MİRAS
Kütüphane, beklediğinden daha çok kalabalıktı. Kitaptan okuyacağı bölümlere
göz atarken bir yandan da dört bir duvarı kaplayan, dinleyicilerin sırtlarını
dayadığı kitaplığa baktı. ‘Onlardan’, kütüphaneye getirdiği yanık kokan
yüzlerce kitaptan, onay alırcasına kafasını salladı. Mikrofona
yaklaştı ve konuşmaya başladı:
-On iki yaşımdan beri sokaklardayım. Çöp kutularını özenle
karıştırır, bulduklarıma her defasında şaşkınlık duyarım. Karış karış bilirim
buraları ama yine de ne bulacağımı merak ederek gezinirim.
-Bunu kimse anlamayacak belki; çöp karıştırmak bana çekici gelir.
İnsanların gizli yanlarını görmeye yetkin biri olduğumu düşünürüm. Gördüklerim
bende saklı kalır, tanımadığım insanlarla sırdaş olurum.
-Hiçbir çöp diğerine benzemez. Çöplerin insanlara benzediğini görmek
şaşırtıcı değil. Dünyada milyarlarca insan yaşadığına göre trilyonlarca farklı
çöp türü demek. Böyle düşününce insanın dili tutulur. Çöplükler bize insanlığı
anlatır. İnsanoğlunun en iyi ürettiği şeydir çöp.
-İşe yarar eşyalar bulduğumda hemen bitpazarına götürüp satarım. Bazılarını
eve getiririm. Dün sabah meşe ağacından işlemeli dolap buldum. Kaldırım
kenarında mağrur bir şekilde benim onu görmemi ve sahiplenmemi bekliyordu.
Aldım hemen, satmaya kıyamadım.
-Evimiz öyle küçük ki dolap ile iyice ufaldı. Çöplerden getirdiğim kitap,
dergi ve parçalanmış ansiklopedilerle içi dolup taştı. Evimizin en kıymetlisi
oldu.
-On beşime yeni basmıştım babam öldüğünde. Sonra annem zatürreden yatağa
düştü; bir akşam eve döndüğümde vücudunu buz gibi buldum. Saatler önce mi öldü
yoksa soğuktan dona mı kaldı hiç öğrenemedim. Tek bildiğim, okul formamı
üzerimden çıkarıp sokak elbiselerini giymenin zamanı gelmiş olduğuydu.
-Züleyha okuyordu o zamanlar. Züleyham... Onunla konuşabilme cesaretini
kazandığımda temiz pak göründüğüm ve gururla söylemeliyim ki bilgili olduğum
için benden hoşlandığını söyledi. Kaderin bana yazdığı en güzel yazı odur.
Üstelik ben, evde sadece çöplerden çıkanlar ve kitap dolu meşe bir dolaptan
başka bir şey olmadığını görüp benimle evlenmekten vazgeçeceğini düşünürken…
Onun da böyle bir hayali olması ne şaşırtıcı.
-Zeynep doğduktan sonra Züleyha ile kitap okumaya başladık. Birimiz yüksek
sesle okur diğerimiz dinler. Bizim en iyi iletişim şeklimiz. Züleyha ile
aramdaki güçlü bağdır kitaplar. Bu bağı sonsuzluğa taşıyansa kızımız Zeynep
olacak.
-Haftanın her günü sabahın kör saatlerinden gece karanlığına kadar
sokakları arşınlıyorum. Artık daha çok çalışıyorum. Zeynep’im için. Gece olunca
evin arkasındaki çamurlu araziye çöp dökerler. Neler neler buluruz orada. Akşam
eve gelir, bulduğumuz eşyaları tek tek ayrıştırırız. Ardından en keyifli
saatler başlar; kitap okuruz.
-Zeynep büyüdü. Benimle çöpleri gezmeyi hâlâ çok sever. O yanımdaysa kitap,
dergi bulabileceğim yurtların, öğrenci evlerinin olduğu sokaklara gidiyorum.
Şansına hep bir şeyler buluyoruz. Elinde özenle taşıyor, eve gidene kadar
bırakmıyor.
-Ufak evimiz dolaplı bir kütüphaneye dönüştü sonunda, Zeynep ise bir kitap
kurduna. Doğrusu biraz endişeye kapılmıyor değilim; gün gelecek isteklerine
yanıt veremeyeceğim. Bu korku yüreğimden eksilmez. Onu hayâl kırıklığına
uğratmaktansa…
-O gün, Zeynep ile beraber çöp toplamaya çıktığımız sıradan günlerden
biriydi. Pek uğramadığım bir mahalleye doğru yola koyulduk. Perişan bir sokağa
daldık. İnsanlar pazar çadırlarında yaşıyordu. Burunlarından akan sümükleri
rüzgârda kurumuş, sarı benizli, kahverengi yanaklı ağlak çocuklarla doluydu
çadırların önü. Kötü giden yaşantılarını kanıksar bir umursamazlıkla, hayata
daha sert davranmayı öğrenmişlerdi. Gizlenmiş bir kasvet vardı havada, sinsice
etrafımızda geziniyordu. Böyle sokaklar hep aynıdır. Yaşadıkları sefaletin
farkında, hayatın bu olduğunu kabullenmiş ve içinde kaybolmuş insanlar yaşar
orada. Sessizce yürümeye devam
ettik. İnsan kemikleri vardı etrafta. Burun direğini sızlatan bir koku başımızı
döndürüyordu. Morarmış et parçaları, çürümüş çaputlar ve üzerilerinde sürüsüne
bereket sinekle kara bulut gibi öbeklenmiş çöp yığınları arasından geçiyorduk.
Böyle bir anda söyleyiverince ne de kolay görünüyor. Şaşkınlığımı ben bile
gizleyemiyordum. Züleyha ile hayatın bu tarafını Zeynep’e göstermemek için
kitaplara sarılıyorduk. Artık görmesine engel olamazdım. Bir an önce mahalleden
çıkmaya karar verdim. Burada işimize yarar bir şey yoktu. Derken, o
yangını gördüm. Orman yangını gibi kokuyordu. İnsanın içini burkan, burun
deliklerimizden sonsuza dek çıkmayacak keskinlikte bir koku. Hem bir an önce
uzaklaşmak istiyor hem de ne olduğunu merak ediyordum. Virane bir binanın
önüne getirmişti bizi alevler. Duman bizi içine alıverdi. Ellerinde ağır
poşetler taşıyan çocukları görünce Zeynep de merak etmiş, olan biteni anlamak
istemişti. Biraz daha yaklaştık. Koşuşturan insanların arasına daldık. Kız
çocuklarından biri eteğini sepet yapmıştı. Yanımızdan sakince geçti. Kitap
doluydu eteği. Bizim orada olmamıza mı yoksa şaşkın bakışlarımıza mı,
anlayamadığım bir ifadeyle bize bakıyordu. O sırada eteğine bir daha göz attım.
Yaşar Kemal’in İnce Memed romanını gördüm. Zeynep ile göz göze geldik. Bizim
için ulaşılmaz bir kitabı orada, o sokakta görmenin heyecanını hiç unutmuyorum.
Kitabın orta yerinde sayfaların kopuk olduğunu fark etmiş, devamını
okuyamamıştık. Bir de Siyah İnci vardı. “Siyah İnci’yi okusa beğenir” dedi
Zeynep yavaşça. Kız Zeynep’i duymuştu. “Ne beğencem, okuyamam ben zaten.
Banane!” dedi çocuk birden. Çocuk konuşunca küçük
olmadığını anladım. On iki, on üç vardı. Hırpaniydi. Bilmiş hali böylelikle
daha da dikkat çekiyordu. O sırada kız, birden unutmuşta hatırlamış gibi
koşmaya başladı. Bir yandan da bize seslendi. “Acele edin, bitmek üzere!”
“Kitapları nereye taşıyorsunuz?” diye bağırdı Zeynep arkasından.
“Soba söndü soba! Neyle yanacak?”
Zeynep, çocuğun yanına koşup kolunu tuttu; “Kitaplar nerede, göster
bize!”dediğinde işte o an, onun neler yapabileceğini, cesaretini gördüm.
İnsanlar toplanmıştı gösterdiği yerde; rengi solmuş, bazısı parçalanmış
yüzlerce tepeleme kitabı bir arada görünce Zeynep tereddüt etmeden arasına daldı.
Sokaklarda aklımın hayalimin almadığı pek çok şey bulurum ama yüzlerce,
binlerce kitabı bir arada ilk kez görüyordum. O esnada üç adam fark ettim.
Oradaki insanlardan farklı görünüyorlardı. Biri bir hayli sert bakışlı ve
iriydi. Diğer ikisi sıska olduğu için öyle görüyordum belki de. Adamların her
an saldırmaya hazır duruşları nedense beni korkutmadı o an. İkimiz de
cesaretliydik galiba. Bekleneni yapması gereken kişilerin bizler olduğunu
biliyorduk. Yüksek bir sesle, “Siz
de nereden çıktınız? Bize ancak yeter, haa…” dedi onlardan biri. Ağzından bir
şey kaçırmaması için kurnazca Zeynep’i dürttüm. Azmin kara büyüsüyle kabarık
hırslara kapılıp saldırgan olunmaması gerektiğini naif bir kadın gibi
anlamıştı. Adaletsiz bir hayat yaşayanların içlerinde biriktirdikleri intikam
duygusuna karşı savaşmanın tam sırasıydı şimdi. Derinde sakladığımız savaşçı
tarafımızı ortaya çıkarmak hiç zor olmazdı. Ne var ki biz çöpçüler yetinmeyi
bilmek zorundayızdır. Yığılı kitapları,
yakacak parasına sattıklarını öğrendik. Sıska adam yaptığını övünçle
anlatıyordu. Adamlara, kitaplara karşılık yanabilecek başka şeyler getirmeyi
teklif ettim. Hem dedim, ‘daha iyi fiyata satarsın…’ Sıska, daha sessiz olanın son sözü söyleyecek bir hali
vardı. “Ne getireceksen getir, öyle al kitapları.” Güven vermemişti ama
çaresizce “tamam,” dedim. Eve döndük. Düşünüp durdum gece boyu.
Ne verecektim onlara? Sabahın kör vakti Züleyha ile Zeynep uyurken vakit
kaybetmeden yola koyuldum. Para edecek, büyük ama iyi bir şeyler bulmak istediğimde
hep gittiğim, atılmış mobilyalar çöplüğüne baktım önce. Sonra onlarca sokak
dolaştım hızlıca, bir şey bulamıyordum. Alevler içinde can çekişen kitaplar
gözümün önündeydi. Onları kurtarmalıydım. Bunu yapmazsam kendimi asla
affetmezdim. Okuduğumuz onca kitap, onca güzel söz, hepsinin gerçek
olabileceğini Zeynep'e göstermenin işte tam sırasıydı. Tek çarem vardı.
Küçük evimizde ihtişamıyla duran emektar meşe dolap. Yıllarca beni boş duvardan
koruyan dostum. Ondan vazgeçmiyordum, ona büyük bir görev veriyordum. Öyle eskiydi
ki parçalamak kolay oldu. Belki de, yapmak istediğim şey için bana 'o'
onay vermişti. Züleyha ile dolabın içindeki yüzlerce kitabı yatak altına ve
kapı arkasına istifledik. Zeynep uyandığında dolabın yerinde olmadığını görünce
gözleri doldu. Ama birden toparlandı, çünkü nedenini anlamıştı. Akşam
olmak üzereyken mahalleye gittik. Adamlar pek tabi sözlerinde durmamışlardı.
Poşetlere kitap doldurmaya devam ediyorlardı. Dolap parçalarını yığdım
önlerine. Beğenmişlerdi. Kalan tüm kitapları aldık. Eve götürdük. O günden
sonra Zeynep kendine tek bir amaç edindi. Kitapları korumak ve çoğaltmak...
Benim ona verebildiğim tek şey bir dolap. Bir çöpçüyüm, başka ne
yapabilirim...
***
“İşte; yıllar önce babamla topladığımız tüm o kitaplar bu kütüphaneye
armağanımdır. Rahmetli anne ve babamın bana en güzel mirası. Sözcükleri
rafların arasında ve elimdeki bu kitapta hâlâ canlı. Bu sarı yapraklı kitaplar
onların sesidir.” Küçük bir kızken gördüğüm o ateş, yüreğime ve buradaki
her kitaba öyle bir işlemiştir ki şimdi bile hâlâ yanmaya devam ediyor.
Açılışa gelen bir gazeteci Zeynep’i hayranlıkla dinliyordu. Zeynep
konuşmasını bitirince yanına geldi.
“Ailenizi anlattığınız son kitabınız hakkında röportaj yapmaya gelmiştim. ”
dedi.
Zeynep, babasından güç alır gibi elindeki kitabını okşadı
ve “Elbette.” dedi.