Çöl kadar sıcak bu akşam.
Bunalıyorum. Uzuvlarım hareketsiz kalmayı seçiyor ama beynim durmak bilmiyor. On beş aydır işsizim. Bıçak kemiğe dayandı. Onu böyle yapsam, bunu şöyle. Doldur boşalt, ye, iç, uyu. İstemsiz aldığım nefes olmasa ev mezar ben ölü. Telefonun fişi çekili. Bizimkiler merak eder diye arada takıyorum fişi. Aralıklarla üç iki bir kere çalarsa bizimkiler olduğunu anlıyor açıyorum o zaman.
İşsizliğimin
sekizinci ayında ölü kokmaya başladı ev. Ben verdim bu ismi, ölü kokusu; ağır, nemli,
yoğun ve katıksız bir koku. Yüzeyi ne kadar silersem sileyim çıkmıyor koku.
Akşam olup hava kararana
kadar beklerim genelde. Sonra eve dağılmış beyin parçalarımı toplarım. Neyse ki
Kavaklıdere var. Yaydığım parçaları beynime takmama yardımcı oluyor. Zamanında
Yakut’ları yığmıştım dolabın en serin tarafına.
Daldım biraz.
Birden uyandım. Başımın
etrafında ve ayaklarımda minik hayaletler toplanmış. Beni çekiştiriyorlar. Sağa
sola. Yatağı yumrukluyorlar. Bağırıyorlar.
“Kalk kız kalk!”
Minik oldukları kadar sesleri
de ince ve tiz. Nasıl bir rüya bu! Uğultular geliyor biteviye ve gerçek. Tavanda
makrome bir avizem var, ufacık bir rüzgârda sallanır. Çılgınca dans ediyor
sanki. Bu rüzgârı ağustos sıcağı bulmuş mu da, bana gelecek?
Yıldızlar odamda. Bir
karşı duvarımda bir yan duvarımda. Gökyüzüne dönmek istiyor ama gidemiyorlar.
Korkmalı mıyım, emin olamıyorum. Uyuşukluğum öyle hat safhada ki hayaletler de
korkutmuyor beni.
Birden hepsi bitti. Her
şey durdu. Dış kapının tokmağı güçlü bir şekilde vurulunca gittiğim tuhaf
dünyadan çıkıyorum.
“Evden çık çabuk. Evi
terk et! Çabuk!”
Bağrışmalar, çocuk ağlamaları, telaşlı ayak
sesleri geliyor dışarıdan. Pencereden bakıyorum. Mis gibi bir hava. Gökyüzü
berrak. Yıldızlar adeta yere inmiş. Hiç bu kadar berrak ve güzel olmamışlardı.
Apartmanın koridorundaki sesler de kesildi. Etrafta ne bir araba sesi ne de
başka bir şey. Az önce ne oldu?
Kimsiniz diye sesleniyorum.
“Kızım çık evde kalma.”
Bizim en üst katta
oturan Neriman teyzenin sesi.
“Ne oldu ki. Saat kaç?”
“Deprem! Deprem
oldu. Hadi oyalanma sen.”
Evde kalıp ölmeye devam etmek
geçiyor içimden.
“Deprem mi?”
Işık düğmesine
basıyorum. Elektrikler kesilmiş. Telefon çalışmıyor. Dışarısı gergin. Kapımı yumrukluyor
birisi.
“Çıkın evden.” Diye bağırıyor.
Çıksam ne olacak. Ben
sokağa ait değilim sanki. Gitmek istemiyorum evden.
Gün aydınlanıyor. Sokaklara
dökülen insanlar evlerine giriyor. Her girenin ardından diğerleri de cesaretleniyor.
Televizyonu açıyorum.
Yolun ortasında bir gazeteci. Sesi titriyor. Yardım diye bağırıyor insanlar. Haber
sunucusu yardım çağrısı yapıyor. Bakakalıyorum. Elim ayağım buz kesiyor.
Kulağımda o uğultu kalmış, şimdi fark ediyorum. Banyoya koşup yüzümü yıkıyorum.
Boğazımda bir düğüm var. Telefon çalıyor.
“Hemen gel...” Annemin
endişesi tüm vücudumu kendine getiriyor. Telefonu kapatıyorum.
Arka odaya giriyorum.
Dolap açılmış ve yüklükteki her şey yere dökülmüş. Sırt çantamı ve uyku tulumumu
yerden alıyorum. Saat sabahın altı otuzu. Artık bir amacım var.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder