BAĞIL
Yastığın üzerinde bir
şey görüyorum. Karanlıkta parlıyor. Olacak şey değil, bu beynim! Beni
seyrediyor. Bu da oldu sonunda! Ne oldu? Böyle olmayı beklemiyordun?
Gecenin bu
tekinsizliğinde ortaya çıkan sağlam bir kuruntu. Minicik bir kafa yüzünden
delirdim diyemiyorum konuşan beynime. Kalbimle beynim arasındaki savaşı kim
kazanacak? Tanrı’nın yarattığı kusursuz ovalliğine hayranım, aşkımdan
deliriyorum, bu yüzden desem beynim anlamaz bunu. Ona somut gerekçeler sunmam
gerekiyor. O minicik kafa, her milimetresiyle göğsüme öyle bir basıyor ki nefes
alamıyorum.
Kalksam, saatin pilini
çıkarsam… Kıpırdayamıyorum. Ya uyanırsa! Kendine has bir ritimle ileri geri
sallanıyor uykusunda. Aynı devinimle biniyorum ben de onun rüyasındaki
salıncağa. Sabaha kadar deliksiz uyusak! ‘Yarına ait heyecan verici
planlarım altüst olursa! O zaman nefret ederim kendimden. Çocuğumdan neden
edeyim?’
Etrafımı kemirgenler
sarıyor. Bağıra çağıra ağlamak geliyor içimden. Onu da başaramıyorum, gücüm
yok. Yorgunluktan ölüyorum. Bir tik tak, iki tik tak. Çaresizliğimin tiktak
sesleri sonsuza dek sürecekmiş gibi. Üç, dört…
Saatler geçiyor.
Uyuştum. Küçücük yatakta vücudum kıpırdayamıyor, kalıptaki jöle gibi
ruhum debeleniyor. Bedenden kurtulmaya çalışan bir hayalet adeta. Kalın bir iple
bu küçük insana bağlıyım, bedenim de ruhum da. İp düşüncelerime dolanıyor. Bir
yılan içimde gezinip düşüncelerimi zehirliyor O sırada ak boğumuna elim
değiyor, yumuşaklığını duyumsuyorum. İpim gevşiyor. Gizil bir keyif duyuyorum.
Unutuyorum her şeyi. Birden, onun bir parçası olduğuma, ona ait bir çeşit uzuv
olduğuma inanıyorum. Uyuyorum.
Uykusuz gecelerden biri
daha bitti. Sabahı haliyle buğulu. Günümün bu sersemlikle mahvolmasını
istemiyorum. Önümde özgürce geçireceğim saatler var, toparlanmalıyım. Çocuksuz
nasıl geçiriyordum günleri? Anımsamıyorum.
***
Artem içeri şöyle bir
bakıp oyuna dalıveriyor. Şaşırıyorum, seviniyorum da. Arkama bakmadan okuldan
çıkıp sokağı dönüyorum. Hızla film afişlerine göz atıyorum. Sinemalar animasyon
filmlerle dolup taşmış anlaşılan. Wes Anderson tarzı bir film olsaydı belki o
zaman izlerdim. Moonrise Kingdom, Büyük Budapeşte Oteli. Ancak onlar boşaltır
kafamı. Kitapçıya giriyorum. Önüme masal kitapları çıkıyor. Bir anne çocuğuyla
kitap seçiyor.
“Alıp okudum ben de
oğluma. Sizinki de çok sevecektir...” deyip bilgiç gülüşüme inanamıyorum.
Dediğime pişmanım.
Uzaklaşmak istiyorum. Yetişkin kitaplarına yöneliyorum hemen. Çocuğunuzla
Konuşma Sanatı, Beni Ödülle Cezalandırma, Çocuklarla Doğru İletişim. Peki ya
gerçeküstü yazınlar, distopik öyküler, onlar nerede? Neden göremiyorum onları?
Çabucak çıkıyorum kitapçıdan. Vitrinlere bakıyorum. Artem’e kışlık mont
almalıyım. Bu güzelmiş...
‘Yeter! Bırak artık
beni. Çık git aklımdan!’
Kızlarla buluşacağımız
restorana giriyorum. Hepsi alnımda bir şey yazıyor gibi bana bakıyor.
“Sitges film
festivalini en çok da sen istiyordun. Nasıl geleceksin ama baksana?”
“Çocukla zor…”
“Senin biletini iptal
edelim istersen.”
“Olur.”
Üçü de üstüme çullandı
sanki. Yıllardır hayalini kurduğum seyahati silip atıverdim. Gitmek için yanıp
tutuşuyorum oysa. Daha fazla açıklama yapmamı bile beklemiyorlar. Onlar için
bir ölüden farkım yok, bunu şu an anlıyorum. Sanki kendileri hiç doğurmayacak,
anne olmayacak. Üstelik biri anne. Özellikle o, başka biriymişim gibi bakıyor
bana. Ben de ona. Geçmişe, kendime her şeye yabancıyım sanki. Beraber
geçirdiğimiz zamanlar çok gerilerde kalmış, yeni bir diyara gelmişim ben. Bu
diyarda küçük insanlar var, her şey minimal. Sessizlik ve düzen hâkim bu
diyarda. Huzurlu olmak için kendini bırakmaman gereken bir dünya. Özgürlüğünü
bıraktığında huzuru bulabileceğin bir gezegen. Öyle katı bir düzen ki bağıl
olduğum şeyden koparmıyor.
“Akşam bir serginin
kokteyline gideceğiz. Tuvalet giyme zorunluluğu var. Sonra yemeğe
geçeriz. Sana da gel diyeceğiz ama…”
Kokteyl elbisesi
mememden şırıl şırıl akan sütle ne de güzel olur ya! Yanıtım sadece ‘Bensiz
uyuyamaz,’ oluyor. Uzun, ojeli tırnakları var, gözümü alıyorlar. Kendi
tırnaklarıma bakıyorum. Pütürlü. Poposundaki çizikleri ben
yapıyorum. Hemen kesmeliyim.
“Of kızım. Sen de o
kadınlar gibi olmuşsun kucağında bebekle kalakalmışsın!”
“Hayır, ne ilgisi var!
Her istediğimi yapabilirim ben. Sonuçta yanınızdayım işte...”
İçim başka dışım başka
söylüyor. Gerçekten böyle mi kalacağım, o saçını süpürge eden hayatını hiçe
sayan kadınlara mı dönüştüm? Yıllardır tanıdığım, içtiğimizin ayrı
gitmediği arkadaşlarımı izlemeye koyuldum. Sanki kulakları ve gözleri her şeye
kapalı yalnızca ağızları açık. Gerçekten beni gördüklerini sanmıyorum.
Konuştukları şeyler çok anlamsız, boş hatta saçma geliyor. Onlardan
uzaklaştığımın, bambaşka bir hayat yaşadığımın farkına varıyorum. Bir eksiklik
de duyumsuyorum aynı anda. Bir yarım benimle değilmiş gibi. Aklım başka
bir yerde, başka bir dili konuşuyorum adeta. İstediğim bu değildi. Duramıyorum
yanlarında ve hızla uzaklaşıyorum.
***
Kendimi okulun
sokağında buluyorum. Ne zaman buraya geldim farkında değilim. Ayaklarım
getiriyor beni. Artem’in çıkmasına saatler var. Oyalanmak için bir şeyler
karalıyorum, yazdıklarımı okuyorum. Baştan sona o. Hayatımı nasıl
kapladığına şaşırıyorum. Sonra birden aklıma köyde kaybolan o kız çocuğu
geliyor. Hemen başka bir şeyler düşünmeye çalışıyorum. Politika, ekonomi…
Çocuğum kötü bir geleceğe büyüyor. Karanlık kaplıyor içimi yine. Olmuyor, ne
yapsam olmuyor! Arabanın sağ güneşliğinde takılı çocuk aynasına bakıyorum.
Aniden dehşetle paniğe kapılıyorum. Artem’i görmem gerek!
Yüzüme vuran güneş kadar
sıcak ve gerçek bir telaş başlıyor içimde. Ya beni ararsa, bıraktığımı sanırsa,
ağlarsa!
Soluğu kreş müdürünün
yanında alıyorum. Makul bir profesyonellikle yanımda duruyor. “İyi mi diye
merak ettim de, bir görsem” diyorum isterik bir gülümseme var yüzümde,
yayılıyor bedenime. Hareketlerime anlam veremediği halinden
belli. Ne olmuş görmek istediysem! Benim oğlum o!
Kokusunu duyuyorum
görmeden önce. Mutluluk duyuyorum o anda ve bitecek endişesi hemen ardından
başlıyor. Beş altı çocuk birlikte oynuyorlar. Sonsuza dek o boyda o
cesarette kalacaklar gibi kaygısız ve korkusuzlar.
Çocuklar arkalarında
yankılar bırakarak uzaklaşıyorlar. Huşu içine sürüklendiğim yankı da kesiliyor.
Öğle sıcağında bir üşüme tutuyor beni. Tir tir titriyorum. Handiyse yere çöküp
hıçkırarak ağlayacağım.
Okulun önünde ne
yapacağımı bilmez bir şekilde beklemeye başlıyorum. Bir kadın yaklaşıyor
yanıma. Sınıftaki çocuklardan birinin annesi olduğunu düşünüyorum. Kadında
gizli bir telaş ve tanrısal bir güzellik vaat edercesine coşkun bir tavır var.
Bana “gel”, diyor. İlk anda çekinceli davransam da kabul ediyorum
davetini. Sanki o beni anlar gibi geliyor. Ne de olsa bir anne, diye
geçiriyorum içimden.
Okul binasının arka
bahçesinden geçiyor daha önce fark etmediğim bir kuytuluğa doğru yürüyoruz. Bir
oluğun başında duruyoruz. Peşinden geldiğim kadın kadar gizemli ve rahat
görünen başkaları oturuyor oluğun etrafında. Sıklıkla kafalarını oluğa dayayıp
aşağıya ya da anlayamadığım bir şekilde, içeriye bakıyorlar. Kısa kahkahalar
atıp bebek gibi mırıldıyor sonra oluğa bir daha gözlerini dikiyorlar. Bir ara
kadınların bellerinden aşağıya bağlı ipleri görüyorum. Bellerinden aşağısı
tutmuyor gibi. İpin ağırlığından olduğunu düşünüyorum. Ama umurlarında
değil. Öyle sıradan ve olağan geliyor ki...
Beni buraya getiren
kadın, görevini sonlandırmanın hevesiyle neşeye bürünerek, cüretkârca oluğu
gösterip, “haydi bak”, diyor.
Artem işte orada. Kendi
ipimi yolluyorum aşağıya. Tüm bedenimi yakarak içime akan bir hasretle oğlumu
izliyorum. Oluğun boru şekli sesini net, görüntüsünü yanımdaymış gibi
gösteriyor. Keyifli görünüyor, sakin ve mutlu. İşte o an bir şey daha
anlıyorum. İpi annemde de gördüğümü ayrımsıyorum birden. Onun bana nasıl
bağıl olduğunu ve bunu fark edemeyecek kadar ondan uzak olduğumu.
“Göğsüme yastık
koyuyorum yatarken,” diyor birisi ve devam ediyor, “artık ağrımıyor.”
“Anne, anneliği kendi
kendine yaşar” diyor öteki. “Çocuğun nasıl olduğuyla ilgisi yok.” diyor diğeri.
Arkadaşlarımda
bulamadığım yakınlığı bu yabancı insanlarda görüyorum. Konuşacak ne çok
şey var...
Güneş batıyor. Beni
huzura boğan tatlı bir mor renge büründü gökyüzü. Diğer kadınlar da görüyor. “Hava
ne güzel oldu” diyor hepsi. Sadece bizim hissettiğimiz bir huzur. İplerini
usulca ve gizli bir sevinçle topluyorlar. Bugünlük vedalaşıyoruz. Yarın yine
tam burada olacağımı anlıyorlar.
Ben, son kez oluğa
eğilip bakıyorum. Artem oyuncak atın üstünde özgürce oynuyor. Olmayı istediğim,
olduğumu hayâl ettiğim ama olamadığım kadar özgür. Bense, sadece annelerin
gördüğü ve ölene dek taşıyacağım o iple ona bağıl durumdayım. Bugün iyice
anlıyorum.
***
Yatağa uzanıyorum.
Gecenin beni kışkırtan, içimdekileri uyandıran o gizemine giriyorum yine. Yastığın
üzerine koydum yine beynimi, karanlıkta parlıyor. Bir yılan gibi ipime
dolanıyorum. Uzun bir gece beni bekliyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder