyor, akşamları ancak bir iki saat Nerissa’yla olabiliyordu.
Yağmursuz, güneşli günler azdı tabi. O günlerde hemen atıyordu kızıyla kendini
parka, uzun yeşil çimlerde beraber piknik yapıp oynarken her şeyi unutuyordu.
Diğer zamanlarda Nerissa’yı Emma’ya bırakıp Sarah ile buluşup Oxford Street’te
yemek yiyip, sinemaya gidiyor, bol bol sohbet ediyordu. Son zamanlarda
Melis’ten çok Sarah ile görüşür olmuştu. Sarah onu daha çok dinliyor ve
anlıyordu. Melis’in, konuşmaları her daim Can’a kaydırmasına katlanamıyordu
artık. Ece Sarah ile gezmeden memnundu açıkçası. Dünyaca ünlü müzikalleri en
önden izleme fırsatı yakalıyor, galerisindeki kokteyllere Ece’yi de davet
ediyordu. Resme ilgisi artmıştı. Rüyalarını resmediyor sonra çizimleri üzerinde
Sarah ile uzun uzun konuşuyordu.
Hastanenin
yoğunluğundan anneannesini ihmal ediyordu. O hafta sonu Nerissa’yı da alıp
Newhaven’a gitti. Büyükannesinin dizlerinde huzur da vardı. Orası onun
sığınağıydı. Büyükannede yaşlılıktan dolayı unutkanlık başlamış, kendi işini
yapamaz olmuştu son zamanlarda. Ece’yi bazen de Nerissa’yı, Sharlotte sanıyor,
kızının yanında olduğuyla ilgili sanrılar görüyordu. Sharlotte durumuna çok
üzülüyor, defalarca yanına çağırmasına rağmen büyükanne inatla kabul etmiyordu.
Hastaneye yatmayı da ret ediyordu. Soğuk ve duygusuz bir odada tek başına ölmek
istemiyordu aslında.
Ece’nin
yalvar yakar ısrarları sonunda Londra’da bir kliniğe yatmayı kabul etti. Ama ne
yazık ki artık çok geç kalınmıştı. Unutkanlığın yanı sıra böbrekleri işlevini
kaybetmişti. Bir gün doktoru hazırlıklı olunması gerektiğini söyledi. Ece her
gün korkuyla ziyaretine gidiyordu. Onu kaybetmeye hazır değildi hiç. İçinde hiç
kaybolmayan o yumrusu daha da büyüyordu. Anneannesinin yaşama aşkından ders
alarak büyümüştü ve o aşk Ece’yi terk etmek üzereydi. Ama yine de, mutluydu
yaşlı kadın. Sözlerinde hep bir coşku vardı. Vazgeçemediği yaşama sevincini son
nefesine kadar torununa vermeyi görev edinmiş sadık bir nefer gibi.
‘Nur, her
şeye sımsıkı sarıl! Sevgi kötülükleri uzak tutar, hayatı sev. Hayat acımasızdır
ve böyle güçlendirir. O zorluğu sever; mutlu da eder. Kızını her şeyden üstün
tut sevgili torunum. Ona saygı duy. Hiç kimsenin göremediği sadece sizin
bildiğiniz bir bağ olsun aranızda ve ne olursa olsun koparmayın. Birbirinizden
uzak olsanız da, emek verin. Konuşmasanız da hissedin sevginizi. Sizi ayakta
tutan o olacak.”
O böyle
yapamamıştı. Yaşamı boyunca onu kahreden gerçekle ölüm döşeğinde yüzleşiyordu
sanki. Biraz daha yaşasam ve düzeltsem her şeyi ah, diyerek göçüyordu dünyadan.
Yetmiş yedi yıla yüzlerce iyi ve kötü anı sığdırmış eşinin, dostlarının, anne
babasının ölümlerine şahit olmuştu. Her ölenle yıkılmış, sonra tekrar kalkmıştı
bir daha. Ailesinden tek kalan erkek kardeşi savaşta kaybolduğunda izini bulmak
için, her savaş alanını gezmiş, Nazi kamplarında cehennemi bizzat görmüş, ne
yazık ki sonunda kardeşinin cansız bedenini bulmuştu. İkinci dünya savaşının
kulakları çınlatan çığlığının tam ortasında yaşadığı kahpe savaşın izleri hiç
bir zaman silinmemişti. İçi kanatan bedbaht anıları dinleyerek büyümüştü Ece.
Gerçekleri masal cümleleri ile yumuşatarak, öyle bir anlatırdı ki korku, vahşet
sefalet dolu günlerden arta kalanın sadece umut olduğunu düşünmek Ece’ye tuhaf
geliyordu. Anneannesinin gözlerinde miras kalmış acılarını, büyüdükçe anlar
olmuştu. Çocukken masal sandığı hikâyelerin aslında gerçek birer yıkım olduğunu
anladığında, onun yaşam sevgisini ve bitmek bilmeyen umudu nasıl kazandığını da
keşfetmişti. Hayata bağlayan, gördüğü her güzellikle mutlu olmayı öğreten o
izlerdi. Ece’ye de, bıkmadan yılmadan umudu öğretmeye çalışırdı hep. Vücudu
yorulmuştu artık.
“Zorluklar
seni daha güçlü yapacak, mutlu olmanın gizemini gösterecek. Ve o gizemi
yakaladığında hayat bağların güçlenecek…”
Bir gece
yorgunluktan uyuya kalmışken telefon ziliyle fırladı. Sanki acılı haberi
bekliyor gibi telefonun başındaydı. Karşıdakini dinledi, usulca telefonu
kapattı. Donakalmıştı, gecenin karanlığında kireç gibi olmuş yüzü buz gibi
parlıyordu. “Anneanneciğim, canım anneanneciğim…”
Koskoca
dünyanın tam ortasında yarım kalmış, masum bir kızdı şimdi. Ölümün
çaresizliğiyle yapayalnız. Uyumadan, doğru düzgün bir şey yemeden geçen
günlerin ardından bir gün sızıp kaldı. Aralıksız rüya gördü. “Sevgilim, sakın
üzülme. Ben yanındayım. Bak tut elimi. Gördün mü? Sıcak. Ama sen buz gibisin.
Hadi uyan artık, yeter…” Sharlotte’un sesiyle irkildi. Öyle derin uyumuştu ki
nerede olduğunu idrak edemedi ilk anda. Hâlâ uykuda gibiydi. Aklına gelince
bunun bir kâbus olmasını gerçek olmamasını istedi.
Anneannesini
toprağa verdikten sonra acısını dindirmek için kendini işine verdi. Günün çoğu
saatini hastanede geçiriyordu. Küçük odada masasına gömülüyor gece yarılarına
kadar çalışıyordu. Uyumuyordu. Geceye doğru eve geliyor Nerissa uyumuş
oluyordu. Nerissa’yı görecek zamanı bile olmadan sabah da apar topar evden
çıkıyordu. Nerissa son günlerde anlamsız ağlama krizlerine girer olmuştu. Emma
da susturamıyor, Ece telefonda kızıyla konuşursa Nerissa rahatlıyor, ancak
uykuya dalabiliyordu. Günlerdir yaşayan bir ölü gibiyken Melis keyifli bir Pazar
günü programıyla imdadına yetişti. Pazar sabahında beraber kahvaltı
yapacaklardı. Nerissa’ya pembe ince hırkasını giydirdi ve çıktılar. Daniel,
meşhur İngiliz kahvaltıları hazırlayan eski bir yer biliyordu. Thames nehri
kıyısındaki mükemmel parklardan biri olan Greenwich’te idiler. Alabildiğine
çimlerden aldığı yansımayla rengi yeşile dönmüş coşkun nehrin kenarında küçük
şirin bir yerdi. İngilizlerin full english breakfast dedikleri, domates soslu
kuru fasulye, sarısı ve beyazı itinayla ayrılmış tavada yumurta, sosis,
portakal reçeli, kızarmış tost ekmekleri ve tabi sütlü çay ile uzun bir
kahvaltı yaptılar. Açık havada, üstü en sevdiği yiyeceklerle dolu masada
Nerissa keyifliydi. Haftalardır evde yaşattığı huysuzluk yok oluvermişti. Bir
anne mutlu ise çocuğa da yansıyordu doğal olarak.
“Asıl Türk
kahvaltısı, yağlı inek peyniri, siyah yeşil zeytin, vazgeçilmez ikili, tere yağ
ve bal. Hımmm olsa da yesek, ha bir de kaymak. Domates. Biber salatalık da
olmazsa olmaz. Ben bir sabah size mükemmel bir kahvaltı hazırlayayım. Ama simit
bulmam lazım.” Dedi Melis heyecanla.
“Haklısın
simitsiz Türk kahvaltısı olmaz. Sokaklarda bile simit satılıyor sizin oralarda.
Bir adı daha vardı, İzmir’de ne diyorlar?”
“Gevrek”
Daniel çok
yer gezmiş ve onlarca ülkede kahvaltılar etmişti. Yemek konusunda iyi bir gurme
gibi nerede ne var bilirdi.
“Türk
kahvaltısını ilk kez yıllar önce İstanbul’a bir tur götürdüğümde yemiştim.
Zeytinyağına kekik koyuyorlar, harika bir tat. Burada onu akşam yemeğinde
sunarlar. Sizde zeytin tabağında kahvaltıda veriyorlar.”
Melis ile
Daniel sohbeti koyultmuşken Ece, Thierry’nin hazırladığı kahvaltıları anımsadı
birden. Sabahın çıtır çıtır simidini alır, yumurtayı sütle çırparak omlet
yapardı. Demlenmiş çayın kokusuyla uyanırdı Ece. O günlerde ne kadar mutlu
olduğunu düşündü. Onu düşünmeden geçen bir günü dahi yoktu aslında. Keşke, dedi
içinden, yanımda, burada olsaydın. Kızını senden ayırmakla hata mı yapıyorum.
Sevdiklerini,
kendi benliğini özlediğinin farkına varmıştı bir anda. Son haftalarda
yaşadıkları dik durmaya çalışan çelimsiz bir fidanın sert rüzgârla biraz
eğilmesine benziyordu. Her şeyle kendi başına baş etmeye çalışıyordu. Sevdiği
adamdan uzakta hüzünlü bir çiçek, anneannesinin ölümüyle eğilmiş bir fidan
olmayı özgür ruhu reddetmişti. Ama her şeye rağmen kaybetmemeliydi kendisini.
Nerissa için hep güçlü ve makul olmalıydı.
Eğlenip,
gülüştükleri masada bir an soğuk rüzgârlar esti. Nerissa, Ece’yi hissetmiş
düşüncelerine tercüman olmuştu. İlk kez konuşuyordu ve arka arkaya “Baba” diye
tekrarlıyordu. Ece o an paramparça oldu. Babasına özlemle büyüyordu. Ya da,
biliyordu temiz saf kalbinde hissediyordu. Böyle olmayacaktı. Aldığı kötü karardan
bir an önce dönmeli, kızını babasına kavuşturmalı ve özlemi bitirmeliydi.
BÖLÜM V
VERİLMİŞ
KARARLAR KADERİ ETKİLER Mİ?
Kalbi, akan
kanı sabırsızca pompalıyor, kaderinin peşinden yetişmek ister gibi hızla
koşuyordu. Kalbini çıkarıp atmak istedi göğüs kafesinden. Londra uçağının rötar
yaptığı anonsunu duyunca biraz sakinleşti. Demek daha vakit vardı büyük
buluşmaya. Bir bara oturup buzlu viski söyledi. Beklerken bir saat geçmiş,
nihayet kucağında Nerissa ile Ece kapıda belirmişti.
“Minik kızım
babasına mı gelmiş?” dedi kalbinin soluklanmaya çalıştığını hissederken.
Uzun
zamandır birbirlerine dokunamamanın sıradanlığında yok olmuş, biçare ruhlarını
dayanılmaz gerçeklerle yüzleştirmeye hazırlamış iki insan, utanarak gözlerini
kaçırıyordu birbirlerinden. Bir zamanlar vücutlarını bir battaniye gibi sarmış
olan o yakıcı coşkuyu ve harlı özlemlerini, yalnız geçirdikleri anlara
saklamışlardı. Bu tıpkı, daha sonra yiyebilmek için dondurmayı saklamak gibi
bir şeydi; dondurmanın eriyip gideceğini hiç hesaba katmadan. Acımasız
mantıklarıyla kabul ettikleri yolda yürüyebilmek için koydukları insafsız
kurala çatlaya patlaya uyma zamanı gelip çatmıştı işte. İnsanoğlu merhameti
karşısındakine göstermediği gibi, kendisini de acımasızca harcayabiliyordu.
Thierry’nin
yaşlı annesi, Suzan Hanım, Nerissa’yı ilk kez görecekti. Hazırlıklar yapmış,
hediyeler almış, bir odayı özel olarak torunu için donatmıştı. Thierry her
zaman gittikleri Tunalı Hilmi Caddesi’ndeki restoranda yer ayırttı. Ece ile baş
başa kalabilmek için ona büyük bir sürpriz hazırlamıştı. Nerissa’nın yemeğini
yedirip uyuttuktan sonra zaman kaybetmeden restorana gittiler. Mekânın
kapısından girer girmez Ece kararını açıklamak için en uygun yer diye düşündü.
Ona buraya gelebileceğini söylemek için defalarca buluştukları mekândan daha
iyi bir seçim olamazdı.
“Eski aşk
dolu günlerimizi yeniden anımsatmak için mi getirdin buraya? Bu caddenin, bu
mekânın, hatta her zaman oturduğu cam kenarındaki masanın, çok anlamı olduğunu
gayet iyi biliyordu. Sırlarını paylaşan bu pencere ve önünde uzanan şu cadde,
yaşadıklarını, kimsenin bilmediği coşkularını ve sonsuza dek saklamaya yemin
ettiği sırlarını sıkı sıkı saklı tutuyordu hâlâ. Sanki bütün anıları yanı
başındaydı; tıpkı eski bir sırdaş gibi. Sonra, yüreğinde düğümlediği sıcak
anılarını serbest bıraktı ve kararını ciddi bir havaya bürünerek söylemeye
başladı.
“Thierry,
biz seni çok özlüyoruz. Sandığım kadar güçlü değilmişim. Kızım söz konusu
olunca hele güçlü duramadım. ”
Thierry’nin
sağır ve dilsiz biri gibi tepkisiz dinliyordu onu.
“Güzel
günlerimiz bu kadar mıydı? Böyle olmamalı. Daha pek çok şey yaşamalıyız
birlikte. ”
Thierry
konuşmanın nereye varacağını kestiremiyor dinlemeye devam ediyordu. Ece
kesmeden konuşuyordu.
“Ben dönmeye
karar verdim.”
Ece’nin
sürprizi onunkinden daha büyük olmuştu. Thierry sürprizini coşkuyla
söyledi Muhteşem bir mavi tura çıkmak için her şeyi ayarlamıştı. Birkaç
günlüğüne fiber bir tekne kiralamıştı. Maviliğin ortasında rüya gibi bir tatile
gidiyorlardı.
Ne de
gizemli bir yerdi İstanbul. İmparatorlukların yaşandığı uğruna binlerce kanın
döküldüğü yedi tepeli şehrin inci gibi boğazı çevreleyen kıyılarında uzanan
tarihi yapılarla, içini sımsıcak yapan yaşanmışlık kokan yalılarla konuştu.
Adeta kulağına şarkı fısıldayan cilveli bir kadın gibiydi İstanbul. Alış veriş
yapmak için İstiklal Caddesine gitti. Tarih kokan uzun caddede yürürken gördüğü
yaşadığı hiçbir şehre benzemediğini düşündü İstanbul’un.
Akşamüstünün
gıdıklayan serinliğinde dükkânlardan gelen müzik sesleri, çevrede gezinen
gençlerin eğlence dolu halleri, yaşayan bir canlı gibi üzerine sinmiş yüzlerce
yıllık tarihin gizemini etrafa salan göz nuru binalarıyla bütünleşmişti cadde.
İnce ince keman sesini duyduğu bir pasaja girdi. Duvarlarında mavi ve yeşilin
hâkim olduğu resimlerle bir kiliseyi andırıyordu burası. Sesin geldiği yere
doğru yöneldi. Mağazanın tam ortasında genç bir kız keman çalıyordu. Çalmıyor
adeta konuşturuyordu. Öylece durup kendisini melodiye bıraktı. Yanına yaklaşan
mağaza görevlisini fark etmemişti.
“Ne hoş
çalıyor, değil mi?” diye sordu görevli.
“Sanki
benden bahsediyor.”
“Bu suyun
sesi. Su gibi akan hayatın hikâyesini anlatıyor.”
Ece
gülümseyerek, “Tam da düşündüğüm gibi.” dedi. “Bunu almalıyım.”
Pasajdan
çıktığında güneşin yüzüne vurmasını umursamadan göğe bakıp derince kokladı
havayı. Seviyordu ülkesini. Onu rahatlatan şey, bu havadaki koku ve şehrin
yaşam sesleriydi. Tatil alış verişi için büyük bir mağazaya girdi. Hem
kendisine hem Thierry’e mayo, havlu, terlik aldı.
Plan
İstanbul boğazından Ege denizine açılıp beğendikleri her koya demir atmaktı.
Kalacakları tekne neredeyse şık bir daire gibiydi. Kocaman kamara, iyi döşenmiş
büyükçe bir yatak odasını, duş alma yerleri kullanışlı bir ebeveyn banyosunu
andırıyordu. Uzun güvertenin ortasında sabit duran yemek masası ayrı bir yemek
odası görünümü veriyordu. Kaptan ve küçük ekibi dışında onlardan başka hiç
kimse yoktu teknede. Tekne öyle büyüktü ki kimseyi görmeden saatler
geçebilirdi.
Sabahın ilk
ışıkları kamarayı ısıtıyordu. Denizin kokusu burnuna doldu. Tüm hücreleri
güneşe ve vücudunu saran iyot kokusuna selam dururcasına ayaklanmıştı. Uzun bir
gerinmeyle kalktı yataktan. Thierry yanı başında uyuyordu tatlı rüyalar gören
bir bebek gibi. Yavaşça dudaklarına öpücük kondurdu. Uyanmıştı. Gözlerinin
içinde yüzünü gördü berrak bir suda yansıması gibi. Bal rengi saçlarıyla Thierry’nin
yanaklarını gıdıklıyordu.
“Çok güzel
bir rüya gördüm.” Dedi Thierry dingin bir sesle. Devam etti.
“Sen ve ben
vardık.”
Ece
gülümseyerek cevapladı.
“Biliyor
musun rüyanda dahi yanında başkası olsaydı…”
“Rüyada
kalmasın, haydi yapalım.”
“Neyi”
“Pırıl pırıl
denizde sonsuzluğa açılmayı. Haydi, kalk, yarışalım.”
“Yarışacak
mıyız?”
“Evet. Yüzme
yarışı. Kıyıya kim önce varırsa, diğeri ona kahvaltı hazırlayacak.”
“Anlaştık.”
Dedi Ece kendinden emindi. Sabahın tüyleri okşayan serinliğinde serin suya
atladılar. Deniz çarşaf gibi düz, berrak ve göz alıcı maviliğiyle önlerine
serilmişti. Çocuk gibi oynaşmalarına uyanan kaptan ve ekibi birer birer
güverteye çıkmış onları seyrediyorlardı. Bulgar asıllı kırklı yaşlarındaki aşçı
kadın çat pat Türkçesiyle seslendi.
“Ne yemek
istersiniz?”
Ece kıyıdan
seslendi. “Kahvaltıyı ben hazırlayacağım. Sen bir şey yapma.”
Thierry ne
konuştuklarını anlamamıştı, Ece’nin yüzüne şaşkın baktı.
“Yarışı ben
kazandım ama yine de Türk kahvaltısı nasıl olur sana göstermek istiyorum.”
O sabah
güvertede hep birlikteyken mutlu olduğunu düşündü. Ama her şey planlanmış,
hesaplanmış ve kalın çizgilerle belirlenmiş bir çemberin içindeydi sanki. Thierry
onu mutlu etmekle kalmıyor neşelendiriyordu da ama coşkusunun bir gün biteceği
hissinden alamıyordu kendisini. O tanıdığı en mükemmel insandı, kötü olan
hiçbir şeyi umursamayıp, iyi olanları önemseyen güçlü bir adamdı. Londra’da
kurduğu kendi dünyasını bir gün özlerse elinde kalan tek şeye, Thierry’nin
mükemmel kollarına sığınacak ve kızı Nerissa’ya sarılacaktı. Ama onun yanına
döndüğü için sonra pişman olmaktan ölesiye korkuyor bunu düşünmemeye gayret
ediyordu.
Kaptan
dümenin başından seslendi. “Demir alıyoruz. Rotamıza devam edelim.”
Denizde
sakin geçen birkaç günden sonra o gece fırtınaya uyandılar. Tekne ters yüz
olurcasına sallanıyor dalgalar güvertenin üstündeki her şeyi aç canavar gibi
alıp yutuyordu. Kaptan dümeni tutamıyordu. Telaşla bağırdı. “Can yeleklerini
giyseniz iyi olur!”
Ece
kamarada ileri geri sallanırken ne olduğunu anlamamış, korkudan kaskatı
olmuştu. Thierry kamarada kalmayıp güverteye çıkmayı önerdi. Batma halinde
kamarada sıkışıp kalınabilirdi. Bunu söylerken soğukkanlıydı ama onları neyin
beklediğini bilmemek onu tedirgin etmişti. Tekne korkunç dalgalarla savaşıyor
bir sağa bir sola sallanıyordu. Doğanın gücü karşısında çaresizce debelenen
kelebek gibiydiler. Hırçınca kabaran simsiyah deniz çıldırmış bir kısrak gibi
şahlanıyor önüne çıkan ne varsa her şeyi yerle bir ediyordu. Can yeleklerinin
olduğu yere ancak varmışlardı ki sert bir dalga yelekleri alıp savurdu. Thierry
bulduğu can yeleğin birini önce Ece’ye giydirdi. Kendininkini giymeye
çalışırken yelek elinden uçup denize düştü. O sırada Ece direğe sıkıca
tutunmuştu. Thierry de bir eliyle direği tuttu ve Ece’yi direkle kendi vücudu
arasına alıp sımsıkı sardı. Tüm bunlar öyle kısa sürede gerçekleşmişti ki Ece
ne olduğunu şaşırmıştı. Sert dalgalar vücutlarına çarpıyordu. “Tekne batıyor!”
“Ece, sıkı
tutun. Devrilmek üzereyiz.” Dedi Thierry.
Fırtınanın
hücum askerleri gibi saldırgan kara bulutları, tıpkı intikam almak isteyen
azgın boğa gibi homurdanıyordu. Uçsuz denizin orta yerinde, zifiri karanlığın
içinde insan ölümden başka şeyler de düşünüyordu. Geçmişi ve en çok da
sevdiklerini. Kanı donduran soğuğa, ıslaklığa ve bir adım önünü göstermeyen
sise rağmen Ece’nin zihni berraktı. Dehşet tüm vücudunu sarmıştı bonkörce ama
ölmek değildi bu korkunun asıl sebebi. Böyle kalmak bu girdaptan çıkamamaktı
endişesi. Hayatla ölüm arasında sıkıştığında her şey ne de berraklaşıyordu
birden. En büyük en önemli sanılan şeylerin bir anda fani olduğu dank ediyordu
insanın kafasına. Küçük şeyler kalıyordu geriye. Nefes almak, görmek, dokunmak,
yürümek, konuşmak bunlar bir insan için basit şeylerdi ta ki onları kaybetmenin
eşiğine gelene kadar. Her şey bir yana, sevdiklerini terk etmekti en çok ona
koyan. “Tanrım beni sevdiklerimden ayırma.” Diye haykırdı.
Tekne yan
yatmıştı. Thierry tek eliyle tutmaya çalıştığı direkten kaymak üzereydi.
Tutacak gücü kalmamıştı, zorlanıyordu fazlasıyla. Thierry yenilgiyi kabul etmiş
bir boksör gibi yüzüne yediği darbelere aldırış etmeden titrek sesiyle
haykırdı.
“Ece, seni
hep sevdim. Okulun kantininde seni ilk gördüğüm günden beri kalbim senin için
çarpıyor. Sen güçlü bir kızsın. İyileşeceksin. Bir gün kendine gelecek ve ayağa
kalkacaksın...”
“Ben de seni
seviyorum Thierry. Gitme! Sıkı tutun ne olur. Bırakma kendini. Hayır, şimdi
değil. Hayır. Kavuşmuşken değil. Thierry gitmeee!”
Büyük bir
dalga aç kurt gibi ağzını sonuna kadar açarak, seçtiği kurbanını yutuyordu. Ece
elinden kayıp giden sevgiliye çaresiz bakakaldı. Çırpınıyordu. Sert
rüzgârların savurduğu bir Hazal gibi bir sağa bir sola sallanan güvertede
yaşamın halatına tutunurcasına iki koldan sarıldığı direkten denize bakmaya
çalıştı. Thierry derinlere doğru sessizce kayıyordu. Gözlerine baktı, acı
yoktu. Hatta huzurluydu. Her şeyin bittiği o anda, teslimiyet duygusuyla
tamamen sakinleşip, korkusuzlaşıyordu insanoğlu. Hemen kabul etmişti yenilgiyi,
çabalamamıştı sanki. Ece ise inat ediyordu azgın denize yenilmeye. Sesini
derinlere ulaştırmak istiyor avazı çıktığı kadar bağırıyordu. “Thierry, Thierry...”
Kaptan
seslendi. “Batıyoruz! Batıyoruz!”
Ece kocaman
olmuş yeşil gözlerini sımsıkı kapattı. “Thierry, sana geliyorum! Artık bırakmam
seni. Ayrılmam yanından…”
Tekne ters
döndükçe Ece halata tutunmayı bıraktı. Kendisini bulanmış çıldırmış suya teslim
etti. Yaşamda kalmak için dakikalardır verdiği çaba anlamsızdı artık. Her şeyin
başladığı yere gelmişti sanki. Sonsuzluğun son bulduğu ufuk çizgisiydi burası.
Şimdi bir başka ufka doğru kayıyordu. Denizin derinliklerinde su vücudunu
ısıtıyordu. Burun deliklerine dolan suyun acısı birden tatlı bir uyku verdi.
Tüy gibi hafifti. Karanlığın içinde ışığın ortasında Thierry’i
gördü. Yüzünde dingin, huzurlu bir gülümseme vardı. Elini uzattı ama ulaşamadı.
Ona bakarken gözleri kapandı. Ta ki sonun başlangıcına dek…
*******************
BÖLÜM
VI
SONDAN ÖNCE
GELEN O BAŞLANGIÇ
Aralık 1989,
Londra
Ruhu
vücudunu terk edip bir anda geri dönmüş gibi irkildi. Yeşil gözleri beyaz
ışıklı tavana dikiliverdi. Göz kapakları kaskatı gerilmişti. İlaç kokusu
burnuna, makinelerin sinyal sesi kulaklarına doluyordu. Damağı kupkuru olmuş,
dudakları örümcek ağı gibi birbirine örülmüştü. Kollarını ve ayaklarını
hissetmiyor, havada salınan bir kuş gibi boşlukta duruyordu. Kurumuş gözlerinin
acısını hissetti. Acıdan kurtulmak için gözlerini kapatmak istiyor, heyhat
olmuyordu.
Hemşire
yanına yaklaştı. Uyandığını gördüğü anda koşarak odadan çıktı. Çıkmasındaki
aynı telaşla yanında altmışlı yaşlarında bir doktorla geri girdi beyaz soğuk
odaya. Ece tavana dikmiş gözleriyle telaşı sadece hissedebiliyordu. Doktorla bir
an göz göze geldi. Dr. Burley idi.
“Ece, beni
duyabiliyor musun?”
Ece
gözleriyle işaret verdi.
“Merhaba.
Nihayet, kendine geldin. Ben Dr. Burley.”
Kapı sesini
duydu. Yaklaşan gölgeyi hissetti.
“Ece,
kızım... Şükürler olsun tanrım.” Sharlotte mutluluktan ağlıyordu. Ece’nin
yanaklarını alnını öptü pervasızca.
Ece
kendisini oldukça zorlayarak. “An.. ne” dedi tüm gücüyle yutkunarak.
“Nere..de..yim?”
“Hastanedesin
kızım. Artık uyandın şükürler olsun.”
“Herkes iyi
mi?”
“Evet.
Herkes iyi. Herkes seni merak ediyor.”
“Thierry. O
iyi mi? Bul… du.. lar mı onu?”
“Kim?”
Ece,
yutkunarak ağzını ıslattı. “Thi…ery…”
Doktor
Burley, Sharlotte’un şaşkınlığını anlayarak kulağına fısıldadı. “Fazla
zorlamayalım. Henüz kendinde değil.”
Sharlotte
odadan çıktı. Koşarak Atilla’yı aramak için danışmaya gitti. “Kızımız
uyandı. O iyi.”
Atilla
hıçkırarak ağlıyordu telefonda. “Allah’ım, sana şükürler olsun.
Konuşabiliyor mu?”
“Evet.
Doktor henüz kendinde olmadığını söylüyor.”
“Yarın
Londra’dayım.”
Günler
geçtikçe Ece’nin bilinci yerine geliyor, kelimeler ağzından daha kolay çıkıyor,
hareketleri normale dönüyordu. Yanında bekleyen hemşireye seslendi.
“Bizi nasıl
buldu...nuz? Buraya nasıl gel…dim.”
“Sizi
aileniz getirdi. Geldiğinizde komadaydınız.”
“Denizin
ortasınday…dık. Orada kim buldu bizi?”
“Bunları
annenize sorarsanız daha iyi olur.”
Kapıda
bekleyen annesini çağırdı hemşire.
“Bayan
Sharlotte. Sanırım hastanın konuşmaya ihtiyacı var.”
Sharlotte
küçülmüş elleri avuçlarının arasına aldı.
“Bugün
kendini nasıl hissediyorsun?”
“Bilmi…yorum.
İçim bom…boş. Organlarım çıkarılmış gibi.”
“Her şey
düzelecek tatlım. İyileşeceksin.”
“Bizi nasıl
buldunuz?”
Sharlotte
unutmak istediği o kara günü yeniden hatırlamanın acısını yüzüne yansıttı.
“Bizi arkadaşların aradı. Denize düşmüşsün. Düşerken boynunu kırmışsın.
Boğulmak üzereyken seni kurtarmışlar.”
“Evet.
Hatırlıyorum. Çok net hatırlıyorum. Tekne battı ben de Thierry’nin ardından
denize düştüm.”
Annesi ne
diyeceğini bilemiyor dahası yanlış bir şey söylemek istemiyordu.
“O öldü
değil mi anne söyle bana!”
“Ece, senden
başka denize düşen olmamış.” Gözlerindeki soru işaretlerini gösterircesine
kaşlarını kaldırarak.
“Tekne battı
tüm mürettebatla beraber denizin dibini boyladık. Bana doğruyu söylemiyorsun.”
“Boş ver
şimdi neler olduğunu. Geri geldin ya. Sen çok yoruldun. Kafanın karışık olması
çok normal.”
Ece, Thierry'nin
öldüğünü biliyordu. Bu acıyı yüreğinde hissediyordu Annesinin ona
bir şey anlatmamasından daha da emin oluyordu.
“Burası
neresi?”
“Burası özel
bir klinik kızım. Londra’dayız. Türkiye’de bir süre hastanede kaldın. Sonra tedavin
için daha uygun bir yer olduğunu düşünüp seni buraya getirttirdik.”
Ece
“Nerissa” diye sayıkladı.
Sharlotte,
kızının saçını okşadı şefkatle. “Ah canım kızım. Her şey geçecek. İyi
olacağız….”
Ece uykuya
dalınca, Sharlotte doktorun yanına gitti. “Doktor Burley, size teşekkür edecek
fırsatım olmadı.”
“Bana değil,
kızınıza teşekkür edin. Onun kadar hayata bağlı bir hastam olmamıştı. O güçlü
ve yaşama sıkı sıkıya bağlı bir kız. Bir gün komadan çıkacağından hiç şüphem
yoktu.”
“Bilincindeki
bu bulanıklık ne zaman düzelecek doktor? Bu durum beni çok korkutuyor.”
“Sabırlı
olmalıyız. Bunca zamandır komada olan biri için gayet normal.”
“Tanımadığım
isimler sorup duruyor. Kimdi?... Thierry. Bir de Nerissa. Bu kişiler kim
bilmiyorum. Güya kazayı beraber geçirmişler. Ama denize düştüğünde yalnızdı.”
“Nerissa… O
benim başka bir hastamdı. Komada küçük bir kızdı.”
Dr. Burley
tuhaf bir şeylerin olduğunun farkındaydı. Nerissa’yı nereden bilebilirdi?
Komadaki başka bir hastayı. İkisinin aynı odada yatarken birbirlerinden haberdar
olmaları imkânsızdı. Acaba mümkün olabilir miydi? Aralarında bir iletişim
olagelmişti de, bu bağ nasıl kurulmuştu? Doktor kafasındaki soru işaretlerini
Sharlotte’a aksettirmedi. Derin uykudayken insanların algılarının açık ve
çevrelerinde olup bitenlerin farkında olabileceklerinden bahsetti.
“Onu yalnız
bırakmadınız. Arkadaşları, sevdikleri devamlı ziyaret ettiler. Herkes onunla
konuştu hayattan kopmaması için günlük yaşamlarını anlattı. Komada hastaların
nadiren de olsa duyabildikleri vakalar olmuştu. Karmaşık bir durum ama mümkün.”
“Diğer
hastayı nereden biliyor olabilir? ”
“O ünitede
Nerissa da yatıyordu. Teoride bu mümkün değil. Ama imkânsız görünmüyor. Evet,
onlar birbirleriyle iletişim kurmuş olabilir.” Doktor Burley, Sharlotte’un
endişeli bakışlarını görünce onu rahatlatma gereği duydu ve devam etti.
“Endişelenmeyin.
Kendisine gelecek, her şeyin farkına varacaktır. Gerçekle yüzleşmesi için
zamana ihtiyacı var…”
Ece’nin
vücuduna takılı aletler çıkarılmış, normal bir odaya alınmıştı. Uyuya kalmış
annesini izledi. Yorgun yüzüne rağmen ne kadar da güzeldi. Yıllar ona iyi
davranmış diye düşündü. Yataktan kalkmak için bir hamle yaptı. Hali yoktu.
Sharlotte sese irkildi.
“Ece, iyi
misin?”
“Kalkmak
istiyorum.”
“Tamam,
kızım. Seni kaldıracağım ama çok yavaş hareket edeceğiz.”
“Ayaklarımı
hissetmiyorum...”
“Sakın
korkma. Bir yıldır yataktasın bu normal.”
“Bir yıl
mı?”
Ece birden
tüm vücudunun ürperdiğini hissetti. Ayakucundan saç teline kadar ateş
kaplamıştı. Güçsüz bacakları ayakta durmasına izin vermemiş kendisini yeniden
yatağa bırakmıştı. İçi samanla doldurulmuş bir ceylan kadar donuktu.
“Bir yıldır
uyuyor muydum?”
“Tam on iki
ay dokuz gündür komadaydın. Kilolarca deniz suyu yutmuş, bilincini yitirmiş
haldeydin.”
Sonra,
umutsuzluğun ve iliklerine kadar sinmiş acının beyninde uyandırdığı
isyankârlığı yeniden hissetti Sharlotte. Ölümü, dünyada en sevdiği kişinin,
kızının ölmek üzere olduğu kâbus dolu günlerdeki duygularını en ufak bir
hafifleme olmadan bir daha yaşadı. Ağzından çıkan cümlelerin umutsuz ve acımasız
olduğunun gayet farkında şöyle dedi;
“Doktorlar
aylar önce senden ümidi kesmişlerdi. Bizi öleceğine hazırladılar. Günlerce
yasını tuttuk. Bunun ne acı olduğunu bilemezsin. Senin elini tutarken, kalp
atışını makinede görürken, aslında yanımda olmadığını bilmek, sesini duyamamak,
o güzel gülüşünü bir daha görememek öyle kahrediciydi ki, bu işkence her gün
öldürüyordu beni. Seni her gördüğümde bir daha bir daha bıçaklıyordum
kendimi. Bir gece rüyama girip anne dedin, beni bekle geleceğim. Seni çok
özledim, bırakmayacağım seni, diyordun. İşte o sabah, umudum yeniden
yeşerdi, yere dökülmüş gül dallarının vazoya konması gibi. Ben de baban da seni
tanıyorduk. Kolay pes etmeyeceğini biliyorduk. Biz de pes etmemeliydik.
Böylece, Londra’da iyi bir hastane araştırıp, seni buraya getirttik. ”
“İyi de
anlamıyorum. Dr. Burley bir diş hekimidir. Komada bir hastayı tedavi edemez.”
“Dr. Burley
tanınan iyi bir nörolog. Ve biz ona minnettarız.”
“Kafam çok
karıştı anne. Ne olur yardım et bana.”
Ece’nin
kafası karanlık bir kuyu gibiydi. Tanıdığı insanlar, yaşadıkları, bildiği ne
varsa kuyunun dibinde zifir rengi suda kaybolmak üzereydi. Başı ağrıdan
parçalanıyordu.
“Sana bir
ağrı kesici yapacağım. Kendini daha iyi hissedersin.” Dedi Doktor Burley odaya
girerek.
“Doktor
Burley sizi gördüğüme sevindim. Annem sizin….”
“Ece, beni
tanımana çok sevindim. Demek algıların açıkmış.”
“Sarah
nasıl? Onu görmek istiyorum o her şeyi anlatabilir size.”
“…”
Onu
anlamakta güçlük çeken insan ordusu vardı karşısında. Sanki başka dilde konuşuyordu.
Doktor ve annesinin anlamsız, üzgün ve korkmuş bakışlarına tahammül edecek
durumda değildi Ece. Sinirliydi uyandığından beri. Thierry’i merak ediyor,
Nerissa ‘yı özlüyordu.
“ Sarah
sizin kızınız. Değil mi, değil mi?”
“Bir süre
Dr. Sarah’ın bölümünde yatırmam gerekti seni. Fakat sen onu da...”
“Ah
çıldıracağım. Ne doktoru ne yatması. Sarah bir ressam ve sizin kızınız. Ben
doktor demedim.”
“Tamam, Ece.
Sakin ol.”
“Dr. Sarah’ı
çağıracağım. O bir psikiyatri doktorudur.”
Doktor Sarah
içeri girdiğinde Ece’nin gördüğü, onun Sarah’sı ile hiç ilgisi olmayan bir
kadındı. Sıcak ve sevecen davranıyordu. Sesi Sarah, ama yüzü başka biriydi.
“Ece, şimdi
bana bildiğin hatırladığın her şeyi anlatmanı istiyorum” dedi Doktor. Sonra
ekledi; “Lütfen sizler de kalın.” Doktor Burley ve Sharlotte’a dönerek.
Ece tamamen
gerçek olduğunu sandığı hayatını tek tek anlatmaya başladı. Ankara’da
yaşadıklarından, Thierry ile tanışmasından, kızı Nerissa’dan ve Doktor
Burley’in asistanı olduğuna kadar hiçbir şeyi atlamadı. Doktor Burley de Doktor
Sarah da, Ece’nin kusursuz bir gerçeklik içinde yaşadığı alternatif hayatını
birden bırakamayacağını, onun inandırıcı tavırlarından anladılar kuşkusuz. Öyle
ki, Nerissa’ya ne olduğunu bilmeye hakkı olduğunu düşündü her iki doktor da. Bu
hayata konması gereken ilk noktayı onlar koyduracaklardı Ece’ye. Sarah Dr.
Burley’e gözleriyle verdi işareti. Dr. Burley, Nerissa’nın kalbinin daha fazla
dayanamadığını söylediğinde Ece kahroldu. Gerçekle düş birbirine öyle bir
girmişti ki Ece kendi öz kızı için ağlıyordu. Oysa hiç tanımadığı, sadece aynı
odayı paylaştıkları biriydi hayatını kaybeden. Belki de aynı şeyler Nerissa’da
da olmuştu. Bunu asla öğrenemeyeceklerdi.
“Bayan
Sharlotte, Ece kendisine alternatif yeni bir hayat kurmuş ve uyurken onu
yaşamış. Bu yaşamı şaşılacak kadar gerçek ve inandırıcı. Bilinçaltında kurduğu
deniz kazası onun mucize şekilde komadan çıkmasına sebep olmuş. Ancak, öyle
kusursuz bir hayat ki, hâlâ o yaşantısını sürdürecek kadar içinde şu an. O
yaşamı devam ediyor.”
“Buna inanmak
güç. Peki, ne yapmalıyız?”
“Sizin
yapmanız gereken tek şey sevgi ve ilgi göstermek olacaktır. Gerçek hayatını
hatırlatmalısınız. Güzellikleri gösterin ona. Güzel olanın şu an olduğunu
görürse, anlaması kolay olur. Arkadaşlarını çağırın. Onlar Ece’nin yanındaydı
hep. Şimdi de yardımcı olacaklardır.”
Diğer
taraftan; Ece yaşadıklarına inanamıyordu. Kızını kaybetmişti. Hayat ne acımasız
ve mağrurdu. Sevdiklerini küstahça elinden alıyordu. Hem de en kötü şekilde
ölüm kozunu kullanarak yapıyordu. Yaşama bu kadar bağlı birine ölüm acısını
tattırıyordu her zaman. Kazanın şokunu henüz atamamışken bir de çevresindeki
insanlar tuhaf şeyler söylüyor ya da sorularına net cevaplar vermiyorlardı. Ah,
gücü yerinde olsa da ayaklanıp kalkıp gitse. Suzan anne Thierry’nin ölümüne
yıkılmış olmalı diye düşündü. Emma. Emma tek başına ne yapıyordu. Belki de
haberi yoktu hiç bir şeyden. Melis ve Daniel neden gelmemişlerdi hastaneye.
Londra’da olduğuna göre onların haberleri olmalıydı. Sakinleştiricilerin
etkisiyle uykuya daldı. Uykusunda Can’ı gördü. Yine karma karışık bir ruh hali
ve yine uykusunda Can vardı. Her zaman Hızır gibi yetişen o oluyordu nedense.
Ece, Ece
diyerek onu sarsıyordu Can. Sarsılan o iken dışarıdan seyreden de kendisiydi.
Üstündeki elbiseler ıslaktı. Yüzünden sular damlıyordu. Yüzüne tokat atıyor bir
yandan da ağzıyla dudaklarını kapatıyordu. Kan ter içinde uyandı. Odada kimse
yoktu. Gece olmuştu ve perdeler açıktı. Oda, bembeyaz ışığıyla pencereden ayna
gibi yansıyordu. Kafasını hafifçe çevirdi. Yüzünü net bir şekilde görebiliyordu
pencereden. Çok narin ve zayıftı. Elmacık kemikleri, üstünde de iki kocaman göz
vardı sadece. Yorgun ve acılı yüzü her şeye rağmen pürüzsüz ve berraktı.
Yavaşça elini kaldırdı avucunu yüzüne sürdü. Teni bir yıldır uyuyan biri için hiç
de fena değildi. Aynı on sekiz yaşımdaki halim gibi, dedi içinden.
Sharlotte
girdi içeri. Ece’nin az sonra göreceği kişinin hafızasını yerine getireceği
inancıyla heyecanlıydı.
“Seni görmek
isteyen biri var. Sen uyurken hiç yalnız bırakmayan biri. Onu görünce çok
sevineceksin.”
“Nerissa,
kızım…”
Sharlotte
Doktor Sarah’ın tavsiyesine uyarak tepki vermedi ve devam etti.
“Uyandığından
beri onu sormadın. Oysa senin için çok endişelendi.”
Kapı açıldı.
Karşısında yıllar öncesinde bıraktığı gülüş ve tavırla, sanki tüm zamanları
dondurmuş gibi aynı yüzle duran, Can’ın ta kendisiydi.
“Can, sen…”
Can yanına
yaklaştı elini tuttu. “Merhaba. Hoş geldin bir tanem. ” Diye kesti sözünü.
Ece anlam
veremiyordu. Yüz aynı yüz, bakışlar aynı bakış, sevgi aynı sevgi, Can aynı
Can’dı.
“Ellerine
dokunmayı, gözlerini seyretmeyi çok özledim sevgilim.”
“Burada ne
işin var?”
Can
gülümsedi. “Hep buradaydım.
Ece,
inanamıyordu. Sadece rüyalarında görebildiği ilk aşkı karşısına geçmiş onu hiç
bırakmadığını söylüyordu.
“Ne kadardır
buradasın?”
“Seni
Londra’ya getirdiklerinde düşündüm, benim yerime sen olsan ne yaparsın diye. Ve
Londra’ya gelmeye karar verdim. Sen de bunu yapardın.”
Sessizlik
oldu. Sonunun ne olacağı bilinmez uzun bir sessizlik. Can aynı sevecenlikle
konuşmaya devam etti;
“Seni yalnız
bırakacağımı düşünmedin değil mi?”
“Anlamıyorum.
Japonya’ya gitmiştin. Seni ben uğurladım.”
“Bunu
beraber yapacaktık. Orada birlikte yaşayacaktık… Hatırlıyor musun?”
Ece
hatırlıyordu elbette. Ama o kadar sular akmıştı ki, üzerini yeni planlar yeni
umutlar toprak gibi örtmüş, bunu en dibe gömmüştü. Ece’yi terk edip dünyanın
öbür ucuna giden Can’dı. Şimdi ise yüzsüzce birlikte yapacaktık, demesi çok
önemsiz bir ayrıntıdan, muammalı bir özür dileyişten, gereksizce geriye ışık
tutmadan başka bir şey değildi Ece için. Sinirlendi.
“Sonra,
senin bir sevgilin olduğunu söylemişti Begüm.” Can, şaşkın lafa girdi.
“Bunların
hiç biri gerçek değil...”
Yıllardır
görmediği çocukluk aşkı karşısına geçmiş, onu artık bırakmayacağını söylüyordu.
Hastane odasında vücudunun bir kısmı tutuk haldeyken beyninin tik tak saat gibi
çalışması ne tuhaftı. Beyni çalışıyor ama duyguları bacak kaslarının zayıf
olması kadar güçsüzdü. Can’ın söyledikleri gökyüzündeki bulutlar gibi
belirsizdi Ece’ye. Tamamen katılaşmış demir olmuştu duyguları. Karma karışıktı.
Herkes ona yeniden doğmuş gibi davranırken o böyle hissetmiyordu ki. Başka bir
dünyada gözünü açmıştı adeta. Girdaptan kurtulmaya, aydınlığa kavuşmaya çalışan
biriydi. Düğümlenmişti. Hafızası onunla oyunlar oynuyordu. Can dalıp gitmiş
Ece’nin yüzünü okşadı.
“Kafam çok
karışık. Bir yıldır uyuyor olmam, senin başından beri yanımda olduğunu
söylemen… Hepsi çok anlamsız. Biz yıllardır seninle bırak görüşmeyi konuşmadık
bile. Uyandım, aydınlanacakken her şey karanlığa gömüldü.”
Ece birden
hırçınlaştı. Çakmak çakmak olmuş gözlerini Can’a dikti.
“ Kızım
nerede? Neden onu göstermiyorsunuz bana? O nerede? Lanet olsun! Neler
oluyor? …”
“Ece,
mağarada neler olduğunu hatırlıyor musun?”
Can ve
Sharlotte günlerce mağaradaki kazayı ve o uyurken yaşananları anlattılar
sabırla.
*****************
GERÇEĞE
SARILIŞ
Gizli
Mağara 1988,
15 Kasım Salı
Özgür
baygındı. Begüm sırılsıklam olmuş kıyafetinin içinde zangır zangır titriyordu.
Korku göz bebeklerini büyütmüş, benzi kar gibi beyaza dönmüştü. Mağaranın
içinden gelen sesler kilometrelerce öteden ona doğru hızla uçan sivrisinek
vızıltıları gibi kulakları yoruyor, çıldırtacak şekilde rahatsız ediyordu.
Çınlama, duyduğu seslerin kelimeye dönüşmesini engelliyor, sözcükleri
algılayamıyordu. Sadece Özgür’ün baygın yatan cüssesini görüyor başka hiçbir
şeye odaklanamıyordu. O esnada Ece’nin koşarak yanına yaklaştığını fark etmedi.
Ece, iki eliyle omuzlarından tutup biraz sarstı. Begüm kaskatı olmuş, gözlerini
kırpmadan Özgür’e bakıyordu. Ece, yüzüne hafifçe bir tokat attı.
“Begüm,
Begüm…. Kendine gel!”
Ece, sertçe
bir tokat daha attı Begüm’e, yüksek sesle adını söyleyerek. Tüm mağarayı
inleten adını duyunca şaşkın gözlerle Ece’ye döndü. Onu görünce bir anda kendine
geldi.
“Ece,
buradasın.”
“İyi misin?”
Begüm,
patlamak üzere olan bir balonun boşalması gibi birden hıçkırarak ağlamaya
başladı. “Özgür beni kurtarmak için kendisini yere attı.”
O esnada Can
Özgür’ün yanına çökmüş, kulağını ağzına dayamış, nefes alıp almadığını anlamaya
çalışıyordu.
“O iyi
olacak. Senin bir şeyin yok değil mi?” Ece endişeliydi ama belli etmeden
ağlamaklı, bembeyaz olmuş yüzü okşadı.
“Benim bir
şeyim yok. Ama Özgür bacaklarını oynatamıyordu. Allah’ım ne olur ona bir şey
olmasın.”
Deniz yumuşak
yalayışlarını öyle haşince yapar olmuştu ki denize düşmemek için kuytudaki su
birikintisinin içinde büzülüp kalmışlardı.
“Bir an önce
buradan çıkmalıyız!"
Can
soğukkanlı görünmeye çalışsa da endişeli olduğu Ece’nin gözünden kaçmıyordu.
Tehlikedeydiler. Canavar dalgaların küçük bir bez parçası gibi denize savurması
an meselesiydi. Tüm gücüyle Özgür’ü kucaklamaya çalıştı. Ama iri vücut
ağırlaşmış, bir tonluk yük kadar olmuştu. Can çaresizce debelenirken Ece
yardım için yanına geldi. “Birlikte kaldırabiliriz.”
Bir kaç
metre kenara çekmeleri yeterli olurdu. Yosunlar yüzünden yerin buz pisti kadar
kaygan olması işlerini bir hayli zorlaştırıyordu. Sürüklemeyi çalışırken o
anda, cana susamış dev canavarın yemeğini kapmaya gelen aç kurt gibi olduğunun
farkında değildi ikisi de. Ece’nin yüzü mağaranın içine dönük, arkasındaki
felaketi görmüyordu. Loş mağara zifiri karanlık oldu birden. Can, bir yandan
Özgür’ü tutarken, avazı çıktığı kadar Ece’ye haykırdı.
“Ece!
Eceee!...”
Ece,
dalganın gücüyle esen rüzgârı hissetti. Bir anlık arkasına bakması onu almaya
gelen köpüklü mavi ile karşı karşıya getirdi. Saniyeler geçmemişti ki, köpükler
Ece’yi sarmalamış, içine çekivermişti; vahşi köpek balığının minicik bir balığı
ustalıkla ağzına alması gibi. Su öyle soğuktu ki, gözlerini açarsa göz
bebeklerinin donacağını zannetti. Tüm bedeni farelerin ortasında kalmış gibi
kemiriliyordu adeta. Oradan oraya köpüklerle uçuşuyor debelendikçe dibe doğru
iniyordu. Can’ın sesi yankılanıyordu. İsmini ezberler gibi, Ece, Ece diye
bağırıyordu. Tut beni, diyemedi Ece. En çok sevdiği derin mavilik, sevdiğini
içine almak istiyordu belli ki. Sen benimsin, Ece. Seni içime hapsedeceğim,
diyordu tutkulu bir aşığın delirmesi gibi. Kulaklarından, ağzından, burnundan
giren tuzlu su, genzini yakıyor, sürahiden bardağa boca edercesine doluyordu
ciğerlerine harala gürele.
Can, bir an
bile tereddüt etmeden denize atladı. Begüm, öylece kalakalmıştı. Denize doğru
eğilerek Ece ile Can’ı aradı gözleri. Kayalara çarpan hırçın köpükler ve
kükreyerek büyüyen dalgalardan başka hiçbir şey görmüyordu. Öyle bir çığlık
attı ki sesi yeryüzündeki bütün sesleri susturacak kadar güçlü çıkmıştı. Olan
son sesi de kullanmış, sonra korkudan saklanırcasına kısılıvermişti bir anda.
Özgür’ün yanına çöktü. Onu uyandırmak için bilinçsizce yumrukladı ne yapacağını
bilmez haldeydi. Bir cesaretle, Özgür’ü mağaranın dibine kadar çekebildi. O
sırada sesi duydu. Aşağıya eğildi. Azgın dalgaların arasında Can’ın kafasını
gördü.
“Can, Can.
İyi misiniz?”
“Ece, iyi
değil. Yardım çağır! Çabuk...”
“Dayanın!”
Allah
kahretsin. Nerede kaldınız siz de, dedi sinirle kendi kendine. Aralarında en
zayıf ve ürkek olan iken bir anda en güçlü ve soğukkanlı kalan o olmuştu. Daha
fazla bekleyemeyip mağaranın çıkışına doğru koşmaya başladı. Karanlıkta kafasını
kollarını duvarlara çarparak ilerliyordu. Hiçbir şey hissedecek hali yoktu,
onca şeyden sonra. Sesleri geliyordu, daha hızlı koşmaya başladı. Beyaz önlüklü
ambulans görevlilerini görünce, nefes nefese ve bir çırpıda olan biteni
anlattı.
“Onları yukarı
çekecek donanım yok. Sahil güvenliğe haber vermeliyiz.” Dedi görevli telaşla.
Ece, Can’ın
kollarında ölü gibi yatıyordu. “Dayanın, kurtaracağız sizi” diye bağırdı görevliyle
beraber gelen Melis, onları denizde çaresiz görünce korkudan sesi titriyordu.
“Ne olur
acele edin!” Mosmor dudaklarından çıkan ses kısıktı. Büzüşmüş parmaklarıyla
Ece’nin yüzünü okşadı. “Sevgilim, sevgilim ne olur sakın bırakma. Beni bırakma!”
Yüksek
dalgalar onları sürüklüyordu. Kayalara tutunmalıydı. En azından oldukları yerde
kalmalarını sağlayabilirdi. Debelenirken kaya bacağını derince çizdi. Oluk oluk
akan kan vücudunun sıcaklığını da alıp götürüyordu. Eliyle destek alabileceği
bir kaya parçasını yakalayabildi sonunda. Yanan bacağı, yorgunluktan kırılmış
kollarını unutturmuştu. Bir yandan Ece’yi tutmaya çalışıyor, bir yandan da nefesini
kontrol ediyor kalp atışlarını duymaya uğraşıyordu. Birden çıldıracak gibi
oldu. Kalbi atmıyordu. Kollarında ölmesine izin veremezdi. Her şey burada
bitemezdi. Soğuk havayı ağzına doldurup Ece’nin burnuna üfledi. “Dayan Ecem. Ne
olur dayan. Sakın ölme… Sen güçlü bir kızsın. Hadi sevgilim!”
Cesareti
kırılıyordu. Derin mavi, doymamış obur ayı gibi delice kükrüyordu üzerlerine.
Kendisini bir bıraksa ikisi de kaybolup gidecekti. Dakikalar sonra sahil
güvenlik gemisi siren çaldı. Onları görmüşlerdi. Gemiden ayrılan sahil güvenlik
botu hızla yanlarına yaklaştı.
“Kayadan
uzaklaşın. Daha fazla yaklaşamayız, bot kayaya vuran dalgaların gücüyle
devrilebilir.”
“Bacağım
yaralandı, yüzemiyorum.”
“Sabit
kalmaya çalışın. Yanınıza geliyoruz.”
Sabit kalmak
şöyle dursun, bir sağa bir sola savruluyorlardı salıncak gibi. Can’ın takati
kalmamış, artık Ece’yi tutamaz olmuştu. Hemen bir görevli atladı suya. Ece’yi
bir hamlede kucaklayıp bota doğru sürükledi. Bir tomar yığını gibi bota
fırlattı. Ölü gibi vücudu küçücük kalmış baygın kızı diğer görevli gemiye aldı.
Doktor hazır ettiği oksijen maskesini ağzına yerleştirdi. Boyunluk takılınca
şişmiş yüzü daha da ortaya çıktı. Ardından Can’ı aldılar. Bacağının boydan boya
yarığı sudan çıkınca daha net göründü. Akan kan nerdeyse kan gölü oluşturmuştu.
Sevdiğini kurtarmış, yorgun bir şövalye gibiydi. En sonunda o da kendinden
geçti.
Hastanenin
acil servisinde yan yana yatıyorlardı. Melis, Aydın ve Begüm ne yaptığını
bilmez halde bir Ece’ye bir Can’a bir Özgür’e gidip gelirken, doktor sert ve
donuk bir yüz ifadesi ile yaklaştı.
“Burada
yatanın yakınları mısınız?” dedi Ece’yi işaret ederek. Onaylar şekilde ürkek
ama tutarlı kafalarını salladı üçü de.
“Boynu kırılmış.
Kaburgalarının bir kaçı da. Ciğerleri suyla dolmuş. Bel kemiği yerinden
oynamış. Hemen ameliyata alacağız. Ailesine haber verseniz iyi olur.”
Doktor
kendinden emin bir edayla durumu anlatıp hızlıca; “Ameliyathaneyi hazırlayın.
Kan grubunu öğrenin.” Dedi komutan gibi emir veren bir üslupta.
Saatler
sonra Sharlotte’un korkmuş yüzüne doktor şöyle söyledi; “Yoğun bakıma aldık.
Şimdi uyuyor.”
“Ne zaman
kendine gelir?”
“Allahtan
umut kesilmez… Belki yarın. Belki bir yıl sonra.”
Kuşun
kanadına yatmış bir buluttu artık. Dizginleri kuşa bırakıp, onu uçurmasına izin
veren küçük beyaz bir bulut, sakin ve hafif. Kuşun kanadından babasının
omuzlarına indi. ‘Haydi, koş baba….’ Diyordu atını koşturan jokey gibi bir
ileri bir geri hareket ederek. Kum rengi saçları uçuşuyordu babasının
şakaklarına. Alnından tutuyordu hayata sıkı sıkıya tutunurcasına. Sonra annesi
çıkageldi. Evlerinin ön bahçesinde yere oturmuş toprağı kazıyorlardı portakal
çiçeği fidanı dikmek için. Küçük Ece ne de mutluydu o an. Burnundan çıkan balonların
sesini duyuyordu şimdi. Göğsünde beliriveren yumru nefesini tıkıyordu.
Gözlerini açabiliyordu artık soğuk gelmiyordu. Ağzından giren acı bir katran
gibi soluk borusuna, ciğerlerine sıvanıyordu.
*******************
GERÇEĞİN
DÜŞSEL HALLERİ
Ece Londra’ya
götürülünce Can, gitmenin yollarını aramış nihayetinde Londra Queen Mary
Üniversitesi School of Medicine Dentistry’ e kabul edilmişti. Tek amacı Ece’nin
yanında olmaktı. Hiç aksatmadan her gün hastaneye geliyordu. Yaşadıklarını,
arkadaşlarını, okuduğu kitabı, seyrettiği filmi, her şeyi anlatıyordu. Kazadan
sonra denize daha tutkulu olduğunu, sualtı sporuna merak sardığını söylüyordu.
Hırçın mavi kadının altında neler olduğunu, büyüsünü uzun uzun anlatıyordu.
Kadına,
Eğer kral
olsaydım! Çiğneyerek tahtımı
Memleketin
halkını dizlerine sererdim.
O kuvvetli
hükmümle bütün tacı tahtımı
Bir tek
bakışın için sana feda ederdim.
Eğer Tanrı
olsaydım! O heybetli, o derin
Kâinatın,
semanın, denizlerin, her yerin
İrademin
önünde eğilen meleklerin
Sevgilim bir
busene hepsi senindir derim.
**Victor
Hugo ( sayfanın alt dibine yazılacak )
Şiiri okudu.
Dikkatle ve duygulu. Dudaklarına bir öpücük kondurdu. Sonra, şiir yazılı
papirüsü, komodinde duran, deniz kenarında çadırın önünde çektirdikleri o
fotoğrafın yanına koydu.
“Ne güzel
şiir. Victor Hugo benim adıma sana yazmış sanki. Duygularımı bundan daha iyi
ifade edemezdim. Şimdi diyeceksin ki, şair oldun başıma! Sen gözünü aç hele,
şair de olurum yazar da...” Sonra devam etti;
“ Ha
unutmadan. Melis’ten mektup var. Sana iyi haberler veriyor.” Sandalyeden kalktı
yanı başına oturdu. Elini tutuyordu. Hafifçe saçlarını okşadı.
“Önce
hangisini okuyayım. En iyisini mi, iyisini mi?”
“Tamam,
tamam. En iyisinden başlayayım. Şimdi sıkı dur. Melis, Londra’ya yerleşiyor.
Hani radyoculuğa başladı demiştim ya işte o radyonun Londra Temsilcisi olmayı
kabul etmiş. Yakında burada olacak. Diğer iyi haber, Begüm ile Özgür evlenmeye
karar verdiler. Ne hoş değil mi? O lanetli kazadan kalan tek iyi şey
onların aşklarının yeşermesi.” Can, kısa bir sessizlikten sonra devam etti.
“Bir
sürprizim daha var sana. Annemler geliyor haftaya. Bir süre burada kaldıktan
sonra ablamı almaya Amerika’ya geçecekler. Annemle babamı çok seversin
biliyorum. Nermin teyzeciğim, İsmet amcacığım diye diye gönüllerinde taht
kurmuşsun meğer. Özellikle annemle aranız iyidir. O çok görmek istedi seni.
Biliyor musun? Mağaraya gittiğimiz gün hep seni düşünmüş. O gün aklından hiç
çıkmamışsın. Hatta kaza haberini duymadan hemen önce sizi aramış.”
“Şimdi
gitmem lazım, Türk öğrenciler olarak okulda bir parti vermeye hazırlanıyoruz.
Müge, Erin ve ben. Tüm ayrıntıları uzun uzun anlatırız sonra. Yakında Müge ve
Erin ile geleceğiz. Sana bir şey vermek istiyorlar. Neyse sevgilim, bu günlük
havadisler bu kadar.”
Can,
geldiğinde yaptığı gibi yine alnına bir öpücük kondurdu. İlk öptüğünden daha
sıcaktı teni, sanki anlattıklarını duymuş ve içi ısınmıştı. Odadan çıkarken
hastabakıcı girdi içeri. Can’ın her geldiğinde gördüğü hasta bakıcı değildi bu
kişi.
“Siz
yenisiniz sanırım. Başka biri vardı.”
“Evet,
bayım. Bundan sonra hastanızla ben ilgileneceğim.”
“Adınız
nedir?” , “Emma.”
“Memnun
oldum Emma. Ona iyi bak.”
Can’ın bir
dahaki gelişinde, yanında Müge ve Erin de vardı. Özellikle Müge sık gelir
olmuştu sesini hiç duymadığı ama yakın hissettiği uyuyan kıza. Ece’ye çok
anlamlı bir kolye getirmişlerdi. Bir Kızılderili kolyesiydi.
“Kötü
ruhları kovduğuna inanılıyor. Bu kolyeyle uyuyorsan kötülükler seni
yakalayamadan hemen uyandırırmış.” Dedi Erin kolyeyi yastığının kenarına
koyarken.
Sharlotte ve
Can'ın her gün Ece’ye okuduğu romanı Müge aldı eline. Cümleleri yaşar gibi
okuyordu. Erin yaklaştı Müge’ye, Ece’ye duyurmak istemiyormuş gibi kulağına
fısıldıyordu.
“Kitap neyi
anlatıyor?” ,
“Bir tren
yolculuğunu...”
*******************
Melis Londra
uçağında tanıştığı esrarengiz kişiden bahsederken coşkusunu saklayamıyor Ece’ye
heyecanla anlatıyordu.
“Hayatım
sayende değişiyor Ece.” Diyordu minnet duygusuyla. Tanıştığı gizemli adamın kim
olduğu hayatın enteresan sürprizlerinden birini bir kez daha gösteriyordu.
“Daniel,
annenin eski sevgilisiymiş.” Diyordu başta şaşırmış ama artık kanıksamış
gözlerle.
“Fotoğrafına
bakıyordum. Elimde gördü. Senin kim olduğunu sordu? Öyle tanıştık.” dedi
parlayan gözlerle. Onun evine taşınacak ve her şey değişecekti hayatında,
mutluydu. Başına gelen güzel şeylerin nedense hep onunla ilgili olması, Ece’yi
uğuru gibi görmesine neden oluyordu. Her ne kadar mutluluk resimleri çizse de,
her an kalbi duracak bir hastaya duvarla konuşur gibi iç dökerken, hastane
odasındaki alarm sesleri, her şeyi tüm çıplaklığıyla ortaya serecek kadar beyaz
ışık, hayatın acımasız gerçeklerini sürekli hatırlatıyordu.
“Her şey çok
güzel olacak. Sakın beni yalnız bırakma. Bunu yapmazsın bize, değil mi?”
Tepkisiz,
boylu boyunca bir melek gibi yatan arkadaşına bakınca, umutsuzluğa kapılmamak
imkânsızdı. Sustukça, beyni acı siren sesi gibi çınlıyordu kulaklarında.
Gerçeğin kahreden yüzünü görüyordu sessizlikte. O yüzden durmadan konuşmalı,
acı siren sesini bastırmalıydı. Umudu yeşertmeye çabalarken ardı ardına can
suyu verir gibiydi mor menekşeye.
“Başına
gelen talihsizliğe çok üzüldüğünü söylememi istedi… Daniel işte. Bir dahaki
sefere onunla geleceğim. Seni görmeyi çok istiyor. Belki de Sharlotte’dan çok.
Biliyor musun? Onları konuşturdum. Neyse bu başka gün konumuz olsun. Şimdi sana
başka bir sürprizim var. Dışarıda sabırsız bekleyen birisi var. Onu görünce
şaşıracaksın. Bir süredir Tunus’ta büyükbabasının yanındaymış. Olanları duyunca
buraya seni görmek için geldi.”
Yanağına bir
öpücük kondurdu. Buz gibi yanaklarından dudaklarına akan sıcaklığı hissetti
Melis. O çıkarken içeri Maiolaine girdi. Fransız arkadaşları rockçı Maiolaine.
Elinde Noir Desir albümü vardı.
****************
HAYALLER,
HAYATA TUTUNMAK İÇİN ZİNCİR GÖREVİ GÖRÜYOR.
“Eveeet, nerede
kalmıştık bakalım...” Sharlotte, mavi kapaklı kalın kitabın beyaz sayfalarını
çevirirken sesini düzeltmek için hafifçe öksürdü. Her gün okuduğu kitabın her
cümlesi monoton bir sağaltım gibiydi. Aynı o küçükken masal anlatışındaki gibi
yaşayarak okuyordu her sayfayı. Ece’nin bunları duyduğuna inanmak istiyor
tümüyle kendisini kaptırıyordu. Onda yaşatmak ister gibi. Romanları özenle
seçiyor, içinde umut ve sevgi olmayan kitaplar okumuyordu. Ama hep mutluluk
tablosu çizen külliyen tozpembe şeyler de olmuyordu tabi. Gerçek olması için
mutsuzlukların umuda dönüşmesine şahit olunacak hikâyeler olmalıydı. Tamamen
gerçek ve hayattan olmalıydı. İnanıyordu ki, böylelikle yaşamdan kopmayacak,
içinde olduğunu hissedecekti küçük kızı. Kalbi atıyor, nefes alıyor, beyni
çalışıyorsa elbette duyabilir ve hissedebilirdi de. Ve Sharlotte bunu
ispatlamak için her gün umutla yapıyordu bu ritüeli.
Bambaşka
hayatları olan iki kişinin tutkulu ve maceralı aşkını anlatıyordu roman.
Kadının gitmesine göz yumacak kadar aşkını içinde yaşayan bir adam, kendisine
bile itiraf etmekten kaçan, güçsüz görünmekten korkan özgürlüğüne düşkün bir
kadın. Öyle bir hikâye ki, aşkının yok olmasından korkan tutkulu bir adamdı
romandaki. Hem de maceraperestti. Kadına kal demenin yollarını ararken, aşkının
hayatta kalması için umuttan başka hiçbir şeyi olmayan romantik de bir adamdı.
Kadını öyle seviyordu ki, kelimeler melankoli denizinde boğulurcasına
tıkanıyordu romanın akışında. “Karım beni terk ediyor. Bir daha onu göremeyecek
olmam beni deli ediyor. Doğacak çocuğumun baba demesini duyamayacağım. Ah
tanrım bir kalıyorum dese. Bir dese o zaman dünyalar bizim olurdu…”
Sharlotte
bir an kitaptan kaldırdı başını. Ece’nin dupduru yüzüne baktı. Derin ve sakin
uyuyan huzurlu bir bebek gibiydi.
“Böyle bir
aşk istemez miydin tatlım? Sana delice bağlı tutkulu bir âşık.
Kahramanımız gibi yakışıklı, akıllı, güçlü bir erkek. Thierry gibi. İstersin
tabi. Hoş, sadece romanlarda olacak çok keskin duygular bunlar. Ama senin
yanında gerçek olan biri var. Can sana gerçek bir sevgi besliyor. Bundan daha
büyük aşk yoktur. Tatlım.”
Kitabı
kapatıp, Ece’nin, çocukluğuna nispeten azalmış saçını sevdi. Ece, annesine
cevap verir gibi göz kapaklarını oynattı. Her şeyi duyuyordu sanki. Sharlotte
bazı günler hiç konuşmadan uzun uzun Ece’yi izler, başka bir dünyada
gezindiğini düşünürdü. Hatta rüya gördüğünü, bir sabah hiçbir şey olmamış gibi
uyanacağına inanırdı. Bu inanç sadece Sharlotte’u değil herkesi
umutlandırıyordu.
“Bir gün,
büyük anneni getireceğim. Onun bunu kabullenmesi öyle zor ki Ece. Senin gibi
hayat dolu cıvıl cıvıl birinin bu halde olmasını hazmedemiyor bir türlü…
Başlarda üzüntüden sağlığına bir şey olur diye söylemek istemedik. Ama
aranızdaki telepati öyle güçlü ki, kötü giden bir şeyler olduğunu anladı.”
Büyükanne,
Ece’nin hastanede yattığını öğrendiğinde yanına gelmeyi hiç istememişti. O
halde görmeye dayanamazdı çünkü. Hiçbir şey torunu Ece’den daha değerli değildi
hayatında ve değerlisini hayatta kalmak için amansızca mücadele ederken görmek
büyük acı veriyordu. Neden onun değil de torununun başına geldiğini düşünmeden
edemiyordu. Bir sabah kalktığında ölümü ensesinde hissetti. Vücudu kendisini
taşımayı ret edeceği günü beklemeye başladı. Sonsuzluğa giden yolda yalnız
yolcu olmaya hazırlıyordu kendisini. Jet hızıyla akan ömrün son demlerinde
günlerin bir kağnı kadar yavaş geçtiğini fark etti. Tanrı ölümlüsünü yanına
çekmeyi ağırdan alıyordu besbelli. Büyükanne ağırlaştırılmış saatlerin
sebebini, torununa gidip söyleyecekleri olduğuna yorumladı. İşte o kararla,
Sharlotte’ dan onu Ece’ye götürmesini istedi.
Geceden sabaha
kadar Sharlotte ve büyükanne Ece’nin yanında kaldı. Beyaz ışıklı soğuk hastane
odasında Ece’nin huzurunda günah çıkarmışlardı adeta. İçlerinde ne varsa
dökmüş, eşelemiş, çürümüş bozulmuş olanları çöpe atmış, güzel şeyleri yeniden
içmişlerdi kana kana. Sabah olduğunda bitkin düşmüştü büyükanne.
“Beni,
Nur’un yanına yatır. Son günlerimi yanında geçirmek istiyorum.”
“Anneciğim,
burada yatamazsın, diyalize girmen gerekiyor.”
“Tamam
diyalize girerim, sonra buraya gelirim. Torunumdan ayırmayın beni.”
Sharlotte,
Dr. Burley’i bulup durumu izah etti.
“Normal
şartlarda bu mümkün değil. Ama annenizi kırmayacağım.”
Bir kaç gün
büyükanne Ece’nin yanında kaldı. Büyükanne her geçen gün canından bir parça
Ece’ye verir gibi soluyor, küçülüyor, Ece de parlıyor, güçleniyor, kanlanıyordu.
Sanki kan nakli yapıyordu aheste aheste. Son gece herkes gittikten sonra büyükanne
hayatı boyunca ne öğrendiğini anlattı masalsı bir dille. Sonra birden uyumak
istedi.
“Nur’um,
benim çok uykum var. Artık uyumalıyım. Sen güçlü bir kızsın, bir gün
uyanacaksın. İşte o zaman dediklerimi hatırla.”
Ertesi sabah
uyanmadı büyükanne. Yaşlı yorgun kalbi hayatının patırtısına inat, sessiz ve
usulca durmuştu.
*****************
YARINDAN
ÖNCE; UYANIŞ
Hangisiydi
gerçek?
Ece günler
geçtikçe kendi başına yürümeye, konuşmaya, ellerini kolaylıkla kullanmaya
başlamıştı. Bir yıl boyunca cansız yatmanın getirdiği kötürümlük günbegün
azalıyordu. Ancak psikolojik tedavisi yavaş adımlarla ilerliyordu. Bildiği pek
çok şeyin uykudayken kurguladığı hayâl ürünleri olduğu, hayatına girdiğini sandığı
insanların gerçekte olmadıkları sert bir tokat gibi yüzüne vuruluyordu. Ama ne
var ki, hafıza hücrelerinde gezinen, yaşanmış gibi görünen anları bir tuşla
silivermesi imkânsızdı. Thierry için günlerce ağlamış, sadece bir roman
kahramanı olduğunu kabul edememişti. Yaşadığı sevgiyi, beraberce yaptıkları,
gittikleri yerleri, tapınma gibi uzun sevişmelerini, sevgi dolu iyi baba
olmasını, kızının ona benzerliğini ve tabi ölümü; bütün bunları bir anda unutup
hayatına kaldığı yerden devam etmesi hiç kolay değildi. Tıpkı çok etkilendiği
bir filmi izledikten sonra etkisinin sürmesi gibiydi. Şimdi ise bunun bir film
olduğunu anlayıp kalbine inandırmanın yolunu bulmaya çalışıyordu. Hayata sıkı
sıkıya bağlanmış birinin intiharına benziyordu bu durum. İnci gibi boynuna
dizdiği, onlarla var olduğu şeyleri öldürmek, onun ölmesi gibiydi. O Ece ölsün
bu Ece doğsun diyorlardı. Kendisiyle birlikte sevdiklerini, onu Ece yapan her
şeyi seri katil gibi katletmeliydi acımasızca. Gerçekle yüzleşirken yüreği her
geçen gün dilim dilim kesilip gömülüyordu olmayan mazisine.
Diğer yandan
şaşılacak şeyse, tüm bunların bir gerçekliğinin olmasıydı. O kişilerin
neredeyse hepsi, kafasından üstün körü uydurma da değildi hani. Uykusunda ona
anlatılan her şey herkes, bilinçaltına yerleşmiş, kendi kurduğu hayâl
dünyasında onlara can vermişti. Kıvrak zekâsının eseriydi onlar, neredeyse
kusursuzdu.
İyileşmek
için can atan uslu bir hastaydı artık. Ona uygulanan tüm tedavileri bir merhem
gibi sürmeye çalışıyordu ruhuna. Can’a defalarca mağarada yaşananları
anlattırıyordu. Mağarada çektikleri onlarca fotoğrafa, yeniyi unutana eskiyi
hatırlayana dek baktı. Ne var ki, denize düştüğü anda unutması gereken hayatı
başlarken gerçek olan, hızla ilerleyen bir otomobilin içinde manzaranın koca
bir düzlük gibi görülmesine benziyordu. Kazadan sonrası yeni yazılan bir
kitabın boş kalmış ara sayfalarını doldurmak gibiydi.
Tedavisi
tamamlanınca artık gün yüzüne çıkmanın hayatın içine karışmanın zamanı
gelmişti. O sabah uzun zamandır hissetmediği kadar umut ve heyecanla kalktı
yatağından. Annesinin getirdiği gülkurusu rengi kloş eteği ve krem rengi triko
kazağı giydi. Saçlarını taramanın onlara dokunduğunda elindeki gıdıklanmanın
enteresan keyfini sürdü. Pencereden odaya dolan güneş gerçekliğinin şahidiydi
sanki. Pencereyi açtı derin nefes aldı. Aylardır böyle güzel havayla dolmayan
ciğerleri bayram ediyordu. Kendisinin var olduğunu, şu an şu dakika yaşadığı
anın hayatın ta kendisi olduğunu fark ediyordu. Bulutlar tüm çıplaklığıyla
önünde, gökyüzü gerçek rengindeydi. Gök masmavi, bulut kar beyazı değildi
hayalindeki kadar. Ama büyüleyici görkemi aynıydı. Can’ın hediye ettiği saati
taktı koluna. Parmaklarıyla camını temizledi.
Saat yedi
kırk beşi gösteriyordu. Emma gelir şimdi, dedi içinden. Bütün koma sürecinde
ona bakan, temizleyen, saçını tarayan, onu giydiren gizli dostuydu Emma.
Sürpriz yapıp yatağını topladı, küçük bir çocuğun annesini sevindirmek istemesi
gibi heyecanla. İleride bir çocuğum olursa bana yardım etmek için yanımda olur
musun, diye sormuş, Emma’dan beklenen cevabı almıştı. Sen benim hastam değil
kardeşim oldun, elbette, demişti samimiyetle. Saat tam sekizde Sharlotte ve
Atilla kapıda göründü. Eşikten gülen gözlerle girerlerken babası seslendi,
“Hazırlanmışsın
bile.” Dedi sakin ve huzurluydu.
“Evet,
babacığım, artık çıkmaya hazırım.” Yaşama sıkı sıkıya sarılmaya, şaha kalkmaya,
ışıldamaya hazırım der gibiydi. Sharlotte kaybolan değerli oyuncağını bulmuş
küçük bir kız gibi sevinçliydi.
“Tatlım, çok
güzel olmuşsun. Ama bir şey eksik.” Çantasından bir kutu çıkarıp açtı.
Ortasında pırıl pırıl parlayan yakut taşıyla, harika bir kolyeydi çıkardığı.
“Bu büyükannenden
sana. Gelin olduğunda sana vermemi istemişti. Ama ben bekleyemedim. Şimdi
takmalısın.”
“Canım
anneannem. Bana öyle değerli şeyler verdi ki, bu hafif kalır… Çok güzel.”
Babası taktı
boynuna. “Şimdi tamam oldu. Hadi, çıkalım mı?”
“Baba, Eren
nerede? Onu çok özledim. Biliyor musun, rüyamda mimarlık okumak için İstanbul’a
yerleşiyordu. Sen öyle istersin ya hep. Hem de çok yakışıklı bir erkekti, tıpkı
senin gibi.”
Derken
birden, Eren’i babasının gençlik fotoğraflarındaki haliyle gördüğünün farkına
varıverdi. Rüyasını süsleyen Eren aslında babasıydı. Onun yirmili yaşlarındaki
gibi çevik, yakışıklı bir kardeş çizmişti kafasında. Bilinçaltının hilelerini
zamanla çıkaracaktı su yüzüne teker teker. Kendi kendine kahkaha attı, kimse
anlamasa da onun mutlu olduğunu düşünüp gülümsüyorlardı. Ece, bu duygumu kimse
anlayamayacak dedi içinden. Birden kimsenin bilmediği mutluluk iksirini bulan
bir kâşif gibi hissetti kendini.
Vedalaşmak
için hastane koridorlarında küçük bir tura çıktı ayrılmadan önce. Doktor
Burley’i odasında çalışırken buldu.
“Doktor
Burley buradasınız. Ben artık gidiyorum. Yaptıklarınızı unutmayacağım.”
“Benim de
seni unutmam mümkün değil Ece. Seni iyi gördüğüme çok sevindim.”
“Sizi
ziyarete gelirim sık sık. Sizden hemencecik kopmam mümkün değil, nedenini biliyorsunuz.
Kim bilir, belki gerçekten beraber çalışırız…”
“Diş Hekimi
olmak istemiyor muydun?”
“Hani benim
deyimimle, önceki yaşamımda diş hekimiydim. Bilirsiniz aynı suda ikinci kez
yıkanmaz.” Kahkahayla devam etti.
“Sizin
öğrenciniz olmak çok keyifliydi ama bunu kaçırmak istemem. Tıp doktoru da
olabilirim pekâlâ…”
Doktor
Burley de gülerek, “hah şöyle, şimdi Ece’yi daha net görüyorum. O zaman yolun
açık olsun Ece. İstediğin hayatı yaşamanı dilerim.”
İki elin
parmaklarından fazlaydı Ece’yi uğurlayan. Cezasını çekip özgürlüğe koşan mahkûm
gibi ayrıldı hastaneden.
Büyükannenin
Londra’daki evinin kapısından girerken Doktor Burley ile son konuşmalarını
düşünüyordu. Tıp okuyabilirdi. Hatta bunu Londra’da yapabilirdi. Savaşçı ruhu
kıpırdanıyordu yine. Gücü ve hırsı o Ece'den farklı değildi. Olmak istediği her
şeyi olabilir, yapmak istediği her şeyi yapabilirdi. Tanrı ona bir şans daha
vermişti. Bu sefer daha iyi kullanmalıydı. Kapıdan içeri alkışlar ve
bağrışlarla girdi Ece.
“Hoş geldin
Ece…”
Kocaman bir
kartonda yazıyordu aynı zamanda. Seslendirenler de Can, Müge, Erin, Melis,
Daniel, Aydın, Begüm ve Özgür’dü. Can’ın Londra’dan okul arkadaşları Erin’i,
Müge’yi, Müge’nin aynı odayı paylaştığı Seray’ı, Aydın’ın Londra seyahatinde
Seray ile tanışmalarını, bir ayrılıp bir barışmalarını, Melis’in Daniel ile
ilişkisini, Begüm ile Özgür’ün nişanlarını, her şeyi berrak bir fotoğrafta
görüyor, her detayı net hatırlıyordu. Aslına bakılırsa bunda enteresanlık
yoktu. Mucize yüzünü Müge, Erin ve Seray’ı uykusunda tanımış olmasında
gösteriyordu. Hatta Müge her bunaldığında ziyarete gelip, cesetten hallice surata
bakarak dertlerini anlatıyor, karakteri Thierry olan o romanı Ece’ye okuyordu. Böylelikle
Ece uykudaki hayatında en yakın arkadaşı yerine oturtuvermişti onu. Şelale gibi
çağlayan belleğinde her birinin aktığı ayrı göletler vardı. Suyun dolup
biriktiği yer alt bilinciydi ve bu göletler çoğalıp koca bir ‘sağduyu gölü’
oluşturmuştu. Çölün ortasında serap görür gibi bir bulup bir kaybettiğini
sandığı gel git bilinci bu sefer oyun oynamıyordu. Capcanlı karşısında
duruyordu hepsi. Bir yıllık uykuyu geceden sabaha uyuyup uyanmış normal
insanlar gibiydi nihayetinde.
“Siz nereden
çıktınız? Daha dün telefonda konuşmamış mıydık? Antalya’da olduğunuzu
sanmıştım.” Dedi Ece, Begüm’e ve Özgür’e sarılırken.
“Hayır,
buradaydık. Sürprizi bozmamak için söylemedik.”
Sonra
Aydın’a döndü.
“Sen nasıl
gelebildin bakalım. Okulun, maçların filan yok muydu?”
“Senin
yerini okulun tutacağını mı sandın şapşal! Hem ayrıca Seray ile barıştık. Sık
sık gelirim artık Londra’ya. ”
“Seni
kurnaz.” Dedi Aydın’a sımsıkı sarılarak.
“Çok
sevindim sizleri gördüğüme. Beni bırakmayacağınızı biliyordum...”
O yüzleri
bir arada görünce on sekiz yaşının heyecanına bürünüverdi. Beynindeki o olgun
kadın Ece, içeriden izliyordu gülümseyerek. Olgun Ece ile genç Ece’nin arasında
bir sırdı otuza yaklaşmakta olan yaşanmışlıklardan kalbinde saklananlar.
Dostlarına sarılırken hissetti, yeniden doğmanın saflığını, tekrar başlamanın
doludizgin coşkusunu.
“Hani derler
ya. Yeniden dünyaya gelsen neleri değiştirirdin, diye….” Gülen gözlerinden akan
parlak damlalar yanaklarını ıslatıyordu.
“Sen
mucizeyi gerçekleştirdin Ece.” Can mucizeye bakıyordu. “Evet, söyle bakalım
neleri değiştireceksin.”
“Düşünüyorum,
bulamıyorum. Değiştirmek istediğim bir şey yok ki benim. Ben kaldığım yerden
devam edeceğim.”
Değiştireceği
öyle çok şey vardı ki aslında. Değiştireceklerinin gizemini bir tek kendisi
bilecekti.
*********************
BÖLÜM VII
GERÇEK ÖYLE
HIZLI Kİ DÜŞ AĞIR KALIR
2010,
Sonbaharın ilk ayı
Kongre
salonunun kürsüsünde bir alay insana kendisini pürdikkat dinlettiren siyah
döpiyesi şık topuzuyla göz alıcı endamlı genç profesör, bir eğitmen edasında
dikkatli ve düzgün İngilizcesiyle şunları söylüyordu;
“Hastalarımın
çoğunda gördüğüm bu depresif bozukluk, yaşadıkları ama kabul edemedikleri
gerçekleri sindirememelerinden dolayıydı. Öyle bir girdabın içine girmişlerdi
ki, az ilerilerinde parlayan gün ışığına gidebilecekken, alışmak için
çabaladıkları karanlıktan çıkmaya cesaretleri yoktu. Tıp kitaplarında
yazılanlar bir yana, en kesin ve yan etkisiz ilaç sevgidir. Benim yapmam
gereken, sevgiden doğan güzellikleri onlara göstermekti. İşte bunun kanıtını az
önce dinlediniz.”
Bir önce
kürsüye çıkıp konuşmuş hastasına bakıp, gülümsedi. Bu hasta ona
minnettarlığını, nasıl karanlıktan çıktığını ve doktoru Ece’nin onun için neler
yaptığını anlatmıştı uzun uzun. Sonra devam etti Ece.
“Şimdi, sizi
sıkmayacağını düşündüğüm bir hikâye anlatmak istiyorum. Bundan tam yirmi yıl önceydi.”
Diye başladı hayatını değiştiren olayı anlatmaya. Konuşmasını bitirdiğinde
salondaki herkes ayakta alkışlıyordu. New York Tıp Fakültesi kongre salonunda
etkili bir yaşam hikâyesi ve sonunda ortaya çıkan güçlü bir kadınaydı bu
selamlama. Alkışlayanlardan biri en önde babasının yanında oturan dalgalı sarı
saçlarıyla pırıl pırıl ışık saçan, masum yüzlü, yeni ergen sevgili kızı Nerissa
idi.
“Sen ağlıyor
musun baba?”
“Bu ağlamak
değil, gülüyorum aslında. Mutluluktan.”
“Annemin
anlattığı hikâye gerçek miydi? Geleceği görmüş mü?”
“Anneni
dinlemedin mi? Geleceği görmemiş, onu yaşamış.”
Sonra
Ece’nin ona baktığını gördü minnettar gözlerle. Ece, alkışların kesilmesini
beklemiş, konuşmasını noktalamak üzereydi.
“Ve o
hastayı hayata bağlayan tek bir kişi vardı. Hayat arkadaşı, kadim dostu
kocasıydı.”
Sahneden
inerken alkışlar devam ediyordu. New York Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatr
bölümünden Profesör Doktor Ece Nur Soner’in tüm hastane personelini ve
öğrencileri etkileyen bu konuşması onun veda konuşmasıydı.
ÖNCESİ;
Londra tıp
fakültesinden doksan yedi yılında mezun olduktan sonra ihtisasını yapmak için
New York’a geldiğinde karnı burnunda genç bir anne adayıydı. Bu sefer Yeni
Dünya’ya yolculuğu bir kaçış değil yeni başlangıçlar yeni umutlar beslenen uzun
bir hayata yapıyordu. Bir fark daha vardı, yeni insanlara ihtiyacı yoktu.
Hayatını paylaştığı yanındaydı ve ömrünü vereceği de karnında.
Can ile daha
öğrenci iken evlendiler. Artık hiçbir şeyi ertelemenin anlamı yoktu. Can diş
hekimliğinde, Ece tıp fakültesinde okumaya başladı. Londra’da küçük ama kocaman
bir dünyaları vardı. Aldıkları burslar, Ece’nin büyükanne fonu ve
ebeveynlerinden gelen çok olmasa da elle tutulur yardımlarla Londra’da büyükannesinden
kalan evde mutluydular. Hem üniversite hayatını doludizgin yaşamış hem de
evliliğin eğlenceli ve güzel yanlarını uyumlu bir çift olarak tatmışlardı. Daha
çocukken beraber oynadıkları evcilik oyunlarını evliliklerinde de
sürdürebilmeleri kaderlerinin ortak esprisiydi. Bu beraberlik için ne zorluklar
atlatmışlardı bilip bilmeden. Kaybetme korkusu, ölüm korkusu, sevmeme korkusu,
terk etme korkusu. Tüm korkular sevgilerini öyle kuvvetlendirmişti ki, Tanrının
gücüyle örülmüş kalın zincirlerle birbirlerine bağlanmışlardı.
Thierry...
Bir yanı Can’ın serseri, uçarı âşık tarafını diğeri mantıklı, duygusal, baba tarafını
temsil ediyordu. O Can’dı. Bunu anlaması için uykudan uyanıp, gerçek hayatın
farkında olması yeterli oldu. Madalyonun diğer gülen yüzü Nerissa idi. Ece’ye o
kazada yazılmış bir kaderdi, tüm güzelliğiyle. İşte buydu gerçeği, aşkın da
sevginin de gözle görülür hali. En başından beri kalbine kazınmış defalarca
yontulmuş pürüzsüz ve parlak bir mücevher gibi saf. Her ikisi de sevmeyi,
sadakati, güvenmeyi çok iyi bilen ve birbirlerini apaçık hak eden kadim
sevgililer, nihayetinde doya doya abarta abarta keyfini çıkarıyorlardı
beraberliğin.
Henüz
öğrenciliğinin ilk yıllarında, bir gün Can’a New York’a gitmenin onun kaderi
olduğunu, eninde sonunda oraya gideceğini söylemişti. “Ben de gelirim. Ama bir
şartla, kaderimize hayalimizde olduğu gibi Japonya’yı da koymamız şartıyla.”
Demişti Can. O gün şakayla karışık bir anlaşma yapmışlardı aralarında. Ece, New
York’a, Can Japonya’ya gitmek isterken, ortak kaderlerini kendileri çizecek,
New York’tan sonra Japonya’ya gideceklerdi. Bu kararı verdiklerinde henüz ikisi
de yirmi yaşındaydı.
Can, New
York’ta bir süre diş hekimliği fakültesine devam ettikten sonra kendi
muayenehanesini açtı. Çevresini hemencecik genişletmeyi başarmış, özellikle
orada yaşayan Türkler arasında ünlü bir ‘dişçi’ olmuştu kısa zamanda. Ece
profesörlüğe doğru adım adım ilerlerken Can para basar olmuştu
muayenehanesinde.
Güzel kızları
doğduğunda ona Nerissa adını koyan elbette Ece oldu. Kız olduğunu öğrendiği
anda onun Nerissa’nın ta kendisi olduğundan hiç şüphesi yoktu. Küçük kızını
kucağına aldığında bir kez daha Tanrıya şükretmişti. Olmasını istediği en güzel
şeylerden birine daha açıyordu hayatının kapılarını.
Hayalini
kurdukları bir hayat vardı. Yavaş adımlarla da olsa gerçekleşiyordu. Hayaller
gerçeğin ta kendisiydi şimdi. Profesör olmayı belki hedeflememişti ama çalışma
azmi başarıyı bahşetmişti. Can ile beraberliği kaderiydi. Bunu en baştan beri
biliyordu. Ama insanoğlu doyumsuz. Yaşamın ona vereceklerine aç, meraklı ve
heyecanlı. Bu coşkuyu içinde barındıran hayat dolu bir kız yeni olan her şeye
atılmaz mı? Aşkı farklı bedenlerde yaşarken, aslında onların Can olduğu büyülü
tek bir aşkın göstergesi değil miydi? Thierry’e sevgisi ve tutkusu kendine
aitti bir yandan. Her ne kadar Can’da vücut buluyor olsa da o Ece’nin gerçek
hisleriydi. Bunu nasıl inkâr edebilirdi? Sonuna kadar yaşadığı hissettiği
gerçek bir kişi. Can'dan ayrı tuttuğu tek giziliydi o. Kendine aitti.
Yıllar geçse de öldüğü günü anımsıyor ve yasını tutuyordu.
*******************
O hafta
sonu, Nerissa’nın on ikinci doğum günü için Manhattan’daki evlerinde bir parti
vereceklerdi. Nerissa arkadaşlarını, Ece’de yakın dostlarını davet etti
partiye. Genç anne, minik kızının artık çocuk çağlarından gençliğe adım
atışının heyecanı içerisindeyken, Can’daki başka heyecanı da seziyordu.
Sezgilerinde yanılmazdı. Gerçekten de Can, umulan ama o anda beklenmedik bir
teklif yapmayı planlıyordu küçük ailesine.
Her hafta
sonu yaptıkları gibi, uzun ve güzel bir kahvaltı sofrasında doğum günü
partisinin ayrıntılarını konuşuyorlardı. Nerissa yerinde duramıyor,
isteklerinin sonu gelmiyordu. Ece Can’ı süzüyordu göz ucuyla, dayanamadı sordu.
“Sevgilim,
senin ağzında bir bakla var. Bunu konukların yanında mı çıkarmayı
düşünüyorsun?” dedi pişkin sırıtarak.
“Babacığım,
bana sürpriz bir hediye mi aldın? Eminim cep telefonudur. Artık büyüdüm.”
“Hediyeni
partide veririm. Madem sordun, asıl başka bir sürprizim var size.” Dedi gizemli
bir tavırla.
“Yaz
tatilinde Türkiye’ye gidiyoruzzz... Öyle olduğunu söyle baba, ne olur…”
Nerissa
sevimli tavırlarıyla Can’ın konuşmasını kesip duruyordu habire.
“Evet,
Türkiye’ye gideceğiz. Söylemek istediğim başka bir şey var.”
“Can, artık
söyleyecek misin şunu. Meraktan öldürmeden bizi…”
“Tokyo’da
yaşamaya ne dersiniz?” deyip susuverdi. Ece neler olduğunu anlamıştı.
“Yoksa
teklifin kabul edildi mi? Ortak mı oluyoruz hastaneye.”
“Evet,
karıcığım. Hastane yönetimi ortaklık teklifimizi kabul etti. Tokyo’da bir
hastanemiz var artık!”
“Can, bu
büyük bir gelişme. Tebrik ederim. Sonunda başardın sevgilim, Japonya hayalimiz
gerçek oluyor.”
“Ben değil
biz başardık.”
“Baba, orada
mı yaşayacağız. Ama biz Japonca bilmiyoruz ki?”
“Olsun,
öğreniriz.” Dedi Can gülerek.
Ece
şaşkındı. “Bir gün gideceğimizi biliyordum. Neden Japonca kurslarına gitmedik
ki.” Dedi şakayla karışık.
“Henüz
vaktimiz var, ailecek bir kursa yazılabiliriz.”
Can ve Ece,
espriyle konuşup gülüştükleri esnada, Nerissa’nın hiç de eğlenmediğini hatta
yüzüne soğuk bir mermer gibi oturmuş endişe ve gerginliğin çizgilerini fark
etmemişlerdi.
Orada yaşama
fikri, Ece ve Can için hayaller listesinden bir maddeydi. Ancak Nerissa'nın
dünyanın öbür ucuna gitmeye hemen alışmasını beklemiyorlardı. Çeşitli
seçeneklerle anne babasının kafalarını karıştırdı başlarda. Yatılı bir okulda
okuyup, New York’ta kalmayı düşünebileceğini söyledi, sonra o fikre kendisi de
ısınamayıp anneannesinin veya babaannesinin yanında kalmak istediğinde ısrar
etti. Tüm bu fikirlerin hepsi tek bir nedenle çürüyordu. Annesi ve babasından
uzak asla yapamazdı. Onlar Nerissa’nın ebeveynlerinden çok arkadaştılar. Genç
bir anne babaya sahip olmanın keyfini sürerken onlardan bir gün bile ayrı
kalamazdı.
Ece o akşam,
Nerissa’ ya hamile olduğunu öğrendiği gün başladığı günlüğüne bir şeyler yazmak
istedi. Uykusunda da yazmamış mıydı seyahat anılarını. Gördüğü şeyler gibi
yazdıklarının da her biri hiç çıkmamıştı aklından. Kızına armağan etmek için
tuttuğu deftere, uyurken yaşadıklarını da kelimesi kelimesine yazıyordu özenle,
sevgili kızına atfederek.
Nerissa’m. Sen bugün genç kızlığa
ilk adımlarını attın. Oysa hâlâ içimde bir bebek gibi büyütüyordum seni cenin
halinden beri. Doğum günün kutlu olsun benim güzel kelebeğim. Japonya’da yaşama
konusuna gelince, bundan korktuğunu biliyorum. Ama endişelenme güzel kızım. Biz
beraber olduğumuz sürece korkmanı gerektirecek hiçbir şey olmaz. Yeter ki
ayrılmayalım. Hep birlikte olursak, güçlü oluruz. Biliyorsun, bu baban için çok
önemli. Onu yalnız bırakırsak kanadı kırık bir kuş gibi olur. O zaman sen ve
ben ne yaparız? Sen baban olmadan ne yaparsın hiç düşündün mü? Düşünme, bundan
sonra da düşünmeyeceksin. Sen benim kızımsın, her şeyin üstesinden gelirsin.
Can. Hayatımın tam ortasındaki adam.
Kendimi bildim bileli hep yanımda olan hayat arkadaşım. Evet, hayat arkadaşım.
Bu kelime tam anlamını buluyor. Benim, her kılığa bürünen joker kartım.
Yandaşım, dostum, sevgilim, aşığım. Kızımın babası. Bu bile bana gurur veren
bir şey biliyor musun Nerissa’m. Senin ikimize ait olman benim mutlu olmama
fazlasıyla yetiyor. Bu satırları okuduğunda beni çok iyi anlayacaksındır. Çünkü
bu günlüğü sana verdiğim zaman sevmeyi, aşkı ve belki de anneliği yaşamış olgun
ve yetişkin bir kadın olmuş olacaksın. Hani sen soruyordun ya şimdi okuyamaz
mıyım, diye. Okursun elbette, ama melankolik ya da tutkulu yazılarla
doldurulmuş bir defter gibi görebilirsin şimdi. Daha çok küçüksün, minik
kelebeğim. Kelebeğin kanatlarındaki parlak renkler gibi ışıltılı ve masumsun.
Bir gün parlayan renklerin oturmaya, sakin ve dingin bir sadeliğe dönüşmeye
başlayacak. İşte o zaman bu günlük senin yol arkadaşın, renkliliğin olacak
canım.
*********************
Yaz tatili
için Türkiye’ye gittiklerinde, Japonya’da yaşamaya karar verdiklerini
söylediler herkese. Hiç beklemedikleri bu habere çok da müdahale etmedi kimse.
New York ne kadar uzaksa Tokyo’da aynıydı onların gözünde. Değişen bir şey
olmayacaktı özlemlerinde. Sadece Can ve Ece’nin yüzlerindeki heyecanı
görmeleri, mutlu olduklarını bilmeleri yeterliydi onlara.
Her
Antalya’ya gittiklerinde yaptıkları gibi yine Lale ablalarının kafeteryasında
bir toplantı organize ettiler. Bu seferki buluşmalarına Aydın ve Melis de
gelecekti. Uzun aralıklarla buluşabildikleri halde dostlukları hiçbir zaman
eksilmiyor, her biri ayrı şehirlerde yaşasalar da birbirlerinden
kopamıyorlardı. Sonsuza dek sürecek bir dostluktu aralarındaki.
Ece uyurken,
Ece’nin uyuyan bedenini itiraf duvarı gibi görüp hayatlarında ne varsa tüm
dürüstlüğüyle dökülmüştü herkes. Hiç kimse numara yapmamış yapamamıştı. Beyaz
odada yanında ağlayan, gülen, bağıran kim ise gerçek duygularını hissedip
ruhani bir güçle onlarla telepati kurabilmişti. Güçlü aklı, çevresinde akıp
giden hayatlara Ece’nin seyirci olmasına fırsat vermiş ve hatta onu dışarıda
yaşanan hayatların içine sokarak eşsiz bir bilinçaltı oluşturmasını
sağlamıştı. Her gün tanık olduklarıyla bunun bir mucize olduğunu bir daha
bir daha görüyordu Ece.
Lale, limon
likörlü kant kadehlerini masaya koyduktan sonra, bir tanesini eline aldı ve
şöyle dedi.
“Yirmi bir
sene önce gözlerinizde gördüğüm parıltının sönmediğini hatta daha da
ışıldadığınızı görmek çok güzel. Daha yirmi bir senelere ve önümüze gelen
sevgilere içelim, şerefe….”
Kadehlerini
havaya kaldırdıklarında Melis araya girdi.
“Ve tabi Can
ile Ece’nin Japonya’da yaşamaya karar vermelerine ve yine uzak bir yer bulmuş
olmalarına…..”
“Yakınmanı
sezmiyor değilim. Ama seni bilirim bir yolunu bulur oraya da gelirsin.”
“Ondan
şüphen olmasın Ececiğim. Senin gittiğin yer benim bir sonraki gideceğim yer
oluyor genelde. Şimdi sıra Tokyo’da demek….”
“Senden
kurtulmamız mümkün değil mi Melis.” Dedi Can tüm bardağı ağzına boşalttıktan
sonra diğerlerine göz kırparak.
“Sen bunu
dedin ya, görürsün Can. Hemen yarın New York’u, kanalımı arayıp, Tokyo muhabiri
olmak istediğimi söyleyeceğim.”
Ece,
sevinçle seslendi.
“Melis, yap
bunu. Sen de gel. Ben sensiz ne yaparım oralarda, kiminle kaynatırım?”
“Asıl ben
yapamam sensiz. Senin peşindeyim. Can efendi de sızlanıp dursun.”
“Aydın, sen
de gel bari. Bu iki çılgın hatunla baş edemem ben.”
“Lisede de
senden başka kimse baş edememişti onlarla. Kolay gelsin dostum.” Dedi Aydın
kadehini kaldırarak.
Kadehlerin
tokuşmasından çıkan melodik sese kahkahalar eşlik etti. Yaşam savaşı verirken
tanık oldukları tüm gerginlikleri, üzerlerine yapışan kötü enerjiyi kadeh
şıngırtılarıyla gökyüzüne yollayıvermişlerdi o an. Yaşadıkları olumsuzlukları,
birlikteyken unutuyorlardı. Belki de unutmak değil, önemsizleştirmekti
yaptıkları.
Melis, kör
kütük âşık olduğu Daniel’ dan seneler önce ayrılmış, yasını tutup, ayrılığı
içine sindirdikten sonra, New York’a taşınıp, yalnızlıkla raks ederken, onun
tabiri ile kurbağa prensini bulmuştu yeniden. Aşk her an çalabilmekteydi kapıyı
çekinmeden utanmadan. Her alışkanlığın bir gün son bulduğu gibi, yeknesak devam
eden beraberliğini bitirmesinin ardından yaşadığı kalp ağrısı ve sonrasında
yeninin doğumu sırasında çektiği sancılar; hayatın gaddar yüzü karşısında
sağlam durmak için çevresine ördüğü duvarın harcı olmuşlardı. Tıpkı bir annenin
sakin, karanlık ve korunaklı karnında mutlu ve rahat iken, içgüdüsel bir
dürtüyle havayı ciğerlerine annenin vücudunu kullanmadan kendi başına doldurmak
isteyip zoru yani dünyada var olmayı seçen bir bebek gibiydi. Hayata karşı
duruşu, kolay olanı banal bulup zoru sevmesi ve bunu başarmanın doygunluğunu
keyifle yaşamasını bilmesi Ece ile ortak yönleriydi. Pek çok açıdan
birbirlerine zıt olmalarına rağmen, önemli olabilecek birkaç küçük ortak
özellik ilişkilerinin gizli ve etkili koruyucusu gibi çıkıyordu meydana.
Aydın,
geçirdiği spor sakatlığı nedeniyle basketbol oynamayı bırakmış, eğitmen
olmuştu. O da ilk anda kaderinin ne kadar kötü olduğunu düşünmüş, yıkılmış ama
sonrasında dönüp bakınca aslında her şeyin olması gerektiği gibi, hayatın her
şeye rağmen yaşamaya değer olduğunu görmüştü. Diğer taraftan Begüm ikinci kez
hamile kalmış ama bebeği ölü doğmuştu. Hepsi de, acı günlerinde her şeyin
ellerinden yağ gibi akıp gittiğini düşünüp, hayatın sonu bu olmalı, diyecekleri
anda, Ece’nin yaşama sevincini ve azmini hatırlayıp, düştüklerinde kalkmayı,
korkusuzca yükseğe havalandıklarında durup yavaşça inmeyi biliyorlardı.
Ece’nin
yaşam öyküsü dostlarının hayat boyu aldıkları en büyük dersti. Hepsinin de
önünde uzun yıllar vardı ve geçmişten onlara miras gelen tecrübelerin değerli
bir mücevher olduğunu ve beyinlerinin en gizli yerinde saklamaları gerektiğini
bilmeleri ömürlerini uzatacaktı. Onca yaşanan acılar, zorluklar bir şeyi daha
göstermişti. Zaman bir yemek menusu gibiydi. Yenen ana yemek acılı olabilirdi.
Ama sonunda tatlı mutlaka olmalıydı. Olmasa da az şekerli bir kahve
unutturuyordu yemeğin acısını. İşte şimdi şekerli bir kahve içiyorlardı kırk
yıla yaklaşan hatırlı dostlar.
********************
BÖLÜM
VIII
SON DEĞİL,
SADECE YİNE YENİ BAŞLIYOR
2010 Sonbaharın son ayı
Birbiri
ardına göle düşen sarı yapraklar, sonsuza dek yeşil kalmayacaklarını
bilirmişçesine direnmeden dalından kopuyorlardı. Büyük bir yaprak düştü,
ardından yeşerdiği dalında yabancılaşmış bir diğeri. Birbirlerini bırakmamaya
yemin etmiş iki sevgili gibi rüzgârla aynı yöne aynı anda savrulan bir diğer
çift izliyordu onları. Sözleşmiş gibi hepsi de gölde toplanıyorlardı. Ölüme
atlayan intiharcı gibiydiler ama sarılı kızıllı damarlı yüzeylerinde bir
dinginlik hâkimdi. Huzur yayıyordu çevreye. Beklenen sonu tüm canlılara
gösteriyorlardı, sarı renklerini her yere savurarak.
Ece, orada
olmaktan hep çok mutlu olduğu yer ile vedalaşıyordu. Güneşin tepesini
kavurduğu, ağaçların yeşilini gözlerine yansıttığı bir yaz günü merhaba dediği
Central Park’a, sarı bir sonbahar gününde hoşça kal, diyordu. Ne tesadüf ki,
şimdi olduğu gibi ayrılık mevsimi hep hazan oluyordu.
Onlar için
New York’un anlamı olan bu parkla vedalaşmadan gidemezlerdi bu dev kentten.
Bilmedikleri bir ülkeye giderken haklı endişe ve geride bırakılanlara duyulacak
özlem içlerini kemiriyordu. On üç yıldır yaşadıkları şehirden ayrılmanın hüznü
bir yana, adadığı akademik kariyerini noktalamış olmanın da korkutan bir telaşı
vardı biraz. Korkusu yeni hayata yelken açmanın heyecanının getirdiği bir
duyguydu aslında. Korku heyecanını tetikliyordu heyecanı korkuyu. Ama her
şekilde de, yeniden başlamanın dayanılmaz cazibesine kapılmıştı bir kez daha.
“Orada da
böyle büyük parklar var. Çöle gitmiyoruz. Bu kadar üzülme artık.” Dedi Can.
Kendisine de laf anlatmaya çalışırca.
“Vardır
değil mi baba. Orada arkadaş da bulabileceğim değil mi ?”
En
endişelisi Nerissa’ydı. Doğup büyüdüğü yerden ilk kez ayrılıyordu. Önünü
görememe, buradaki huzuru bulamama endişesi küçük kalbine yumru gibi oturmuştu.
“Senin çok
güzel bir hayatın olacak kızım. Bambaşka hayatlara tanık olacaksın. Ufkun
genişleyecek. Göreceksin çok daha güzel olacak her şey. Hem yepyeni bir dil
öğreneceksin, fena mı?”
Dedi Ece göz
kırparak. Sonra Can devam etti coşkuyla.
“Hem sonsuza
dek orada kalacağız demedim. İstersek dönebiliriz New York’a ya da Türkiye’ye…
Kim bilir.”
Her ikisi de
Can’a gözlerini açarak baktılar.
“Türkiye’mi?”
“Tabi. Neden
olmasın. Bir gün kendi ülkemize dönmeyecek miyiz? Bu planımızda var. İstersek
daha kısa zamanda hayata geçirebiliriz.”
“Evet. Şimdi
daha rahatladım babacığım.” Dedi Nerissa yüzündeki gerginlik yumuşamıştı.
“Türkiye’ye
dönme fikri varsa ben oraya katlanabilirim… Bir süre.”
“Seni
hınzır. Demek buydu derdin.” Dedi Can gülerek. Sonra Ece’ye döndü saçını
okşarken, “Karıcığım. Bu kız ne de düşkün ülkesine. Hal bu ki yazları
gittiklerini sayarsan topu topu birkaç ay kalmıştır.”
“Orada
kalmasına gerek yok ki. Biz ona anlattık. Soyunu, nereden geldiğini biliyor.
Türkiye onun memleketi. Baba evi. Tıpkı benim gibi.”
Nerissa’ya
döndürdü suratını.
“Biz
gidemesek de sen mutlaka dönmelisin Türkiye’ye. Tamam mı?”
“Tamam
anneciğim.”
Her zaman
gittikleri restorana oturdular. Önündeki gül bahçesinden toplanan kırmızı
güllerle süslenirdi hep masaları. Gül yaprağına eşlik etsin diye aynı renkteki
minderli koltukları evlerinde öğle yemeği yeme rahatlığını sunardı onlara.
İşletmesini yapan karı koca Mary ve Chris, yıllardır tanıdıkları iki yakın dosttu.
Onlara her baktığında düşünde canlandırdığı insanları anımsıyordu her nedense.
Ankara’da kaldığı evin sahibi Nermin teyze ve İsmet amca’nın yerine koyuyordu.
Ve bundan haz duyardı.
“Yolculuk ne
zaman?” dedi Mary üzgün ve çekingendi.
“Yarın
gece.”
“Çektiğiniz
her fotoğrafı bize gönderin, olmaz mı? Nerissa’nın büyüdüğünü göreyim.”
Çocukları
olmadığı için Nerissa’ya ayrı bir yakınlık duyuyorlardı. Ve onlar da kendi
memleketlerinden göçmüş iki karı koca olarak anlıyorlardı özlemlerin bir bıçak
gibi kalpleri eşelediğini.
“Elbette
Chris. Sana yazacağım.” Dedi Can elini sıkarak.
“Haydi, bize
güzel bir penne yapın da midemiz şenlensin. Yanına da güzel bir Syrah (Şiraz-
şaraplık üzüm çeşidi) açalım ha, ne dersin karıcığım?”
“Aklımı
okudun sevgilim.”
Son gece
Manhattan’da neredeyse yüz eli yıllık tarihi bir otelde kaldılar. Otelin
özellikle Central Park’ı gören odasını tercih edip gece boyu birbirlerine
sarılıp, parkın ışıltısını karanlık ormanının gizemini izlediler.
****************
O güne kadar
bindiği en büyük uçağın penceresinden muhteşem şehir manzarasını beyninin her
hücresine kazırcasına gözlerini kırpmadan seyrediyordu. Şehrin ışıkları cilveli
bir kadının erkeğine yaptığı gibi gözünde oynaştı. Uzun ve düzgün ışık selinin
muhteşem düzeni büyülüyordu Ece’yi. Gözlerini yumdu. Işıklı yollar gözlerinde
kırpışıyordu hâlâ. Bir süre öyle kaldı. Sonra Can tuttu elini. Ece gözünü açtı.
”Yeni bir
hayata başlamaya hazır mısın karıcığım.” Kocasının göz bebeklerinden ona
akan parıltı içini kıpırdattı.
“Seninle
Fizan’a dahi giderim.”
Sonra coşkuyla
Nerissa’nın elini tuttu diğer elini karnındaki belli belirsiz ovalliğe koydu.
Karnını okşadı. Parıldayan yosun yeşili gözleri her şeyi aslında anlatıyordu. O
söylemek için bu ana kadar beklemişti ve artık çok sabırsızdı.
“Üçümüz de
hazırız...”
** SON **
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder