29 Aralık 2022 Perşembe

Öykü: Miras



MİRAS

Kütüphane, beklediğinden daha çok kalabalıktı. Kitaptan okuyacağı bölümlere göz atarken bir yandan da dört bir duvarı kaplayan, dinleyicilerin sırtlarını dayadığı kitaplığa baktı. ‘Onlardan’, kütüphaneye getirdiği yanık kokan yüzlerce kitaptan, onay alırcasına kafasını salladı.  Mikrofona yaklaştı  ve konuşmaya başladı:  

 -On iki yaşımdan beri sokaklardayım. Çöp kutularını özenle karıştırır, bulduklarıma her defasında şaşkınlık duyarım. Karış karış bilirim buraları ama yine de ne bulacağımı merak ederek gezinirim.

-Bunu kimse anlamayacak belki; çöp karıştırmak bana çekici gelir. İnsanların gizli yanlarını görmeye yetkin biri olduğumu düşünürüm. Gördüklerim bende saklı kalır, tanımadığım insanlarla sırdaş olurum.

 -Hiçbir çöp diğerine benzemez. Çöplerin insanlara benzediğini görmek şaşırtıcı değil. Dünyada milyarlarca insan yaşadığına göre trilyonlarca farklı çöp türü demek. Böyle düşününce insanın dili tutulur. Çöplükler bize insanlığı anlatır. İnsanoğlunun en iyi ürettiği şeydir çöp.

-İşe yarar eşyalar bulduğumda hemen bitpazarına götürüp satarım. Bazılarını eve getiririm. Dün sabah meşe ağacından işlemeli dolap buldum. Kaldırım kenarında mağrur bir şekilde benim onu görmemi ve sahiplenmemi bekliyordu. Aldım hemen, satmaya kıyamadım. 

-Evimiz öyle küçük ki dolap ile iyice ufaldı. Çöplerden getirdiğim kitap, dergi ve parçalanmış ansiklopedilerle içi dolup taştı. Evimizin en kıymetlisi oldu.

-On beşime yeni basmıştım babam öldüğünde. Sonra annem zatürreden yatağa düştü; bir akşam eve döndüğümde vücudunu buz gibi buldum. Saatler önce mi öldü yoksa soğuktan dona mı kaldı hiç öğrenemedim. Tek bildiğim, okul formamı üzerimden çıkarıp sokak elbiselerini giymenin zamanı gelmiş olduğuydu.

-Züleyha okuyordu o zamanlar. Züleyham... Onunla konuşabilme cesaretini kazandığımda temiz pak göründüğüm ve gururla söylemeliyim ki bilgili olduğum için benden hoşlandığını söyledi. Kaderin bana yazdığı en güzel yazı odur. Üstelik ben, evde sadece çöplerden çıkanlar ve kitap dolu meşe bir dolaptan başka bir şey olmadığını görüp benimle evlenmekten vazgeçeceğini düşünürken… Onun da böyle bir hayali olması ne şaşırtıcı.

-Zeynep doğduktan sonra Züleyha ile kitap okumaya başladık. Birimiz yüksek sesle okur diğerimiz dinler. Bizim en iyi iletişim şeklimiz. Züleyha ile aramdaki güçlü bağdır kitaplar. Bu bağı sonsuzluğa taşıyansa kızımız Zeynep olacak.

 -Haftanın her günü sabahın kör saatlerinden gece karanlığına kadar sokakları arşınlıyorum. Artık daha çok çalışıyorum. Zeynep’im için. Gece olunca evin arkasındaki çamurlu araziye çöp dökerler. Neler neler buluruz orada. Akşam eve gelir, bulduğumuz eşyaları tek tek ayrıştırırız. Ardından en keyifli saatler başlar; kitap okuruz.

-Zeynep büyüdü. Benimle çöpleri gezmeyi hâlâ çok sever. O yanımdaysa kitap, dergi bulabileceğim yurtların, öğrenci evlerinin olduğu sokaklara gidiyorum. Şansına hep bir şeyler buluyoruz. Elinde özenle taşıyor, eve gidene kadar bırakmıyor.

-Ufak evimiz dolaplı bir kütüphaneye dönüştü sonunda, Zeynep ise bir kitap kurduna. Doğrusu biraz endişeye kapılmıyor değilim; gün gelecek isteklerine yanıt veremeyeceğim. Bu korku yüreğimden eksilmez. Onu hayâl kırıklığına uğratmaktansa…

-O gün, Zeynep ile beraber çöp toplamaya çıktığımız sıradan günlerden biriydi. Pek uğramadığım bir mahalleye doğru yola koyulduk. Perişan bir sokağa daldık. İnsanlar pazar çadırlarında yaşıyordu. Burunlarından akan sümükleri rüzgârda kurumuş, sarı benizli, kahverengi yanaklı ağlak çocuklarla doluydu çadırların önü. Kötü giden yaşantılarını kanıksar bir umursamazlıkla, hayata daha sert davranmayı öğrenmişlerdi. Gizlenmiş bir kasvet vardı havada, sinsice etrafımızda geziniyordu. Böyle sokaklar hep aynıdır. Yaşadıkları sefaletin farkında, hayatın bu olduğunu kabullenmiş ve içinde kaybolmuş insanlar yaşar orada. Sessizce yürümeye devam ettik. İnsan kemikleri vardı etrafta. Burun direğini sızlatan bir koku başımızı döndürüyordu. Morarmış et parçaları, çürümüş çaputlar ve üzerilerinde sürüsüne bereket sinekle kara bulut gibi öbeklenmiş çöp yığınları arasından geçiyorduk. Böyle bir anda söyleyiverince ne de kolay görünüyor. Şaşkınlığımı ben bile gizleyemiyordum. Züleyha ile hayatın bu tarafını Zeynep’e göstermemek için kitaplara sarılıyorduk. Artık görmesine engel olamazdım. Bir an önce mahalleden çıkmaya karar verdim. Burada işimize yarar bir şey yoktu. Derken, o yangını gördüm. Orman yangını gibi kokuyordu. İnsanın içini burkan, burun deliklerimizden sonsuza dek çıkmayacak keskinlikte bir koku. Hem bir an önce uzaklaşmak istiyor hem de ne olduğunu merak ediyordum.  Virane bir binanın önüne getirmişti bizi alevler. Duman bizi içine alıverdi. Ellerinde ağır poşetler taşıyan çocukları görünce Zeynep de merak etmiş, olan biteni anlamak istemişti. Biraz daha yaklaştık. Koşuşturan insanların arasına daldık. Kız çocuklarından biri eteğini sepet yapmıştı. Yanımızdan sakince geçti. Kitap doluydu eteği. Bizim orada olmamıza mı yoksa şaşkın bakışlarımıza mı, anlayamadığım bir ifadeyle bize bakıyordu. O sırada eteğine bir daha göz attım. Yaşar Kemal’in İnce Memed romanını gördüm. Zeynep ile göz göze geldik. Bizim için ulaşılmaz bir kitabı orada, o sokakta görmenin heyecanını hiç unutmuyorum. Kitabın orta yerinde sayfaların kopuk olduğunu fark etmiş, devamını okuyamamıştık. Bir de Siyah İnci vardı. “Siyah İnci’yi okusa beğenir” dedi Zeynep yavaşça. Kız Zeynep’i duymuştu. “Ne beğencem, okuyamam ben zaten. Banane!” dedi çocuk birden. Çocuk konuşunca küçük olmadığını anladım. On iki, on üç vardı. Hırpaniydi. Bilmiş hali böylelikle daha da dikkat çekiyordu. O sırada kız, birden unutmuşta hatırlamış gibi koşmaya başladı. Bir yandan da bize seslendi. “Acele edin, bitmek üzere!”

“Kitapları nereye taşıyorsunuz?” diye bağırdı Zeynep arkasından.

“Soba söndü soba! Neyle yanacak?”

Zeynep, çocuğun yanına koşup kolunu tuttu; “Kitaplar nerede, göster bize!”dediğinde işte o an, onun neler yapabileceğini, cesaretini gördüm. İnsanlar toplanmıştı gösterdiği yerde; rengi solmuş, bazısı parçalanmış yüzlerce tepeleme kitabı bir arada görünce Zeynep tereddüt etmeden arasına daldı. Sokaklarda aklımın hayalimin almadığı pek çok şey bulurum ama yüzlerce, binlerce kitabı bir arada ilk kez görüyordum. O esnada üç adam fark ettim. Oradaki insanlardan farklı görünüyorlardı. Biri bir hayli sert bakışlı ve iriydi. Diğer ikisi sıska olduğu için öyle görüyordum belki de. Adamların her an saldırmaya hazır duruşları nedense beni korkutmadı o an. İkimiz de cesaretliydik galiba. Bekleneni yapması gereken kişilerin bizler olduğunu biliyorduk. Yüksek bir sesle, “Siz de nereden çıktınız? Bize ancak yeter, haa…” dedi onlardan biri. Ağzından bir şey kaçırmaması için kurnazca Zeynep’i dürttüm. Azmin kara büyüsüyle kabarık hırslara kapılıp saldırgan olunmaması gerektiğini naif bir kadın gibi anlamıştı. Adaletsiz bir hayat yaşayanların içlerinde biriktirdikleri intikam duygusuna karşı savaşmanın tam sırasıydı şimdi. Derinde sakladığımız savaşçı tarafımızı ortaya çıkarmak hiç zor olmazdı. Ne var ki biz çöpçüler yetinmeyi bilmek zorundayızdır. Yığılı kitapları, yakacak parasına sattıklarını öğrendik. Sıska adam yaptığını övünçle anlatıyordu. Adamlara, kitaplara karşılık yanabilecek başka şeyler getirmeyi teklif ettim. Hem dedim, ‘daha iyi fiyata satarsın…’ Sıska, daha sessiz olanın son sözü söyleyecek bir hali vardı. “Ne getireceksen getir, öyle al kitapları.”  Güven vermemişti ama çaresizce “tamam,” dedim. Eve döndük. Düşünüp durdum gece boyu. Ne verecektim onlara? Sabahın kör vakti Züleyha ile Zeynep uyurken vakit kaybetmeden yola koyuldum. Para edecek, büyük ama iyi bir şeyler bulmak istediğimde hep gittiğim, atılmış mobilyalar çöplüğüne baktım önce. Sonra onlarca sokak dolaştım hızlıca, bir şey bulamıyordum. Alevler içinde can çekişen kitaplar gözümün önündeydi. Onları kurtarmalıydım. Bunu yapmazsam kendimi asla affetmezdim. Okuduğumuz onca kitap, onca güzel söz, hepsinin gerçek olabileceğini Zeynep'e göstermenin işte tam sırasıydı.  Tek çarem vardı. Küçük evimizde ihtişamıyla duran emektar meşe dolap. Yıllarca beni boş duvardan koruyan dostum. Ondan vazgeçmiyordum, ona büyük bir görev veriyordum. Öyle eskiydi ki parçalamak kolay oldu. Belki de,  yapmak istediğim şey için bana 'o' onay vermişti. Züleyha ile dolabın içindeki yüzlerce kitabı yatak altına ve kapı arkasına istifledik. Zeynep uyandığında dolabın yerinde olmadığını görünce gözleri doldu. Ama birden toparlandı, çünkü nedenini anlamıştı. Akşam olmak üzereyken mahalleye gittik. Adamlar pek tabi sözlerinde durmamışlardı. Poşetlere kitap doldurmaya devam ediyorlardı. Dolap parçalarını yığdım önlerine. Beğenmişlerdi. Kalan tüm kitapları aldık. Eve götürdük. O günden sonra Zeynep kendine tek bir amaç edindi. Kitapları korumak ve çoğaltmak...

Benim ona verebildiğim tek şey bir dolap. Bir çöpçüyüm, başka ne yapabilirim...

                                                 ***

 “İşte; yıllar önce babamla topladığımız tüm o kitaplar bu kütüphaneye armağanımdır. Rahmetli anne ve babamın bana en güzel mirası. Sözcükleri rafların arasında ve elimdeki bu kitapta hâlâ canlı. Bu sarı yapraklı kitaplar onların sesidir.”  Küçük bir kızken gördüğüm o ateş, yüreğime ve buradaki her kitaba öyle bir işlemiştir ki şimdi bile hâlâ yanmaya devam ediyor.

 Açılışa gelen bir gazeteci Zeynep’i hayranlıkla dinliyordu. Zeynep konuşmasını bitirince yanına geldi.

“Ailenizi anlattığınız son kitabınız hakkında röportaj yapmaya gelmiştim. ” dedi.

Zeynep, babasından güç alır gibi elindeki kitabını okşadı ve “Elbette.” dedi.

 

6 Kasım 2022 Pazar

Distopik Öykü: Bir Yüz Yıl Daha!

 


BİR YÜZ YIL DAHA!

Nasıl çizsem… Resmin kötü, unuttun mu? Yazsak olmuyor mu, okuma yazması yok mu? Neyse eğleniyoruz işte. Sen ne çizdin? Ben biliyorum ne istediğini, indigo kırmızısı araba… Gerçekten inanıyor musun olacağına? Keşke. Ben yapmayayım ne olursun. Korkuyorum...

Komik değil mi? Bu kadar kolay olsaydı. Ne bileyim… Yılda bir gece. Yılda bir gün. Gerçekten Sena. Olursa çok sevinirim senin adına. Olmayacağını bile bile heyecanlanmak ne güzel. Ama ya inanırsak; olacağını beklerken diğer şeyleri kaçırırsak, kaybedersek elimizdekileri ve olmazsa… Söyleme hiç bir şey.

Büyücü olsak ya da her insanın kendisi için bir sihri olsa; herkes iyi hayat yaşar, olması gerektiği kadar iyi, daha fazlasına ihtiyacı yok. Huzur ile iki yüz üç yüz yaşına kadar yaşardık herhalde. Huzur zorunlu, mutsuzluk yasak olsa düşünsene Sena,  üç yüz yıl yaşarsak o zaman ellide kadınlık ölmez, yüzde belki de yüz ellide. Sen üç çocuk istiyordun, onar çocuk yaparız. 

Hayâl meyal anımsıyorum. Hafif bir tüy okşuyor kulaklarımı; çocukluğumu ve çocukluk umutlarımı hatırladığımda. Yüz yıl öncesinde kaldı. Sonra rüyadan birden uyanır gibi kayboluyor her şey. Ne çocukluk kalıyor, ne gençlik. O günlere dair her şey, herkes gitti.    

Menopoza girmekten şimdi korkuyoruz, yani ölmekten, kadınlığın ölmesinden çok korkuyoruz. İçimin erimesinden, kararıp mor mor dökülmesinden. Elma gibi çürüyoruz hızla. Düşünsene! Üç yüz yıl. Yaşa yaşa bitmez. Daha çok arkadaş, komşu, aşk, yer, belki de ülkeler, bir sürü şehirler. Uzun yaşayacağını bilince insan telaşsız olur, sakin. Bir düşün Sena, yüz elli yıl genç bir kadın olarak yaşadığını...

Sonrasında yüz elli yıl telaşsız bir yaşam. Bükmekten hantallaşmış bacaklarıma aldırmadan merdivenlerden usul usul iniyorum.  Güneş gözlüklerimi almadım. Gözlerim kamaştı, çökmüş göz kapaklarımın altında. Kırışmış dudağımın kenarında hafiften bir kıpırtı. Teo beni böyle görseydi ne yapardı? İkimiz de gençtik o gittiğinde. O öyle genç kaldı. Yalnız başımayım şimdi. Uzun yaşama laneti ile sihirlendim. 

Sabahın bu kör saatinde apartmanın cam kapısı ilk kez açılıyor. Sağa baktım. İndigo kırmızısı arabam orada duruyor. Başka bir şeyler daha çizseydik o zaman keşke, Sena. Yanımızda insanlar çizseydik. Defalarca söyledim ona; sokma aklıma, sen ne çiziyorsan ne yazıyorsan yaz göm, gül ağacına mı denize mi nereyeyse.  

Karar verilemeyip yarım bırakılmış, çok yorgun, eğreti bir yampirilik var sırtımda. Uzun yaşamakla ilgili gençken çizdiğimiz o gerçeküstü ve komik şeylerden sonra inandım. Ya bir yüz yıl daha yaşarsam! Korkuyorum gerçek olmasından. Tek bir şey istiyorum artık. Ölü beden çizip koyuyorum gül ağacının yanına.


15 Ekim 2022 Cumartesi

Anne Öyküsü: Bağıl


BAĞIL

Yastığın üzerinde bir şey görüyorum. Karanlıkta parlıyor. Olacak şey değil, bu beynim! Beni seyrediyor. Bu da oldu sonunda! Ne oldu? Böyle olmayı beklemiyordun?

Gecenin bu tekinsizliğinde ortaya çıkan sağlam bir kuruntu. Minicik bir kafa yüzünden delirdim diyemiyorum konuşan beynime. Kalbimle beynim arasındaki savaşı kim kazanacak? Tanrı’nın yarattığı kusursuz ovalliğine hayranım, aşkımdan deliriyorum, bu yüzden desem beynim anlamaz bunu. Ona somut gerekçeler sunmam gerekiyor. O minicik kafa, her milimetresiyle göğsüme öyle bir basıyor ki nefes alamıyorum.

Kalksam, saatin pilini çıkarsam… Kıpırdayamıyorum. Ya uyanırsa! Kendine has bir ritimle ileri geri sallanıyor uykusunda. Aynı devinimle biniyorum ben de onun rüyasındaki salıncağa. Sabaha kadar deliksiz uyusak! ‘Yarına ait heyecan verici planlarım altüst olursa! O zaman nefret ederim kendimden. Çocuğumdan neden edeyim?’

Etrafımı kemirgenler sarıyor. Bağıra çağıra ağlamak geliyor içimden. Onu da başaramıyorum, gücüm yok. Yorgunluktan ölüyorum. Bir tik tak, iki tik tak. Çaresizliğimin tiktak sesleri sonsuza dek sürecekmiş gibi. Üç, dört…

Saatler geçiyor. Uyuştum. Küçücük yatakta vücudum kıpırdayamıyor,  kalıptaki jöle gibi ruhum debeleniyor. Bedenden kurtulmaya çalışan bir hayalet adeta. Kalın bir iple bu küçük insana bağlıyım, bedenim de ruhum da. İp düşüncelerime dolanıyor. Bir yılan içimde gezinip düşüncelerimi zehirliyor O sırada ak boğumuna elim değiyor, yumuşaklığını duyumsuyorum. İpim gevşiyor. Gizil bir keyif duyuyorum. Unutuyorum her şeyi. Birden, onun bir parçası olduğuma, ona ait bir çeşit uzuv olduğuma inanıyorum. Uyuyorum.

Uykusuz gecelerden biri daha bitti. Sabahı haliyle buğulu. Günümün bu sersemlikle mahvolmasını istemiyorum. Önümde özgürce geçireceğim saatler var, toparlanmalıyım. Çocuksuz nasıl geçiriyordum günleri? Anımsamıyorum.

                                               

***

 

Artem içeri şöyle bir bakıp oyuna dalıveriyor. Şaşırıyorum, seviniyorum da. Arkama bakmadan okuldan çıkıp sokağı dönüyorum. Hızla film afişlerine göz atıyorum. Sinemalar animasyon filmlerle dolup taşmış anlaşılan. Wes Anderson tarzı bir film olsaydı belki o zaman izlerdim. Moonrise Kingdom, Büyük Budapeşte Oteli. Ancak onlar boşaltır kafamı. Kitapçıya giriyorum. Önüme masal kitapları çıkıyor. Bir anne çocuğuyla kitap seçiyor.

“Alıp okudum ben de oğluma. Sizinki de çok sevecektir...” deyip bilgiç gülüşüme inanamıyorum.

Dediğime pişmanım. Uzaklaşmak istiyorum. Yetişkin  kitaplarına yöneliyorum hemen. Çocuğunuzla Konuşma Sanatı, Beni Ödülle Cezalandırma, Çocuklarla Doğru İletişim. Peki ya gerçeküstü yazınlar, distopik öyküler, onlar nerede? Neden göremiyorum onları? Çabucak çıkıyorum kitapçıdan. Vitrinlere bakıyorum. Artem’e kışlık mont almalıyım. Bu güzelmiş...

‘Yeter! Bırak artık beni. Çık git aklımdan!’

Kızlarla buluşacağımız restorana giriyorum. Hepsi alnımda bir şey yazıyor gibi bana bakıyor.

 “Sitges film festivalini en çok da sen istiyordun. Nasıl geleceksin ama baksana?”

“Çocukla zor…”

“Senin biletini iptal edelim istersen.”

“Olur.”

Üçü de üstüme çullandı sanki. Yıllardır hayalini kurduğum seyahati silip atıverdim. Gitmek için yanıp tutuşuyorum oysa. Daha fazla açıklama yapmamı bile beklemiyorlar. Onlar için bir ölüden farkım yok, bunu şu an anlıyorum. Sanki kendileri hiç doğurmayacak, anne olmayacak. Üstelik biri anne. Özellikle o, başka biriymişim gibi bakıyor bana. Ben de ona. Geçmişe, kendime her şeye yabancıyım sanki. Beraber geçirdiğimiz zamanlar çok gerilerde kalmış, yeni bir diyara gelmişim ben. Bu diyarda küçük insanlar var, her şey minimal. Sessizlik ve düzen hâkim bu diyarda. Huzurlu olmak için kendini bırakmaman gereken bir dünya. Özgürlüğünü bıraktığında huzuru bulabileceğin bir gezegen. Öyle katı bir düzen ki bağıl olduğum şeyden koparmıyor.

“Akşam bir serginin kokteyline gideceğiz. Tuvalet giyme zorunluluğu var.  Sonra yemeğe geçeriz. Sana da gel diyeceğiz ama…”

Kokteyl elbisesi mememden şırıl şırıl akan sütle ne de güzel olur ya! Yanıtım sadece ‘Bensiz uyuyamaz,’ oluyor. Uzun, ojeli tırnakları var, gözümü alıyorlar. Kendi tırnaklarıma bakıyorum. Pütürlü. Poposundaki çizikleri ben yapıyorum. Hemen kesmeliyim.

“Of kızım. Sen de o kadınlar gibi olmuşsun kucağında bebekle kalakalmışsın!”

“Hayır, ne ilgisi var! Her istediğimi yapabilirim ben. Sonuçta yanınızdayım işte...”  

İçim başka dışım başka söylüyor. Gerçekten böyle mi kalacağım, o saçını süpürge eden hayatını hiçe sayan kadınlara mı dönüştüm? Yıllardır tanıdığım, içtiğimizin ayrı gitmediği arkadaşlarımı izlemeye koyuldum. Sanki kulakları ve gözleri her şeye kapalı yalnızca ağızları açık. Gerçekten beni gördüklerini sanmıyorum. Konuştukları şeyler çok anlamsız, boş hatta saçma geliyor. Onlardan uzaklaştığımın, bambaşka bir hayat yaşadığımın farkına varıyorum. Bir eksiklik de duyumsuyorum aynı anda.  Bir yarım benimle değilmiş gibi. Aklım başka bir yerde, başka bir dili konuşuyorum adeta. İstediğim bu değildi. Duramıyorum yanlarında ve hızla uzaklaşıyorum.

                                         

***

 Kendimi okulun sokağında buluyorum. Ne zaman buraya geldim farkında değilim. Ayaklarım getiriyor beni. Artem’in çıkmasına saatler var. Oyalanmak için bir şeyler karalıyorum, yazdıklarımı  okuyorum. Baştan sona o. Hayatımı nasıl kapladığına şaşırıyorum. Sonra birden aklıma köyde kaybolan o kız çocuğu geliyor. Hemen başka bir şeyler düşünmeye çalışıyorum. Politika, ekonomi… Çocuğum kötü bir geleceğe büyüyor. Karanlık kaplıyor içimi yine. Olmuyor, ne yapsam olmuyor! Arabanın sağ güneşliğinde takılı çocuk aynasına bakıyorum. Aniden dehşetle paniğe kapılıyorum. Artem’i görmem gerek!

Yüzüme vuran güneş kadar sıcak ve gerçek bir telaş başlıyor içimde. Ya beni ararsa, bıraktığımı sanırsa, ağlarsa!

Soluğu kreş müdürünün yanında alıyorum. Makul bir profesyonellikle yanımda duruyor.  “İyi mi diye merak ettim de, bir görsem” diyorum isterik bir gülümseme var yüzümde, yayılıyor bedenime. Hareketlerime anlam veremediği halinden belli. Ne olmuş görmek istediysem! Benim oğlum o! 

Kokusunu duyuyorum görmeden önce. Mutluluk duyuyorum o anda ve bitecek endişesi hemen ardından başlıyor. Beş altı çocuk birlikte oynuyorlar. Sonsuza dek o boyda o cesarette kalacaklar gibi kaygısız ve korkusuzlar.

Çocuklar arkalarında yankılar bırakarak uzaklaşıyorlar. Huşu içine sürüklendiğim yankı da kesiliyor. Öğle sıcağında bir üşüme tutuyor beni. Tir tir titriyorum. Handiyse yere çöküp hıçkırarak ağlayacağım.

Okulun önünde ne yapacağımı bilmez bir şekilde beklemeye başlıyorum. Bir kadın yaklaşıyor yanıma. Sınıftaki çocuklardan birinin annesi olduğunu düşünüyorum. Kadında gizli bir telaş ve tanrısal bir güzellik vaat edercesine coşkun bir tavır var. Bana “gel”, diyor. İlk anda çekinceli davransam da  kabul ediyorum davetini. Sanki o beni anlar gibi geliyor. Ne de olsa bir anne, diye geçiriyorum içimden.

Okul binasının arka bahçesinden geçiyor daha önce fark etmediğim bir kuytuluğa doğru yürüyoruz. Bir oluğun başında duruyoruz. Peşinden geldiğim kadın kadar gizemli ve rahat görünen başkaları oturuyor oluğun etrafında. Sıklıkla kafalarını oluğa dayayıp aşağıya ya da anlayamadığım bir şekilde, içeriye bakıyorlar. Kısa kahkahalar atıp bebek gibi mırıldıyor sonra oluğa bir daha gözlerini dikiyorlar. Bir ara kadınların bellerinden aşağıya bağlı ipleri görüyorum. Bellerinden aşağısı tutmuyor gibi. İpin ağırlığından olduğunu düşünüyorum. Ama umurlarında değil. Öyle sıradan ve olağan geliyor ki...

Beni buraya getiren kadın, görevini sonlandırmanın hevesiyle neşeye bürünerek, cüretkârca oluğu gösterip, “haydi bak”, diyor.

Artem işte orada. Kendi ipimi yolluyorum aşağıya. Tüm bedenimi yakarak içime akan bir hasretle oğlumu izliyorum. Oluğun boru şekli sesini net, görüntüsünü yanımdaymış gibi gösteriyor. Keyifli görünüyor, sakin ve mutlu. İşte o an bir şey daha anlıyorum.  İpi annemde de gördüğümü ayrımsıyorum birden. Onun bana nasıl bağıl olduğunu ve bunu fark edemeyecek kadar ondan uzak olduğumu. 

“Göğsüme yastık koyuyorum yatarken,” diyor birisi ve devam ediyor, “artık ağrımıyor.”

“Anne, anneliği kendi kendine yaşar” diyor öteki. “Çocuğun nasıl olduğuyla ilgisi yok.” diyor diğeri.

Arkadaşlarımda bulamadığım yakınlığı bu yabancı insanlarda görüyorum. Konuşacak ne çok şey var... 

Güneş batıyor. Beni huzura boğan tatlı bir mor renge büründü gökyüzü. Diğer kadınlar da görüyor. “Hava ne güzel oldu” diyor hepsi. Sadece bizim hissettiğimiz bir huzur. İplerini usulca ve gizli bir sevinçle topluyorlar. Bugünlük vedalaşıyoruz. Yarın yine tam burada olacağımı anlıyorlar.

Ben, son kez oluğa eğilip bakıyorum. Artem oyuncak atın üstünde özgürce oynuyor. Olmayı istediğim, olduğumu hayâl ettiğim ama olamadığım kadar özgür. Bense, sadece annelerin gördüğü ve ölene dek taşıyacağım o iple ona bağıl durumdayım. Bugün iyice anlıyorum.

                                        ***

Yatağa uzanıyorum. Gecenin beni kışkırtan, içimdekileri uyandıran o gizemine giriyorum yine. Yastığın üzerine koydum yine beynimi, karanlıkta parlıyor. Bir yılan gibi ipime dolanıyorum. Uzun bir gece beni bekliyor.

 

15 Eylül 2022 Perşembe

Anı: Ölü Kokusu


 Çöl kadar sıcak bu akşam. 

Bunalıyorum. Uzuvlarım hareketsiz kalmayı seçiyor ama beynim durmak bilmiyor. On beş aydır işsizim. Bıçak kemiğe dayandı. Onu böyle yapsam, bunu şöyle. Doldur boşalt, ye, iç, uyu. İstemsiz aldığım nefes olmasa ev mezar ben ölü. Telefonun fişi çekili. Bizimkiler merak eder diye arada takıyorum fişi. Aralıklarla üç iki bir kere çalarsa bizimkiler olduğunu anlıyor açıyorum o zaman.

 İşsizliğimin sekizinci ayında ölü kokmaya başladı ev. Ben verdim bu ismi, ölü kokusu; ağır, nemli, yoğun ve katıksız bir koku. Yüzeyi ne kadar silersem sileyim çıkmıyor koku.

Akşam olup hava kararana kadar beklerim genelde. Sonra eve dağılmış beyin parçalarımı toplarım. Neyse ki Kavaklıdere var. Yaydığım parçaları beynime takmama yardımcı oluyor. Zamanında Yakut’ları yığmıştım dolabın en serin tarafına.

 Daldım biraz.

Birden uyandım. Başımın etrafında ve ayaklarımda minik hayaletler toplanmış. Beni çekiştiriyorlar. Sağa sola. Yatağı yumrukluyorlar. Bağırıyorlar.

“Kalk kız kalk!”

Minik oldukları kadar sesleri de ince ve tiz. Nasıl bir rüya bu! Uğultular geliyor biteviye ve gerçek. Tavanda makrome bir avizem var, ufacık bir rüzgârda sallanır. Çılgınca dans ediyor sanki. Bu rüzgârı ağustos sıcağı bulmuş mu da, bana gelecek?

Yıldızlar odamda. Bir karşı duvarımda bir yan duvarımda. Gökyüzüne dönmek istiyor ama gidemiyorlar. Korkmalı mıyım, emin olamıyorum. Uyuşukluğum öyle hat safhada ki hayaletler de korkutmuyor beni.

Birden hepsi bitti. Her şey durdu. Dış kapının tokmağı güçlü bir şekilde vurulunca gittiğim tuhaf dünyadan çıkıyorum.

“Evden çık çabuk. Evi terk et! Çabuk!”

 Bağrışmalar, çocuk ağlamaları, telaşlı ayak sesleri geliyor dışarıdan. Pencereden bakıyorum. Mis gibi bir hava. Gökyüzü berrak. Yıldızlar adeta yere inmiş. Hiç bu kadar berrak ve güzel olmamışlardı. Apartmanın koridorundaki sesler de kesildi. Etrafta ne bir araba sesi ne de başka bir şey. Az önce ne oldu?

Kimsiniz diye sesleniyorum.

“Kızım çık evde kalma.”

Bizim en üst katta oturan Neriman teyzenin sesi.

“Ne oldu ki. Saat kaç?”

“Deprem! Deprem oldu.  Hadi oyalanma sen.”

Evde kalıp ölmeye devam etmek geçiyor içimden.

“Deprem mi?”

Işık düğmesine basıyorum. Elektrikler kesilmiş. Telefon çalışmıyor. Dışarısı gergin. Kapımı yumrukluyor birisi.

“Çıkın evden.” Diye bağırıyor.

Çıksam ne olacak. Ben sokağa ait değilim sanki. Gitmek istemiyorum evden.

Gün aydınlanıyor. Sokaklara dökülen insanlar evlerine giriyor. Her girenin ardından diğerleri de cesaretleniyor.

Televizyonu açıyorum. Yolun ortasında bir gazeteci. Sesi titriyor. Yardım diye bağırıyor insanlar. Haber sunucusu yardım çağrısı yapıyor. Bakakalıyorum. Elim ayağım buz kesiyor. Kulağımda o uğultu kalmış, şimdi fark ediyorum. Banyoya koşup yüzümü yıkıyorum. Boğazımda bir düğüm var. Telefon çalıyor.

“Hemen gel...” Annemin endişesi tüm vücudumu kendine getiriyor. Telefonu kapatıyorum.

Arka odaya giriyorum. Dolap açılmış ve yüklükteki her şey yere dökülmüş. Sırt çantamı ve uyku tulumumu yerden alıyorum. Saat sabahın altı otuzu. Artık bir amacım var.

6 Eylül 2022 Salı

Öykü: Patates Yemeği


 

              

 

             PATATES YEMEĞİ

Annesinin gelmesine saatler var. Kayra apartmanın koridorunda yere çömelip okul çantasını boca ediyor. “Anahtarı kaybettim. Ne yapacağım şimdi?” Yere çökünce, koridorun ışığı kendinden sönüyor. Eve girecek olmanın verdiği güven duygusu karanlığın içinde kayboluyor. Apartmanın emektar kapıcısı Elif görüyor onu. Yüzünün yarısı aydınlık diğer yarısı silik, sanki hayalete dönen çocuğun beyaz yüzündeki çaresizliği fark ediyor Elif. Damarlı ellerinde, korkusu kadar kara bir poşet tutan iri kadının ona baktığını hissediyor Kayra. Koridor duvarından yapılmış bedeniyle apartmandan bir parça kalıp gibi duran kadının, yalnızca elleri yaşıyor adeta. Tuttuğu poşetin, kulaklarını acıtan hışırtısı apartmanda çığlık gibi yankılanıyor ve en sonunda korkuyla Kayra bağırıyor. 'Git buradan, git!' 

“Korkma. Beni tanımadın mı?” Güneşli bir sabaha perde açar gibi koridorun ışığı yanıveriyor o anda. “Sokakta mı  kaldın?”

Kayra onun sesini daha önce duymadığının farkına varıyor ve yüzünü bu kadar yakından görmediğinin. Yüzünün aksine, hafif esen yaz rüzgârı gibi ılık sesi,  Elif' in apartmandaki var oluşu, Kayra için önemsiz bir ayrıntı iken birden anlamlı hâle getiriyor.

“Kapı önünde beklenir mi? Bizim eve in. Orada beklersin.”

Gök gürültüsü kafasındaki uğultulara karışınca; “Yağmur olmasa sokakta beklerim de…”

 “Akşama kadar sokakta mı bekleyecektin?” Kayra utanarak giriyor eve.

İzbe, rutubet kokan, iç karartıcı bir odaya kapıcı dairesi adını vermişler diyor içinden. “Annem gelir gelmez ben evime giderim.”

“Tamam, gidersin. Yatacak değilsin burada.”

Kapının ağzında bir mutfak tezgâhı, arada dar bir tuvalet kapısı. Odanın bir duvarında büyükçe bir pencere, önünde geniş bir sedirden başka bir şey yok. Sedirin kapıya yakın ucuna yaslanıyor. Diğer ucunda hayatında hiç görmediği kadar küçük bir oğlan uyuyor. Bembeyaz ayakları var. Öyle beyaz ki neredeyse mermer kadar düz ve morarmış. Sokakta oynayacak kadar büyük, sedirin üstünde kaybolacak kadar küçük.  Daha önce görse ilgilenmezdi. Kocaman gözleri çocuğun yüzünü hatta eğrik bedenini kaplıyor. Çocuk uyanıyor. Ev, kahverengi, sulu gözlerin etrafında birden hareketleniyor. Uyandığını hissetmiş gibi hemen ardından Elif giriyor içeri. Soğuk havaya rağmen kan ter içinde. Alt tarafı kapılardaki çöpleri çöp bidonuna atmıyor muydu? diye geçiriyor Kayra içinden. Elif ufaklığın elini yüzünü okşarken, güleç bir telaşla. "Ateşi düşmüş!" diyor.

Çocuk, annesini görene dek dilsiz ve hastayken bülbül gibi şakımaya başlıyor.

“Sen kimsin?”

Kayra kendisinin görünür olduğunu fark ediyor o anda.  Oysa bir romanı okuyor gibi etrafı izlemeye devam etmek istiyor. Konuşursa sayfaların içine girip romanın akışını bozacakmış gibi geliyor ona. Konuşmak istemiyor.

“Yedinci katta oturuyor Kayra, bir süre misafirimiz olacak” diyor Elif.

Çocuk büyük gözleriyle uzun uzun Kayra'yı izliyor: “Korkuyor musun? Korkma hastalığım bulaşıcı değil, yaklaşabilirsin.”

Kayra korkak olmadığını göstermek için biraz daha yaklaşıyor. Elif soluk renklerle bezeli, kalın bir örtü seriyor yere. Üzerine süpürge saplarıyla örülmüş bir tabure koyuyor. Duvara dayandırılmış büyükçe tepsiyi taburenin üstüne yerleştiriyor. Resim yapar gibi çiziyor örtünün üzerini. Kayra, kadının ne yaptığını düşünürken, kaşık ve tabak konulunca bunun yemek masası olduğunu ancak anlayabiliyor. Sonra Elif kendi kendine söylenir gibi bir şeyler mırıldanıyor. O kadar sessiz ki, ama Kayra duyuyor.  

“Öyle rahat mısın? Biraz daha yaklaşsana şöyle, açsın değil mi?”

“Yok. Ben yemem.”

Elif gülümsüyor. Kayra, toparlak yüzde gizli kalmış, birden su yüzüne çıkıveren nilüfer gibi açılan gülüşü gördüğü an, o bir kaç saniye, içine ılık bir şey akıyor. Bedenini saran sevginin varlığı Kayra’yı nedenini bilmediği ve tanımlayamadığı bir korkuya, daha çok, nasıl davranacağını bilmemenin paniğine zerk ediyor. Başının yarısını örten yazması saçından yavaşça yere akıyor. O keşmekeş ev birden değişiyor. Sedirin soluk rengi, ağır rutubet kokusu, odanın üstüne üstüne gelen küçüklüğü, hepsi kayboluyor. Gür, kızıla çalan uzun saçlarından her yere ferah bir elma kokusu yayılıyor. Elif o andan sonra Kayra’nın şaşkın bakışlarında, kapıcıyken bir anneye, anne iken bir kadına dönüşüyor.

Üzerindeki solgun iş tulumu ıslanmış, eli yüzü kireçle boyanmış Adem eve girdiğinde, Elif yüzündeki çizgilere gizlediği hüznü bir gülümsemeyle kapatıyor. Adem gelince Elif’in olgun ve anaç hâli, yerini çocuksu bir coşkunluğa bırakıveriyor. Evin tanımsız boşlukları tamamlanıyor.

“Çocuk ne kadar da babasına benziyor,” diye çıkıveriyor ağzından laflar. Onu da babasına benzettiklerini söylüyorlar ama Kayra bunu her duyduğunda biraz daha yabancılaşmış ve benzerlik hissinden uzaklaşmış hissediyor kendisini. Bu konuşmayı sevmediğini fark ediyor ve konuyu onun açtığını.

Tozlu siyah okul önlükleriyle iki kız giriyor eve. Cılız mı cılız ikisi de ve birbirinin aynı; büyük ağızları, sivri yüzlerini kaplayan gülüşleri bile. Tepsinin çevresine oturuyor herkes. Kenarı kararmış bir yemek tenceresi, iki somun ekmek ve sayıyla dağıtılmış yemek tabaklarında patates yemeği var. Salçalı suyun içinde birkaç patates parçası. Tüten duman odayı ısıtıyor. Kayra da oturuyor. Nazlanmıyor. Annesinin zorla yedirmeye çalıştığı rengârenk yemekler geliyor aklına. 

“Bu tabak misafirimizin olsun. Her zaman gelmiyor Kayra. Öyle değil mi?” Tabak diğerlerinden farklı. Elif içinde et olan dolu tabağı Kayra'nın önüne koyuyor. 

Yemeğe başlıyorlar. Baba çocukla şakalaşıyor. Çatlak, kararmış elleriyle değerli bir vazoyu hassasiyetle tutuyorcasına nazik davranıyor. Adeta elinden kayıp gidiverecek gibi tedirgin.  Oğlan birden öksürüğe boğuluyor. Boğazına bir şey kaçmış gibi kızararak öksürüyor. Elif bir şey içiriyor. Hiç bir şey olmamış gibi gülüşüyorlar sonra. Çocuk mutlu. Ama diğerlerinde hüzünle karışık bir umarsızlık seziyor. Ruhlarından akıp her şeyi yutabilecek kadar büyük bir sessizlik çöreklenmiş üzerilerine. Kızların yüzleri tabaktan kalkmıyor. Kayra, onların gözlerindeki hüzün ve çaresizliği, bu zavallı eve, hiçbir özelliği olmayan patates yemeğine yoruyor ve hak veriyor. “Böyle bir hayatta kim mutsuz olmaz ki,” diyor kendi kendine.  

“Bu odada nasıl uyuyorsunuz? Yan yana hep beraber mi?”

“Evet, çok da eğleniyoruz. Hikâyeler anlatıyoruz birbirimize.”  

Çocuk neden hep gülümseyerek bakıyor? Bir odada yan yana uyudukları için mi, hep beraber? Gece çok karanlık ve sessiz olduğunda ve tuhaf sesler duymaya başladığında yorgan yerine annesine sarılsa… Belki de, evet. Kayra hiç bilmiyor bu duyguyu. Bir tabak yemek, birkaç minder ve bolca gülüşmek sadece bunlar var bu evde.

“Haydi, herkes dersine!” diyor Elif, sesindeki tını bir öğretmen edasında ama sevimli. Kayra da açıyor kitabını. Güzel bir saklanma yeri oluyor kitap.  Arada etrafı izleyebiliyor, çoğunlukla Elif’i ve oğlunu. Oğlunu sevişi, dokunuşu kafasında durmadan resimliyor, masal kahramanı yapıyor onları. Ve saatler boyu renk renk boyuyor kendinin isyan boyalarına. Evi aydınlatan tek pencere, apartmanın derme çatma bahçesine bakıyor. Olanca yağmurun ardından bir ışık vuruyor.  Evin karanlığı kalkıyor.

Akşam oluyor. Kapıdan çıkmadan önce şöyle bir dönüp bakıyor. O izbe oda sıcacık,  kocaman bir eve dönüşmüş. Minderlerle rengârenk, sevimli bir masal evi olan bu minyatür yuvayı, Elif’i, güleç çocuğu, masum kızları, güven veren babayı aklının bir yerine sığdırıp kendi evine çıkıyor.

Sonraki günlerde gözleri hep Elif’i aramakla geçiyor. Elif ilk gördüğündeki gibi adeta hayalet oluyor. Çöpleri başka birisi alıyor. Ona Elif’i soruyor.

 Annesinin kızıl kahve saçlarına değen ufaklığın iri gözleri çıkıp geliyor gözünün önüne. “Nasıl olur? Nasıl  olur?” diye sayıklıyor. Elif' i görmek istiyor. Ellerindeki boşluğu doldurmak, ona  bir kere sımsıkı sarılmak, oğulluk yapmak istiyor. Patates yemeğini, gülüşmelerini, ufaklığın yorgun ama mutlu yüzünü düşünüyor. O zavallı hasta çocuğun o gece son gecesi olduğunu. Bir kor düşüyor kalbine.  

Birden pişmanlıkla, koca bir adam gibi haykırıyor: “Ona gülümseseydim! Konuşsaydım onunla! Ah! İçinde tek et olan o patates yemeği. Keşke onu yemeseydim…”

 

 

 

23 Ağustos 2022 Salı

Yemek: Enfes Kaşarlı Patlıcan Oturtma Tarifim

 


Özlem'in Enfes Fırında Kaşarlı Patlıcan Oturtma  Yemeği

Malzemeler

5 adet orta boy patlıcan

1 büyük kuru soğan

Yarım kilo kıyma

1çay bardağı zeytinyağı

5 diş sarımsak

3-4 adet yeşilbiber

1 adet kapya biber ( kırmızıbiber)

3 büyük domates

1 çorba kaşığı domates salçası

1 tatlı kaşığı biber salçası

1 tatlı kaşığı tuz

1 çay kaşığı kekik

½ çay kaşığı kimyon

½ çay kaşığı karabiber

1 kibrit kutusu kadar tam yağlı kaşar

1 adet fırın tepsisi

1 adet 5 cm derinliğinde borcam kabı

 

1-     Patlıcanların Hazırlanması

Patlıcanlar ince damar halinde soyulur. Yuvarlak veya yarım ay şeklinde doğranır.

Tuzlanmış soğuk suda 10 - 15 dk. Kadar bekletilerek patlıcanların acılığı giderilir.

Sudan alınarak temiz suda yıkanır. Patlıcanlar avuç içinde suyu sıkılır.

Fırın tepsisine yağlı kâğıt serilir. Patlıcanlar üzerine dizilir. Üzerine hafif zeytinyağı gezdirilir.

200 derece ısıtılmış fırında 25dk pişirilir.

2-     Kıyma içinin Hazırlanması

Kuru soğan yemeklik olarak doğranır. Hafif kızgın zeytinyağında pembeleşene kadar kavrulur.

İnce doğranmış yeşilbiber ve tercih edilmiş ise ince doğranmış kırmızıbiber ( kapya biber) eklenir.

Biberler hafif ölene kadar kızgın yağda soğan ile beraber kavrulur.

Sarımsak eklenir.

Kıyma konur ve eşit dağılması için karıştırılır.

Bu esnada tuz karabiber, kekik ve kimyon eklenir.

Domates salçası, biber salçası ve rendelenmiş domates eklenir. Ağzı kapatılır.

Domatesler yeterince sulandırmadıysa 1 çay bardağı kaynar su ilave edilir.

15 dakika pişirilir.

3-     Malzemeleri Birleştirme

Patlıcanlar fırından alınır.

Bir borcam veya 5 cm yükseklikte fırın tepsisine dizilir. ( eğer patlıcanları pişirdiğiniz tepsi istenen ebatta ise aynı tepsiyi kullanabilirsiniz.)

Patlıcanların yarısı bir kenara alınır.

Tepsinin üzerinde kalan patlıcanlara, pişirilmiş kıyma sosunun yarısı eşit şekilde dağıtılır.

Üzerine ayırdığınız patlıcanlar dizilir.

Kalan kıyma sosu en üste eşit şekilde dağıtılır.

İnce dilimlenmiş kabukları alınmış domatesi, ortadan ikiye kesilmiş yeşilbiberleri üzerine dekoratif olarak yayılır.

En üste rendelenmiş kaşar peyniri istediğiniz şekilde yayılır.

180 derecede kaşarlar eriyene kadar pişirilir.

Fırından alınan kaşarlı patlıcan oturtmayı ister dilimli şekilde ister büyük kaşık yardımıyla tabaklara servis edilir.

Yanına arpa şehriyeli tereyağlı pirinç pilavı ile servis edilir.

Yanına tercihen cacık konabilir.

Bu sağlıklı hafif ve bir o kadar da nefis yemeğin tadını çıkarın. Afiyet olsun.