15 Ekim 2022 Cumartesi

Anne Öyküsü: Bağıl


BAĞIL

Yastığın üzerinde bir şey görüyorum. Karanlıkta parlıyor. Olacak şey değil, bu beynim! Beni seyrediyor. Bu da oldu sonunda! Ne oldu? Böyle olmayı beklemiyordun?

Gecenin bu tekinsizliğinde ortaya çıkan sağlam bir kuruntu. Minicik bir kafa yüzünden delirdim diyemiyorum konuşan beynime. Kalbimle beynim arasındaki savaşı kim kazanacak? Tanrı’nın yarattığı kusursuz ovalliğine hayranım, aşkımdan deliriyorum, bu yüzden desem beynim anlamaz bunu. Ona somut gerekçeler sunmam gerekiyor. O minicik kafa, her milimetresiyle göğsüme öyle bir basıyor ki nefes alamıyorum.

Kalksam, saatin pilini çıkarsam… Kıpırdayamıyorum. Ya uyanırsa! Kendine has bir ritimle ileri geri sallanıyor uykusunda. Aynı devinimle biniyorum ben de onun rüyasındaki salıncağa. Sabaha kadar deliksiz uyusak! ‘Yarına ait heyecan verici planlarım altüst olursa! O zaman nefret ederim kendimden. Çocuğumdan neden edeyim?’

Etrafımı kemirgenler sarıyor. Bağıra çağıra ağlamak geliyor içimden. Onu da başaramıyorum, gücüm yok. Yorgunluktan ölüyorum. Bir tik tak, iki tik tak. Çaresizliğimin tiktak sesleri sonsuza dek sürecekmiş gibi. Üç, dört…

Saatler geçiyor. Uyuştum. Küçücük yatakta vücudum kıpırdayamıyor,  kalıptaki jöle gibi ruhum debeleniyor. Bedenden kurtulmaya çalışan bir hayalet adeta. Kalın bir iple bu küçük insana bağlıyım, bedenim de ruhum da. İp düşüncelerime dolanıyor. Bir yılan içimde gezinip düşüncelerimi zehirliyor O sırada ak boğumuna elim değiyor, yumuşaklığını duyumsuyorum. İpim gevşiyor. Gizil bir keyif duyuyorum. Unutuyorum her şeyi. Birden, onun bir parçası olduğuma, ona ait bir çeşit uzuv olduğuma inanıyorum. Uyuyorum.

Uykusuz gecelerden biri daha bitti. Sabahı haliyle buğulu. Günümün bu sersemlikle mahvolmasını istemiyorum. Önümde özgürce geçireceğim saatler var, toparlanmalıyım. Çocuksuz nasıl geçiriyordum günleri? Anımsamıyorum.

                                               

***

 

Artem içeri şöyle bir bakıp oyuna dalıveriyor. Şaşırıyorum, seviniyorum da. Arkama bakmadan okuldan çıkıp sokağı dönüyorum. Hızla film afişlerine göz atıyorum. Sinemalar animasyon filmlerle dolup taşmış anlaşılan. Wes Anderson tarzı bir film olsaydı belki o zaman izlerdim. Moonrise Kingdom, Büyük Budapeşte Oteli. Ancak onlar boşaltır kafamı. Kitapçıya giriyorum. Önüme masal kitapları çıkıyor. Bir anne çocuğuyla kitap seçiyor.

“Alıp okudum ben de oğluma. Sizinki de çok sevecektir...” deyip bilgiç gülüşüme inanamıyorum.

Dediğime pişmanım. Uzaklaşmak istiyorum. Yetişkin  kitaplarına yöneliyorum hemen. Çocuğunuzla Konuşma Sanatı, Beni Ödülle Cezalandırma, Çocuklarla Doğru İletişim. Peki ya gerçeküstü yazınlar, distopik öyküler, onlar nerede? Neden göremiyorum onları? Çabucak çıkıyorum kitapçıdan. Vitrinlere bakıyorum. Artem’e kışlık mont almalıyım. Bu güzelmiş...

‘Yeter! Bırak artık beni. Çık git aklımdan!’

Kızlarla buluşacağımız restorana giriyorum. Hepsi alnımda bir şey yazıyor gibi bana bakıyor.

 “Sitges film festivalini en çok da sen istiyordun. Nasıl geleceksin ama baksana?”

“Çocukla zor…”

“Senin biletini iptal edelim istersen.”

“Olur.”

Üçü de üstüme çullandı sanki. Yıllardır hayalini kurduğum seyahati silip atıverdim. Gitmek için yanıp tutuşuyorum oysa. Daha fazla açıklama yapmamı bile beklemiyorlar. Onlar için bir ölüden farkım yok, bunu şu an anlıyorum. Sanki kendileri hiç doğurmayacak, anne olmayacak. Üstelik biri anne. Özellikle o, başka biriymişim gibi bakıyor bana. Ben de ona. Geçmişe, kendime her şeye yabancıyım sanki. Beraber geçirdiğimiz zamanlar çok gerilerde kalmış, yeni bir diyara gelmişim ben. Bu diyarda küçük insanlar var, her şey minimal. Sessizlik ve düzen hâkim bu diyarda. Huzurlu olmak için kendini bırakmaman gereken bir dünya. Özgürlüğünü bıraktığında huzuru bulabileceğin bir gezegen. Öyle katı bir düzen ki bağıl olduğum şeyden koparmıyor.

“Akşam bir serginin kokteyline gideceğiz. Tuvalet giyme zorunluluğu var.  Sonra yemeğe geçeriz. Sana da gel diyeceğiz ama…”

Kokteyl elbisesi mememden şırıl şırıl akan sütle ne de güzel olur ya! Yanıtım sadece ‘Bensiz uyuyamaz,’ oluyor. Uzun, ojeli tırnakları var, gözümü alıyorlar. Kendi tırnaklarıma bakıyorum. Pütürlü. Poposundaki çizikleri ben yapıyorum. Hemen kesmeliyim.

“Of kızım. Sen de o kadınlar gibi olmuşsun kucağında bebekle kalakalmışsın!”

“Hayır, ne ilgisi var! Her istediğimi yapabilirim ben. Sonuçta yanınızdayım işte...”  

İçim başka dışım başka söylüyor. Gerçekten böyle mi kalacağım, o saçını süpürge eden hayatını hiçe sayan kadınlara mı dönüştüm? Yıllardır tanıdığım, içtiğimizin ayrı gitmediği arkadaşlarımı izlemeye koyuldum. Sanki kulakları ve gözleri her şeye kapalı yalnızca ağızları açık. Gerçekten beni gördüklerini sanmıyorum. Konuştukları şeyler çok anlamsız, boş hatta saçma geliyor. Onlardan uzaklaştığımın, bambaşka bir hayat yaşadığımın farkına varıyorum. Bir eksiklik de duyumsuyorum aynı anda.  Bir yarım benimle değilmiş gibi. Aklım başka bir yerde, başka bir dili konuşuyorum adeta. İstediğim bu değildi. Duramıyorum yanlarında ve hızla uzaklaşıyorum.

                                         

***

 Kendimi okulun sokağında buluyorum. Ne zaman buraya geldim farkında değilim. Ayaklarım getiriyor beni. Artem’in çıkmasına saatler var. Oyalanmak için bir şeyler karalıyorum, yazdıklarımı  okuyorum. Baştan sona o. Hayatımı nasıl kapladığına şaşırıyorum. Sonra birden aklıma köyde kaybolan o kız çocuğu geliyor. Hemen başka bir şeyler düşünmeye çalışıyorum. Politika, ekonomi… Çocuğum kötü bir geleceğe büyüyor. Karanlık kaplıyor içimi yine. Olmuyor, ne yapsam olmuyor! Arabanın sağ güneşliğinde takılı çocuk aynasına bakıyorum. Aniden dehşetle paniğe kapılıyorum. Artem’i görmem gerek!

Yüzüme vuran güneş kadar sıcak ve gerçek bir telaş başlıyor içimde. Ya beni ararsa, bıraktığımı sanırsa, ağlarsa!

Soluğu kreş müdürünün yanında alıyorum. Makul bir profesyonellikle yanımda duruyor.  “İyi mi diye merak ettim de, bir görsem” diyorum isterik bir gülümseme var yüzümde, yayılıyor bedenime. Hareketlerime anlam veremediği halinden belli. Ne olmuş görmek istediysem! Benim oğlum o! 

Kokusunu duyuyorum görmeden önce. Mutluluk duyuyorum o anda ve bitecek endişesi hemen ardından başlıyor. Beş altı çocuk birlikte oynuyorlar. Sonsuza dek o boyda o cesarette kalacaklar gibi kaygısız ve korkusuzlar.

Çocuklar arkalarında yankılar bırakarak uzaklaşıyorlar. Huşu içine sürüklendiğim yankı da kesiliyor. Öğle sıcağında bir üşüme tutuyor beni. Tir tir titriyorum. Handiyse yere çöküp hıçkırarak ağlayacağım.

Okulun önünde ne yapacağımı bilmez bir şekilde beklemeye başlıyorum. Bir kadın yaklaşıyor yanıma. Sınıftaki çocuklardan birinin annesi olduğunu düşünüyorum. Kadında gizli bir telaş ve tanrısal bir güzellik vaat edercesine coşkun bir tavır var. Bana “gel”, diyor. İlk anda çekinceli davransam da  kabul ediyorum davetini. Sanki o beni anlar gibi geliyor. Ne de olsa bir anne, diye geçiriyorum içimden.

Okul binasının arka bahçesinden geçiyor daha önce fark etmediğim bir kuytuluğa doğru yürüyoruz. Bir oluğun başında duruyoruz. Peşinden geldiğim kadın kadar gizemli ve rahat görünen başkaları oturuyor oluğun etrafında. Sıklıkla kafalarını oluğa dayayıp aşağıya ya da anlayamadığım bir şekilde, içeriye bakıyorlar. Kısa kahkahalar atıp bebek gibi mırıldıyor sonra oluğa bir daha gözlerini dikiyorlar. Bir ara kadınların bellerinden aşağıya bağlı ipleri görüyorum. Bellerinden aşağısı tutmuyor gibi. İpin ağırlığından olduğunu düşünüyorum. Ama umurlarında değil. Öyle sıradan ve olağan geliyor ki...

Beni buraya getiren kadın, görevini sonlandırmanın hevesiyle neşeye bürünerek, cüretkârca oluğu gösterip, “haydi bak”, diyor.

Artem işte orada. Kendi ipimi yolluyorum aşağıya. Tüm bedenimi yakarak içime akan bir hasretle oğlumu izliyorum. Oluğun boru şekli sesini net, görüntüsünü yanımdaymış gibi gösteriyor. Keyifli görünüyor, sakin ve mutlu. İşte o an bir şey daha anlıyorum.  İpi annemde de gördüğümü ayrımsıyorum birden. Onun bana nasıl bağıl olduğunu ve bunu fark edemeyecek kadar ondan uzak olduğumu. 

“Göğsüme yastık koyuyorum yatarken,” diyor birisi ve devam ediyor, “artık ağrımıyor.”

“Anne, anneliği kendi kendine yaşar” diyor öteki. “Çocuğun nasıl olduğuyla ilgisi yok.” diyor diğeri.

Arkadaşlarımda bulamadığım yakınlığı bu yabancı insanlarda görüyorum. Konuşacak ne çok şey var... 

Güneş batıyor. Beni huzura boğan tatlı bir mor renge büründü gökyüzü. Diğer kadınlar da görüyor. “Hava ne güzel oldu” diyor hepsi. Sadece bizim hissettiğimiz bir huzur. İplerini usulca ve gizli bir sevinçle topluyorlar. Bugünlük vedalaşıyoruz. Yarın yine tam burada olacağımı anlıyorlar.

Ben, son kez oluğa eğilip bakıyorum. Artem oyuncak atın üstünde özgürce oynuyor. Olmayı istediğim, olduğumu hayâl ettiğim ama olamadığım kadar özgür. Bense, sadece annelerin gördüğü ve ölene dek taşıyacağım o iple ona bağıl durumdayım. Bugün iyice anlıyorum.

                                        ***

Yatağa uzanıyorum. Gecenin beni kışkırtan, içimdekileri uyandıran o gizemine giriyorum yine. Yastığın üzerine koydum yine beynimi, karanlıkta parlıyor. Bir yılan gibi ipime dolanıyorum. Uzun bir gece beni bekliyor.

 

Hiç yorum yok: