PATATES
YEMEĞİ
Annesinin gelmesine saatler var. Kayra
apartmanın koridorunda yere çömelip okul çantasını boca ediyor. “Anahtarı
kaybettim. Ne yapacağım şimdi?” Yere çökünce, koridorun ışığı kendinden
sönüyor. Eve girecek olmanın verdiği güven duygusu karanlığın içinde
kayboluyor. Apartmanın emektar kapıcısı Elif görüyor onu. Yüzünün yarısı
aydınlık diğer yarısı silik, sanki hayalete dönen çocuğun beyaz yüzündeki
çaresizliği fark ediyor Elif. Damarlı ellerinde, korkusu kadar kara bir poşet
tutan iri kadının ona baktığını hissediyor Kayra. Koridor duvarından yapılmış
bedeniyle apartmandan bir parça kalıp gibi duran kadının, yalnızca elleri
yaşıyor adeta. Tuttuğu poşetin, kulaklarını acıtan hışırtısı apartmanda çığlık
gibi yankılanıyor ve en sonunda korkuyla Kayra bağırıyor. 'Git buradan,
git!'
“Korkma. Beni tanımadın mı?” Güneşli bir sabaha perde açar gibi koridorun
ışığı yanıveriyor o anda. “Sokakta mı kaldın?”
Kayra onun sesini daha önce duymadığının farkına varıyor ve yüzünü bu kadar
yakından görmediğinin. Yüzünün aksine, hafif esen yaz rüzgârı gibi ılık
sesi, Elif' in apartmandaki var oluşu, Kayra için önemsiz bir
ayrıntı iken birden anlamlı hâle getiriyor.
“Kapı önünde beklenir mi? Bizim eve in. Orada beklersin.”
Gök gürültüsü kafasındaki uğultulara karışınca; “Yağmur olmasa sokakta
beklerim de…”
“Akşama kadar sokakta mı bekleyecektin?” Kayra utanarak giriyor eve.
İzbe, rutubet kokan, iç karartıcı bir odaya kapıcı
dairesi adını vermişler diyor içinden. “Annem gelir gelmez ben evime giderim.”
“Tamam, gidersin. Yatacak değilsin burada.”
Kapının ağzında bir mutfak tezgâhı, arada dar bir tuvalet kapısı. Odanın
bir duvarında büyükçe bir pencere, önünde geniş bir sedirden başka bir şey yok.
Sedirin kapıya yakın ucuna yaslanıyor. Diğer ucunda hayatında hiç görmediği
kadar küçük bir oğlan uyuyor. Bembeyaz ayakları var. Öyle beyaz ki neredeyse
mermer kadar düz ve morarmış. Sokakta oynayacak kadar büyük, sedirin
üstünde kaybolacak kadar küçük. Daha önce görse ilgilenmezdi.
Kocaman gözleri çocuğun yüzünü hatta eğrik bedenini kaplıyor. Çocuk
uyanıyor. Ev, kahverengi, sulu gözlerin etrafında birden
hareketleniyor. Uyandığını hissetmiş gibi hemen ardından Elif giriyor
içeri. Soğuk havaya rağmen kan ter içinde. Alt tarafı kapılardaki çöpleri çöp
bidonuna atmıyor muydu? diye geçiriyor Kayra içinden. Elif ufaklığın elini
yüzünü okşarken, güleç bir telaşla. "Ateşi düşmüş!" diyor.
Çocuk, annesini görene dek dilsiz ve hastayken bülbül gibi şakımaya
başlıyor.
“Sen kimsin?”
Kayra kendisinin görünür olduğunu fark ediyor o anda. Oysa bir romanı
okuyor gibi etrafı izlemeye devam etmek istiyor. Konuşursa sayfaların içine
girip romanın akışını bozacakmış gibi geliyor ona. Konuşmak istemiyor.
“Yedinci katta oturuyor Kayra, bir süre misafirimiz olacak” diyor Elif.
Çocuk büyük gözleriyle uzun uzun Kayra'yı izliyor: “Korkuyor musun? Korkma
hastalığım bulaşıcı değil, yaklaşabilirsin.”
Kayra korkak olmadığını göstermek için biraz daha yaklaşıyor. Elif
soluk renklerle bezeli, kalın bir örtü seriyor yere. Üzerine süpürge
saplarıyla örülmüş bir tabure koyuyor. Duvara dayandırılmış büyükçe tepsiyi
taburenin üstüne yerleştiriyor. Resim yapar gibi çiziyor örtünün üzerini. Kayra,
kadının ne yaptığını düşünürken, kaşık ve tabak konulunca bunun yemek masası
olduğunu ancak anlayabiliyor. Sonra Elif kendi kendine söylenir gibi bir şeyler
mırıldanıyor. O kadar sessiz ki, ama Kayra duyuyor.
“Öyle rahat mısın? Biraz daha yaklaşsana şöyle, açsın değil mi?”
“Yok. Ben yemem.”
Elif gülümsüyor. Kayra, toparlak yüzde gizli kalmış, birden su yüzüne
çıkıveren nilüfer gibi açılan gülüşü gördüğü an, o bir kaç saniye, içine ılık
bir şey akıyor. Bedenini saran sevginin varlığı Kayra’yı nedenini bilmediği ve
tanımlayamadığı bir korkuya, daha çok, nasıl davranacağını bilmemenin paniğine
zerk ediyor. Başının yarısını örten yazması saçından yavaşça yere akıyor. O
keşmekeş ev birden değişiyor. Sedirin soluk rengi, ağır rutubet kokusu, odanın
üstüne üstüne gelen küçüklüğü, hepsi kayboluyor. Gür, kızıla çalan uzun
saçlarından her yere ferah bir elma kokusu yayılıyor. Elif o andan sonra
Kayra’nın şaşkın bakışlarında, kapıcıyken bir anneye, anne iken bir kadına
dönüşüyor.
Üzerindeki solgun iş tulumu ıslanmış, eli yüzü kireçle boyanmış Adem eve
girdiğinde, Elif yüzündeki çizgilere gizlediği hüznü bir gülümsemeyle
kapatıyor. Adem gelince Elif’in olgun ve anaç hâli, yerini çocuksu bir
coşkunluğa bırakıveriyor. Evin tanımsız boşlukları tamamlanıyor.
“Çocuk ne kadar da babasına benziyor,” diye çıkıveriyor ağzından laflar.
Onu da babasına benzettiklerini söylüyorlar ama Kayra bunu her duyduğunda biraz
daha yabancılaşmış ve benzerlik hissinden uzaklaşmış hissediyor kendisini. Bu
konuşmayı sevmediğini fark ediyor ve konuyu onun açtığını.
Tozlu siyah okul önlükleriyle iki kız giriyor eve. Cılız mı cılız ikisi de
ve birbirinin aynı; büyük ağızları, sivri yüzlerini kaplayan gülüşleri
bile. Tepsinin çevresine oturuyor herkes. Kenarı kararmış bir yemek
tenceresi, iki somun ekmek ve sayıyla dağıtılmış yemek tabaklarında patates
yemeği var. Salçalı suyun içinde birkaç patates parçası. Tüten duman odayı
ısıtıyor. Kayra da oturuyor. Nazlanmıyor. Annesinin zorla yedirmeye
çalıştığı rengârenk yemekler geliyor aklına.
“Bu tabak misafirimizin olsun. Her zaman gelmiyor Kayra. Öyle değil mi?” Tabak
diğerlerinden farklı. Elif içinde et olan dolu tabağı Kayra'nın önüne
koyuyor.
Yemeğe başlıyorlar. Baba çocukla şakalaşıyor. Çatlak, kararmış elleriyle
değerli bir vazoyu hassasiyetle tutuyorcasına nazik davranıyor. Adeta elinden
kayıp gidiverecek gibi tedirgin. Oğlan birden öksürüğe boğuluyor.
Boğazına bir şey kaçmış gibi kızararak öksürüyor. Elif bir şey içiriyor. Hiç
bir şey olmamış gibi gülüşüyorlar sonra. Çocuk mutlu. Ama diğerlerinde hüzünle
karışık bir umarsızlık seziyor. Ruhlarından akıp her şeyi yutabilecek kadar
büyük bir sessizlik çöreklenmiş üzerilerine. Kızların yüzleri tabaktan
kalkmıyor. Kayra, onların gözlerindeki hüzün ve çaresizliği, bu zavallı eve,
hiçbir özelliği olmayan patates yemeğine yoruyor ve hak veriyor. “Böyle bir
hayatta kim mutsuz olmaz ki,” diyor kendi kendine.
“Bu odada nasıl uyuyorsunuz? Yan yana hep beraber mi?”
“Evet, çok da eğleniyoruz. Hikâyeler anlatıyoruz birbirimize.”
Çocuk neden hep gülümseyerek bakıyor? Bir odada yan yana uyudukları için
mi, hep beraber? Gece çok karanlık ve sessiz olduğunda ve tuhaf sesler duymaya
başladığında yorgan yerine annesine sarılsa… Belki de, evet. Kayra hiç bilmiyor
bu duyguyu. Bir tabak yemek, birkaç minder ve bolca gülüşmek sadece bunlar var
bu evde.
“Haydi, herkes dersine!” diyor Elif, sesindeki tını bir öğretmen edasında
ama sevimli. Kayra da açıyor kitabını. Güzel bir saklanma yeri oluyor kitap.
Arada etrafı izleyebiliyor, çoğunlukla Elif’i ve oğlunu. Oğlunu sevişi,
dokunuşu kafasında durmadan resimliyor, masal kahramanı yapıyor onları. Ve
saatler boyu renk renk boyuyor kendinin isyan boyalarına. Evi aydınlatan
tek pencere, apartmanın derme çatma bahçesine bakıyor. Olanca yağmurun ardından
bir ışık vuruyor. Evin karanlığı kalkıyor.
Akşam oluyor. Kapıdan çıkmadan önce şöyle bir dönüp bakıyor. O izbe
oda sıcacık, kocaman bir eve dönüşmüş. Minderlerle rengârenk,
sevimli bir masal evi olan bu minyatür yuvayı, Elif’i, güleç çocuğu, masum
kızları, güven veren babayı aklının bir yerine sığdırıp kendi evine çıkıyor.
Sonraki günlerde gözleri hep Elif’i aramakla geçiyor. Elif ilk gördüğündeki
gibi adeta hayalet oluyor. Çöpleri başka birisi alıyor. Ona Elif’i soruyor.
Annesinin kızıl kahve saçlarına değen ufaklığın iri gözleri çıkıp
geliyor gözünün önüne. “Nasıl olur? Nasıl olur?” diye sayıklıyor. Elif' i
görmek istiyor. Ellerindeki boşluğu doldurmak, ona bir kere sımsıkı
sarılmak, oğulluk yapmak istiyor. Patates yemeğini, gülüşmelerini, ufaklığın
yorgun ama mutlu yüzünü düşünüyor. O zavallı hasta çocuğun o gece son gecesi olduğunu.
Bir kor düşüyor kalbine.
Birden pişmanlıkla, koca bir adam gibi haykırıyor: “Ona gülümseseydim!
Konuşsaydım onunla! Ah! İçinde tek et olan o patates yemeği. Keşke onu
yemeseydim…”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder