23 Ağustos 2022 Salı

Yemek: Enfes Kaşarlı Patlıcan Oturtma Tarifim

 


Özlem'in Enfes Fırında Kaşarlı Patlıcan Oturtma  Yemeği

Malzemeler

5 adet orta boy patlıcan

1 büyük kuru soğan

Yarım kilo kıyma

1çay bardağı zeytinyağı

5 diş sarımsak

3-4 adet yeşilbiber

1 adet kapya biber ( kırmızıbiber)

3 büyük domates

1 çorba kaşığı domates salçası

1 tatlı kaşığı biber salçası

1 tatlı kaşığı tuz

1 çay kaşığı kekik

½ çay kaşığı kimyon

½ çay kaşığı karabiber

1 kibrit kutusu kadar tam yağlı kaşar

1 adet fırın tepsisi

1 adet 5 cm derinliğinde borcam kabı

 

1-     Patlıcanların Hazırlanması

Patlıcanlar ince damar halinde soyulur. Yuvarlak veya yarım ay şeklinde doğranır.

Tuzlanmış soğuk suda 10 - 15 dk. Kadar bekletilerek patlıcanların acılığı giderilir.

Sudan alınarak temiz suda yıkanır. Patlıcanlar avuç içinde suyu sıkılır.

Fırın tepsisine yağlı kâğıt serilir. Patlıcanlar üzerine dizilir. Üzerine hafif zeytinyağı gezdirilir.

200 derece ısıtılmış fırında 25dk pişirilir.

2-     Kıyma içinin Hazırlanması

Kuru soğan yemeklik olarak doğranır. Hafif kızgın zeytinyağında pembeleşene kadar kavrulur.

İnce doğranmış yeşilbiber ve tercih edilmiş ise ince doğranmış kırmızıbiber ( kapya biber) eklenir.

Biberler hafif ölene kadar kızgın yağda soğan ile beraber kavrulur.

Sarımsak eklenir.

Kıyma konur ve eşit dağılması için karıştırılır.

Bu esnada tuz karabiber, kekik ve kimyon eklenir.

Domates salçası, biber salçası ve rendelenmiş domates eklenir. Ağzı kapatılır.

Domatesler yeterince sulandırmadıysa 1 çay bardağı kaynar su ilave edilir.

15 dakika pişirilir.

3-     Malzemeleri Birleştirme

Patlıcanlar fırından alınır.

Bir borcam veya 5 cm yükseklikte fırın tepsisine dizilir. ( eğer patlıcanları pişirdiğiniz tepsi istenen ebatta ise aynı tepsiyi kullanabilirsiniz.)

Patlıcanların yarısı bir kenara alınır.

Tepsinin üzerinde kalan patlıcanlara, pişirilmiş kıyma sosunun yarısı eşit şekilde dağıtılır.

Üzerine ayırdığınız patlıcanlar dizilir.

Kalan kıyma sosu en üste eşit şekilde dağıtılır.

İnce dilimlenmiş kabukları alınmış domatesi, ortadan ikiye kesilmiş yeşilbiberleri üzerine dekoratif olarak yayılır.

En üste rendelenmiş kaşar peyniri istediğiniz şekilde yayılır.

180 derecede kaşarlar eriyene kadar pişirilir.

Fırından alınan kaşarlı patlıcan oturtmayı ister dilimli şekilde ister büyük kaşık yardımıyla tabaklara servis edilir.

Yanına arpa şehriyeli tereyağlı pirinç pilavı ile servis edilir.

Yanına tercihen cacık konabilir.

Bu sağlıklı hafif ve bir o kadar da nefis yemeğin tadını çıkarın. Afiyet olsun.

 

 

 


22 Ağustos 2022 Pazartesi

Öykü: Ele Geçirilen Ev


ELE GEÇİRİLEN EV

Kapıda başladı soyunmaya. Kolundaki saatten kurtuldu önce,  yani zamandan. Zaman, evindeyken tıpkı bir bulut gibi yayılıyor ve gevşiyordu. Saçını sımsıkı tutan tel tokayı, özel dikim bluzu, ipek pantolonu, dantelli sütyeni çıkardı sırasıyla.

Yorgundu ve ihtiyarlamaya hevesliydi Beyhan. Dile kolay kırk yıl. Sanki başkasına ait bir hayatı ona vermişlerdi. Yabancıydı kendine. Gün bittiğine göre artık maskelerini çıkarabilirdi. Altında başka bir yüz daha, onun altında bir tane daha. Otoriter, eğlenceli, iyimser, işkolik, mutlu, güçlü. Her biri için ayrı birer maske. Tepkisiz, donuk, ürkek bir sokak kedisi kadar çıplak gerçek yüzü ortaya çıkana kadar hepsini düşürmeliydi yüzünden. Tek tek, sırasıyla.

Ev…

 Dökülmeye yüz tutmuş, bakımsız ve yalnız bırakılmış duvarlar, vücudu. Her yerde yığılı onlarca anı ve insan kokan eski eşyaları ise ruhu. Ev Beyhan’dı, sonuna kadar yaşayıp ölmeye yemin ettiği yerdi bu ev. Onun mabediydi.

Duvardaki  fotoğraflar…

Yerleri değişmemişti yıllarca. Yunus balıkları ile yüzerken çekilmiş fotoğrafı, lime lime olmuş fakat duvarla öyle bütünleşik ki, fotoğraf oradan koparıldığı anda duvar, yalnızlığını büyük bir yıkıntıyla gösterir. Fotoğrafın dış yüzeyinin zavallı görünümünün aksine, gösterişli yunusun soğuk, parlak, kaygan, dehşet verici görkemli bedeni ve tatlı sevecenliği capcanlıydı. Binlerce kez olduğu gibi Beyhan yine hissetti, parmaklarını üzerinde gezdirirken. Babasıyla en mutlu olduğu an buydu herhalde. Düşünüyordu, yıllarca düşünmüştü, o günden daha mutlu bir anı, küçücük bir gülümseyiş bile anımsamıyordu.

Babası...

 “Dikkatli tut bakalım, ufaklık. Fotoğrafı duvara çivileyelim güzelce. Yunus balıklarıyla ne güzel yüzdük değil mi?”

“Her geçen gün daha çok benziyor sesim. Bu an’ı biteviye duyguların düzeninde, tekrar tekrar yaşıyorum Anımsamak istemiyorum artık!”

Birden elini fotoğraftan çekti;

“Beni neden yanına almadın? Küçücüktüm, neden bıraktın?”

Kitaplıklı odadaki tablo...

Annesinin yaptığı soluk, gerçeküstücülüğün berbat bir kopyası gibi görünen tablo duvarda eğri şekilde asılıydı. Tabloya baktı, tutarsız bir kahkaha attı. İsterik ve tekinsiz bir gülüşle;

“Nefretimi nasıl da çizmişsin. İçindeki nefret, şimdi bana geçti. Bu tabloya bakınca seni değil kendimi görüyor olmak. Bir ayna gibi. Duvara kanlı çivilerle çiviledim ben bu tabloyu. Nefretimin kanı ölü bir böcek gibi yapışık… Doğmamı neden bu kadar istedin ha baba? Beni istemeyen bir kadına bıraktın ve beni terk ettin! Onu değil beni. Ona benzediğim için değil mi? ”

Annesi...

“Sen istedin diye bir çocuk verdim sana. Giderken götür onu da. Bana değil, sana ait bir kız çocuğu…”

Babası arkasına bakmadan çekip gittiğinde, kapıyı tükürükleriyle bulamıştı annesi. Ağdalı, kanlı o sözler kapıda yıllardır duruyordu. Arkada kalan en büyük yıkımdı Beyhan. Aslında terk ettiği Beyhan’dı.

 “Sen de istemedin beni baba! Ne kaldı bana? Hislerim dondu, yüzüme taktığım maskelerle yaşadığım yalnız bir hayat. En kötüsü de ne biliyor musun baba? Benim farkımda olamayacak kadar hasta, anne olamayacak kadar bencil, ruhsuz bir anne...”

Annesi öldüğü gün başladı maske takmaya. Kararmış ölü bedene baktı ve ilk maskesini taktı.

Döşemesi yüzülmüş koltuğa oturdu. Tozlu masadan, Cortazar’ın okunmaktan yorulmuş kitabını çekti. 

Ele Geçirilen Ev…

Öyküyü, ezbere okunan dua, bir ayinin serenadı ya da plakçalarda takılı kalmış şarkı gibi okudu. Sonra, sözcükler ağzından çıkıp kulağını doldurdukça ağlamaklı duran dudakları neşemsi bir yayvanlığa evrildi. Odaya doğru bağırarak, 'Yemekte sana ne yapayım? Babacığım...'

Birden yüzü asıldı, sesi yükseldi; 'Yine mi aynı konu. Bırakamam onu, babam o!  Koca ev, hepimize yetiyor işte.' 

Delinmiş yerlerinden sararmış, babasından gelen mektuplar vardı masanın üstünde. “Mektuplarla kendini affettiremezsin!”

Kitabı fırlattı. Mektuplar yere saçıldı. Korkunç bir şey yapmış gibi ürkerek eğilip topladı. Kalın ucuyla vibratör çıktı ortaya. Birden ev kalabalıklaştı, yüzleri olmayan insanlar etrafına doldu. Kuytusuna aleti ittikçe kalabalık ona daha çok yaklaştı. Ağzına bakıyorlardı. İçine gireceklerdi. Hızlandı.

“Sevilmeye hakkın yok senin.”

 ‘Hiç yakışıyor mu! Hayır hayır…’

 ‘Bir sigara içeceğim’  Aleti çıkardı, attı bir kenara. Kalabalık, onu izlemeye gelenler daha ilginç bir şey göremeyeceklerinden, hızla yok oldu. Balkona çıktı.

“Of anne. Yine bitirmişsin sigaralarımı. Sana kaç kere sigarama dokunma dedim.”

Evin önündeki üç ağacın görkemli duruşlarının gölgesinde, pakette kalan son sigarayı yaktı.

Ve ağaçlar.

Üç ayrı ırktan üç ağaç vardı evin önünde. Beyhan doğmadan çok önce dikilmişlerdi oraya. Kayın, gürgen ve dişbudak. Mabedin gizeminden onları ayırması imkânsızdı. Her şeye şahitti onlar. Ağaçları izleyerek büyük nefeslerle sigarasını çekti, külünü aşağı salladı. Derken bir gürültü duydu. Konuşma gibiydi fakat insan sesine benzemiyordu. Ağaçların dalları evin içine doğru yürüyorlardı. Sonra, yaprakların her birinin üzerinde açılıp kapanan canlı gözler gördü.

“Bu da ne?” Yapraklar, rüzgâr olmadığı halde kuvvetlice hışırdadı, gözler açılıp kapandı. 

“Artık gitsen,” dedi ses.

Ürktü, telaşla içeri girdi. Ne olduğunu anlamaya çalışıyor, balkon kapısının arkasında saklanıyordu. Ses, alaya alırcasına bir gülüşle;

Sen artık gitsene diyorum. Sıkılmadın mı bana bakmaktan? Ben senden çok sıkıldım. Senden, bu evden, içindeki köhnelikten. Arkadaki ağaçlar canlı evlere bakıyor. Bense senin sıkıcı hayatına…”

Bir kayın söyleniyordu bir gürgen, ardından dişbudak. Şaşırdı. Aynı anda meraklandı. Onlar çok eski dostlardı. En sonunda konuşmaya karar vermişlerdi. Tanıyordu onları.

“Nereye gideceğim? Hem size ne! Hayatımı görme hakkını verdim tamam, ama karışma hakkınız yok!”

“İşte kendin dedin. Görüyoruz hayatını. Bomboş geçiyor. Hiçbir şey yok. Karşıdaki limon dedikodunu yapıyor. Maskeli kadın bugün hangi maskesini takmış diye dalga geçiyor. Ev halini merak edip bize soruyorlar. Merak etme söylemeyiz bir şey. Sen babandan yadigârsın bize. Sahi sen neden takıyorsun bu maskeleri? Kendini görmemek için değil mi?”

“ Böyle yaparak annene benziy…”

“Onun gibiyim işte siz de biliyorsunuz.”

“Hayır. Sen annen değilsin. Sana davrandıklarıyla kendini ölçtün hep. O ilgisiz biriydi. Bu yüzden mi kimseyi yanına yaklaştırmıyorsun. -Onun gibi olduğunu düşündüğün için.- Yalnızlığı ve kendine acımayı bu kadar mı sever bir insan? Ağaçlar bile yalnız olmayı sevmez...”

Saatlerce dinledi onları. Güneşin ilk ışığı yeryüzüne sızdıkça yaprakların gözleri bir bir kapandı. Sonra gözler yok oldu. O sabah sıradan bir gün gibi maskesini takıp evden çıktı. Akşam olunca öbür günlerden farklı bir hevesle ve bunun şaşkınlığıyla geldi eve. Yapraklar yine göz göz açıldılar. Gece boyu çocukluğunu, babasını anlattılar ona. Ağaçlar evin yerini almıştı sonunda, hatta onlar daha fazlasıydı. Çünkü canlıydılar, konuşuyor, anlatıyor ve dinliyorlardı. Böyle günler geçiyor, bu olağanüstü olaya tutkuyla bağlanıyordu.

O son akşam soluduğu nefeslerin ağırlığı daha bir çökmüştü eve. Balkona çıktı, ağaçlar yerlerinde yoktu. Birden gitmişlerdi. Üç ağaç, yıllardır orada görkemiyle dururken kesilmişti durduk yere.   “Allah kahretsin. Allah kahretsin… ' diye söylenirken yere çöküp kaldı. Kayın olanı direnmiş olmalıydı. Dalları pencereye çarpıp camı kırmış, içeri birkaç yaprak demedi savrulmuştu.

 “Çığlıklarınızı duyuyorum. Allah kahretsin her şeyi, herkesi…”

Avuçlarının arasına dalı aldı, nefesiyle canlandırmaya çalıştı. Artık çok geçti. Yapraklar kararıyor ve büzüşüyordu. Üç beş  fazladan araba için çoraklaştırılmış toprağın cehennemsi sıcağı yüzüne vuruyordu. Ağaçların olduğu yerde acıtıcı bir boşluk vardı. İçi çok acıyordu. Yere çöktü. Kıpırdamıyor, nefes almıyordu. Adeta ölmüş bir vücuttan bakan donuk gözleriyle ağaçlardan kalan boşluğa saatlerce baktı. Sonra birden, pencerelere duvara vurmaya başladı çıplak elleriyle. Koltuklara, aynaya, tablolara.

“Neden, neden? Neden gidiyorsunuz? Ne var bende…”

 “ Artık dayanamıyorum. Yapamıyorum. Baba yapamıyorum…”

Soğuk bir rüzgâr esiyordu. Bunu ilk kez duyumsadığında alnından akan sıcak ter buz gibi olmuştu. Titriyordu. Yavru kedi gibi ıslak ve ürkek yerde öylece kaldı. O sırada alaca karanlığın içinde cam kırıkları arasında yüzünü görüverdi. Gözleri, aynı yaprakların üzerinde beliren gözlerdi. Uzunca baktı, onundu o gözler...

“Siz haklıydınız, ben kimse değilim. Ben benim.”

Ayağa kalktı. Kurtarabildiği yaprakları hassas bir nezaketle Cortazar kitabının arasına yerleştirdi. Kitabı yıllardır koymadığı rafa kaldırdı. Dağılmış mektupları topladı, kutuya koydu. Yunuslu fotoğrafı eğri yerinden aldı. Dolabın arkasına sakladı.“Ben sen değilim. Senin gibi olmayacağım.”

Akan yaşlarını sildi. Yüzünün hassas yumuşaklığını hissetti. Hâlâ canlıydı ve güzel. O andan itibaren bir şeye geç kalıyor gibi aceleciydi ve üzerine serili toprağı atıp dirilmeye hazırlanan bir ölü gibi soğukkanlı. Çekmeceleri  karıştırmaya başladı. “Çarşaf işimi görür...” 

Çarşafın üzerindeki solgun çiçek deseni ve ağır naftalin ile karışık ıslak bez kokusunu ilk kez duyumsadı. “Nasıl bir koku bu?” diye bağırdı;“Bunca yıl bu kokuyla nasıl yaşadım ben…”

Onda saklı kalmış, ruhunun kuytularında beslediği o büyük yalnızlığı teninden fırlatıp atmaya öyle hazırdı ki; ailesine ve ona yaşattıkları büyük değersizliğe artık tahammülü kalmamıştı. Hemen oracıkta, içi boşalana ve durulana kadar kustu. Adeta bedeniyle birlikte ruhu da boşalmış, temizlenmişti.

Çarşafı aldı, üstüne büyük kırmızı harflerle SATILIK yazdı. Balkona çıktı. Tüm balkon demirlerini kapatacak şekilde çarşafı serdi.

Sabahın ilk ışıklarıyla evden çıkarken aynada yüzüne baktı. Maske yoktu.

14 Ağustos 2022 Pazar

Resim Anlatımı: Moza Ve Ayçiçeği (Dorothea Tanning' in Eine Kleine Nachtmusik Tablosunun Hikayesi)

 

 

Dorothea Tanning- Eine Kleine Nachtmusik


MOZA ve AYÇİÇEĞİ

Kapıda başladı soyunmaya. Kolundaki saatten kurtuldu önce,  yani zamandan. Zaman, eve girdiği anda tıpkı bir bulut gibi indi yere, etraf flu bir yayvanlığa büründü. Saçını sımsıkı tutan tel tokayı, özel dikim bluzu, ipek pantolonu, dantelli sutyeni çıkardı sırasıyla. Yorgundu ve ihtiyarlamaya hevesliydi Moza. Bu gencecik yaşında. Onun değildi, sanki başkasına ait bir hayat vardı kapıların ardında.

İçeri girdiğine göre artık maskesini çıkarabilirdi. Altında başka bir yüz daha, onun altında bir tane daha. Sevecen, mutlu, iyimser, hayat dolu. Her biri için ayrı birer maske takıyordu Moza. Hayatı böyle yaşanır oluyordu. Ruhu ard arda taktığı bu maskelerin altındaydı. Sırf onun olan, kimseyle paylaşmadığı korkularına ve masum duygularının hoyratlığına ulaşana kadar maskeleri tek tek çıkardı yüzünden. Ürkek bir sokak kedisi kadar çıplak olana, ruhu açığa çıkana kadar sürdü. Her bir maskenin çıkışıyla bedeni, adeta bir sarmaşık gibi tüm evin duvarlarına, kapılara yayıldı.

 Dökülmeye yüz tutmuş, bakımsız ve yalnız bırakılmış ev vücuduydu şimdi. Her yerde yığılı onlarca anı, canlı kırmızısıyla zamana direnen halının altına saklanmıştı. Kapıların ardında onu bekleyen ruhunu giyindi ve daha sonra üzerine yeni hiçbir hatıra eklemediği eski anısıyla başladı konuşmaya.

Baba.

 “Dikkatli tut bakalım, ufaklık! Fotoğrafı duvara çivileyelim güzelce. Ayçiçekleriyle ne güzel oldu bahçemiz.”

“Her geçen gün daha çok benziyor sesim. Bu an’ı rüyalarımda tekrar tekrar yaşıyorum. Şimdi sarısı solmuş ayçiçeklerinin, o hallerini anımsamak istemiyorum artık!”

Birden elini fotoğraftan çekti;

“Beni neden yanına almadın? Küçücüğüm, neden bıraktın?”

Kapının ardındaki ayçiçeği fotoğrafı

Yerleri değişmemişti çocukluğunun. Bahçedeki ayçiçekleriyle çekilmiş fotoğrafı, duvarla öyle bütünleşikti ki, oradan koparıldığı anda duvar, yalnızlığını büyük bir yıkıntıyla gösterirdi. Fotoğrafın dış yüzeyinin zavallı görünümünün aksine ayçiçeklerin, soğuk, parlak, kaygan, dehşet verici görkemli yaprakları ve vücudunu saran sevecenliği capcanlıydı. Binlerce kez olduğu gibi Moza yine hissetti. Parmaklarını fotoğrafın üzerinde gezdirdi. Babasıyla en mutlu olduğu an buydu herhalde. Düşünüyordu, yıllarca düşünmüştü, bahçeye ayçiçeklerini diktikleri o günden daha mutlu bir anı, küçücük bir gülümseyiş bile anımsamıyordu.

Işıklı kapının ardındaki tablo

Elini duvara sürerek ilerledi. Kapının aralandığı odada ışık yanıyordu. İçeri girdi. Annesinin yaptığı soluk, gerçeküstücülüğün berbat bir kopyası gibi görünen tablo, duvarda eğri şekilde asılıydı. Tabloya bakarken bir kahkaha attı. Oda gergin tiz kahkahasıyla doldu. İsterik bir gülüşle;

“Nefretimi nasıl da çizmişsin? Bu senin nefretin, şimdi bana geçti. Tıpkı tablodaki gibiyim. Çığlıklarımla dolu şişirilmiş bir karnım ve boğazımda dolaşan yılan kollarla morarmış yüzüm. Kollarımdan dallar uzanıyor, zehirli bir sarmaşık gibi yürüyor içime. Tabloya bakınca seni değil kendimi görüyor olmak! Bir ayna gibi. Bedenimden fışkıran dala astım ben bu tabloyu. Kendimle birlikte.”

Kapının kenarına yaslandı ve devam etti;

“Doğmamı neden bu kadar istedin ha baba? Beni istemeyen bir kadına bıraktın ve beni terk ettin! Onu değil beni terk ettin sen! Ona benzediğim için değil mi? Kahretsin. Ona benziyorum evet. Onun kadar mutsuz ve yalnızım.”

Bugün bir başka bakıyordu tablo ona. Birden, tabloyu duvardan alıp sertçe yere attı. Üzerine basıp, Allah kahretsin, Allah kahretsin! Diyerek ezmeye, parçalamaya başladı. Kendini durduramıyordu. Her darbesinde, içinden adeta sıcak yoğun bir lav yere akıyor ve rahatlıyordu sanki.

Anne.

“Sen istedin diye bir çocuk verdim sana. Giderken götür onu da! Bana değil, sana ait bir kız çocuğu…”

Babası arkasına bakmadan çekip gittiğinde, kapıyı tükürükleriyle bulamıştı annesi. Bağırmaları, inlemeleri bu kapının ardında öylece duruyordu. Terk edilmişliği ruhsal çöküntüye dönüşen bir kadın. Dahası, onu istemeyen bir anne. Açtığı anda patır patır üzerine yağdı tükürüklü inleyişleri.

 “Anne olamayacak kadar bencil, ruhsuz bir kadındın sen! Tükürüklerinin izlerini kapıda hep görüyorum. Yok olmuyor. Beni hasta ediyor o tükürükler. ”

Annesinin öldüğü gün başladı maske takmaya. Bu odada kararmıştı onun ölü bedeni. İşte o zaman, ölü bedene bakıp ilk maskesini taktı.

Döşemesi yüzülmüş koltuğa oturdu. Tozlu masadan, Cortazar’ın okunmaktan yorulmuş kitabını çekti. 

Ele Geçirilen Ev

Julio Cortazar’ın meşhur öyküsünü, ezbere okunan dua, bir ayinin serenadı ya da plakçalarda takılı kalmış şarkı gibi okudu. Tıpkı öyküdeki gibi sıkışıp kalmıştı bu evde. Sonra, sözcükler ağzından çıkıp kulağını doldurdukça ağlamaklı duran dudakları neşemsi bir yayvanlığa evrildi. Kapıya doğru, 'Yemekte sana ne yapayım babacığım?' diye bağırdı.

Birden yüzü asıldı, sesi cılız çıkıyordu. Adeta içindeki, sakladığı birine seslenir gibi mırıldandı; 'Yine mi aynı konu? Bırakamam onu, babam o!  Koca ev, hepimize yetiyor işte.' 

Delinmiş yerlerinden sararmış, babasından gelen mektuplar vardı masanın üstünde.  Evi terk ettikten sonra her yıla bir mektup. Son yıl göndermemişti. Öldü dediklerinde bir maske daha takmıştı yüzüne. Bir tanesi kitabın arasında duruyordu. Aldı ve masanın üstündeki diğer mektupların arasına fırlattı.

 “Mektuplarla kendini affettiremezsin! Öldüğün için de affetmeyeceğim seni…”

Sonra da kitabı fırlattı. Mektuplar yere saçıldı. Korkmuştu. Yaptığının korkunç bir şey olduğu düşüncesiyle kalbi çarpıyordu. Ürkekçe eğilip topladı mektupları. Kalın ucuyla vibratör çıktı ortaya. O an hiçbir şey korkusunu dindiremezdi sanki. Kuytusuna aleti ittikçe fotoğraftaki ayçiçeklerin dalları ona daha çok yaklaştı. Ağzına bakıyorlardı. İçine gireceklerdi. Aleti ittikçe itti. Hızlandı. Sonra yavaşladı. Dallar uzaklaşıyor yerlerine geri dönüyordu.

‘Sevilmeye hakkın yok senin!’

 ’Hayır, yok kimse yok!’

‘Bir sigara içeceğim.' 

“Of anne. Yine bitirmişsin sigaralarımı. Sana kaç kere sigarama dokunma dedim.”

Bahçe kapısının önündeki ayçiçeklerinin solgun duruşlarının gölgesinde, pakette kalan son sigarayı yaktı.

Ayçiçekleri

Moza büyük nefeslerle sigarasını çekti, külünü halının soluk yerlerine salladı. Üç ayrı ırktan üç ayçiçeği vardı. Babasıyla dikmişlerdi oraya. Her şeye şahitti onlar. Derken bir gürültü duydu. Konuşma gibiydi fakat insan sesine benzemiyordu. Çiçeklerin dalları evin kapısından içeri doğru yürüyorlardı. Sonra, yaprakların her birinin üzerinde açılıp kapanan canlı gözler gördü.

'Bu da ne?'

Yapraklar, rüzgâr olmadığı halde kuvvetlice hışırdadı, gözler açılıp kapandı. 

'Artık gitsen,' dedi ses.

Ürktü, telaşla içeri girdi. Ne olduğunu anlamaya çalışıyor, kapının arkasında saklanıyordu. Ses, alaya alırcasına bir gülüşle;

Sen artık gitsene diyorum. Sıkılmadın mı bana bakmaktan? Ben senden çok sıkıldım. Senden, bu evden, içindeki köhnelikten. Arkadaki çiçekler canlı evlere bakıyor. Bense senin sıkıcı hayatına…'

Onlar çok eski dostlardı. Her bir yaprağı, kendi bedeninin canlılığıyla parlamış ve devleşmişti ayçiçekleri. Ağaç olmuşlardı. En sonunda konuşmaya karar vermiş olmaları ne şaşırtıcıydı. Aynı anda meraklandı. Tanıyorlardı birbirlerini. Moza onları ne kadar iyi tanıyorsa, ayçiçekleri de onu iyi biliyorlardı.

"Nereye gideceğim? Hem size ne! Hayatımı görme hakkını verdim tamam, ama karışma hakkınız yok!"

"İşte kendin dedin. Görüyoruz hayatını. Bomboş geçiyor. Hiçbir şey yok. Karşı evdeki sarmaşık dedikodunu yapıyor. Maskeli kız bugün hangi maskesini takmış diye dalga geçiyor. Kapıların ardını merak edip bize soruyorlar. Merak etme söylemeyiz bir şey. Sen babandan yadigârsın bize. Sahi sen neden takıyorsun bu maskeleri? Annene benzediğin için mi?”

“ Böyle yaparak annene benziyo…”

“Onun gibiyim işte siz de söylüyorsunuz!”

“Hayır. Sen annen değilsin. Sana davrandıklarıyla kendini ölçtün hep. O ilgisiz biriydi. Bu yüzden mi kimseyi yanına yaklaştırmıyorsun. -Onun gibi olduğunu düşündüğün için.- Yalnızlığı ve kendine acımayı seviyor insanlar. Ama sen bundan haz alıyorsun. Ayçiçekleri bile yalnız olmayı sevmez...'

Saatlerce sürdü haykırışları. Güneşin ilk ışığı halının üzerine aktıkça yaprakların gözleri bir bir kapandı. Sonra gözler yok oldu.

Ertesi sabah sıradan bir gün gibi maskesini takıp evden çıktı. Akşam olunca öbür günlerden farklı bir hevesle ve bunun şaşkınlığıyla geldi eve. Her zaman yaptığını yapmadı bu kez. Ne fotoğrafla konuştu ne de babasıyla. Bahçeye çıktı. Yapraklar yine göz göz açıldılar. Gece boyu babasını anlattılar ona. Ayçiçekleri evin, tablonun, fotoğrafın ve kapalı kapılar ardındaki odaların yerini almıştı sonunda, hatta onlar daha fazlasıydı. Çünkü canlıydılar, konuşuyor, anlatıyor ve dinliyorlardı. Böyle günler geçiyor, bu olağanüstü olaya tutkuyla bağlanıyordu.

O son akşam, ayçiçeklerin soluduğu nefeslerin yokluğu çökmüştü eve. Ayçiçekleri yerlerinde yoktu. Birden gitmişlerdi işte. Yıllardır orada duruyorlarken kesilmişlerdi durduk yere. Yere çöküp kaldı. Bir tanesi direnmiş olmalıydı. Dalları kapılara çarpıp kırılmış, içeri yaprak demedi savrulmuştu.

 “Çığlıklarınızı duyuyorum. Lanet olsun sizi kesenlere!”

Avuçlarının arasına dalı aldı, nefesiyle canlandırmaya çalıştı. Artık çok geçti. Yapraklar kararıyor ve büzüşüyordu. Üç beş  fazladan araba park etmek için çoraklaştırılmıştı ev. İşte şimdi, bu ev gibi olduğunu anlayacak kadar açılmıştı dimağı Moza’nın. Ayçiçeklerin olduğu yerde acıtıcı bir boşluk vardı. Onlar, yerini cehennemsi bir sıcağa bırakıp çürümeye terk edilmişlerdi. Ateşi yüzüne vuruyordu. İçi çok acıyordu. Kıpırdayamıyor, nefes alamıyordu. Adeta ölmüş bir vücuttan bakan donuk gözleriyle çiçeklerden kalan boş alana saatlerce baktı. Sonra birden, etrafa vurmaya başladı çıplak elleriyle. Kapılara, duvara, mektuplara, tabloya.

“Neden, neden? Neden gidiyorsunuz? Ne var bende…”

 “ Nefret ediyorum bu evden! Hepinizden!”

 Soğuk bir rüzgâr esti o anda. Saçları havaya kalkmış, göğe ulaşmak isteyen o günebakan gibi yukarı doğru uzuyordu. Bunu ilk kez duyumsadığında alnından akan sıcak ter buz gibi oldu. Titredi. O sırada alaca karanlığın içinde, yerde parçalanmış tablodaki yüzü görüverdi. Gözleri, aynı yaprakların üzerinde beliren gözlerdi. Onunla konuşan çiçeklerin gözleri. Uzunca baktı, onundu yaprakta açan o gözler...

“Siz haklıydınız, ben kimse değilim. Ben benim.”

Ayağa kalktı. Başka bir şeyler hissediyordu şimdi. Gitmekle kalmak, ölmekle yaşamak, yok olmakla var olmak arasındaki o ince çizginin üstünde dimdik ve dengede durduğunu fark ediyordu. Hangi tarafa yürüyeceğine karar verecekti. Kurtarabildiği yaprakları hassas bir nezaketle Cortazar kitabının arasına yerleştirdi. Kitabı yıllardır koymadığı rafa kaldırdı. Dağılmış mektupları topladı, kutuya koydu. Babasıyla olan fotoğrafı dolabın arkasına sakladı. Yere saçılmış tablo parçalarını topladı tek tek.

“Ben sen değilim. Senin gibi olmayacağım.” Derken her bir hücresinin canlandığını karşı koymadığı bir coşkuyla ayrımsadı.

Akan yaşlarını sildi. Yüzünün hassas yumuşaklığını hissetti. Hâlâ canlıydı ve güzel. Maskesizken bile.

Bir şeye geç kalıyor gibi aceleci, üzerine serili toprağı atıp dirilmeye hazırlanan bir ölü gibi soğukkanlı çekmeceleri  karıştırmaya başladı. 

“Çarşaf işimi görür...” 

Çarşafın üzerindeki solgun deseni ve ağır naftalin ile karışık ıslak bez kokusunu ilk kez duyumsadı. 

“Nasıl bir koku bu?” diye bağırdı.

“Bunca yıl bu kokuyla yaşadım…”

Ruhunun kuytularında beslediği o büyük yalnızlığı teninden fırlatıp atmaya öyle hazırdı ki; bunca zaman, ailesine ve ona yaşattıkları büyük değersizliğe artık tahammülü kalmamıştı. Hemen oracıkta, içi boşalana ve durulana kadar bağırdı. Çığlıkları sadece kendi duyuyor, bedeniyle birlikte ruhu da temizleniyordu.

Çarşafı aldı, tablonun, fotoğrafların ve mektupların üstünü örttü. Kapısı açık duran ve hiç kapatmadığı o odayı sıkıca kapattı.

Evden çıktı.  Artık yüzünde maske yoktu.

 

1 Ağustos 2022 Pazartesi

Masalsı Öykü: Kibrin Taş Tarihi



KİBRİN TAŞ TARİHİ

Yeryüzünün bir yerinde aklın alamayacağı kadar uzun bir sahil. Güneş neşeli bir top bu sahilde. Gökyüzü evrenin sonsuzluğunu gösterecek kadar berrak ve mavi. Sahilde geziniyor pelerinli bir kadın. Dur durak bilmeden çakıl taşı topluyor. Elinde tuttuğu şeffaf poşetin içi, küçük bir çocuğa oyuncak, sevgililerin utangaçlıklarını örtmeye çabalarken ellerinde oyalandıkları taş olmak isteyen onlarca taşla dolup taşıyor. Pelerinli kadın, avucuna her aldığı taşı ovalıyor, beğenmeyince fırlatıyor bir tarafa. Ortalık savaş alanı. Taşlar kanamaz ama hisseder. Onlar canlıdır, duyguları vardır. Tüm taşlar endişe içinde, sıra kime gelecek, kim koparılacak bu cennet gibi sahilden…

Birbirini çok seven iki taş; Pırıl ve Alacan. Olup bitenler Alacan ve Pırıl’ın umurunda değil. Deniz bardaktaki su kadar durgun. Sahilin kavisi balıketinde bir ananın kalçaları gibi dingin. İki güzel sevgili, Pırıl ve Alacan. Uzanmış, tuzlu suyun vücutlarını okşayıp geçmesinin keyfini çıkarıyor. Birden hava hırçınlaşıyor, öyle ya sahil güzel olduğu kadar coşkulu da. Dalgalar büyüyor. Alacan' ın teni üzerinden akan köpükle parlıyor. İşte o anda taş toplayan o pelerinli kadın onu görüyor, Alacan’ı. Elleri bir pençe gibi üstüne konuveriyor. Ayasının nemiyle hunharca okşamaya başlıyor. Uzaklaşıyor. Alacan kadının parmaklarının arasında. Korkuyla sahile, Pırıl’a bakıyor. Pırıl çığlık çığlığa, “Gitme! Nereye götürüyorsun onu? Beni de alın!” diye bağırıyor.

Kadın aradığını bulmuş olmanın sevincinde. Pelerinini rüzgârda savurarak sahilden çıkıp gidiyor. Böylelikle Alacan başka bir hayata doğru yola koyuluyor. Pırıl arkasından günlerce ağlıyor. Artık yapayalnız. Bir anda tepetaklak oluyor her şey, boş ve anlamsız geçiyor zaman. O kadar çok sıkılıyor ki kâbuslar görüyor. Alacan’ın muhteşem güzellikte bir yere götürüldüğünü ve onu unutacağını düşünmeye başlıyor. Ve gün geliyor, gitmeyi o da çok istiyor.

"Benim orada olmam gerekiyor. Gitmeyi isteyen o değildi bendim."  Demeye başlıyor yanındaki çakıl taşlarına.

 "Ne olursa olsun gitmeliyim!"

Bahar geliyor sonra yaz. Zaman masalsı sahilin dingin yavaşlığıyla ilerlerken Pırıl  taşların altına gömülüyor. Sahile gelen insanlar ne üzerine oturuyor ne de onu eline alıyor. Pırıl sonsuz bir hüzünle uykuya dalıyor. Derken bir gün, o aynı kadın sahile geliyor. Pırıl'ı taşların altından çekip alıveriyor.

Kendine geldiğinde etrafına bakınıyor. Çevresinde bir sürü taş var fakat burası sahil değil. Karanlık, sessiz ve cansız bir yer. Tenine dokunan kadife yumuşaklık çok farklı; hem ürkütücü hem de heyecan verici. Hoşuna gidiyor ve neşeyle yuvarlanıyor, bir sağa bir sola.

‘Başardım işte buradayım. Alacan, geldim... Bu yumuşak yerin üstündeyim ben de!"

 “Alacan neredesin?  Beni unuttun mu yoksa? Benim Pırıl...” 

Kimseden çıt çıkmıyor. Tekrar  sesleniyor,

“Alacan’ı gördünüz mü?”

 “Alacan diye biri yok burada. Burada olacağını nereden biliyorsun?” diye soruyor, yaşlı olduğu küçüklüğünden belli olan bilge bir taş. Taşlar yaşlandıkça küçülür ve yok olunca ölür.

“O çok önce geldi buraya!” diyor Pırıl ve bağırmaya devam ediyor, “Alacan neredesin?”

Yaşlı taş babacan bir tavırla, "Çok büyük bir dünyadasın. Arkadaşını bulman hiç kolay değil," diyor.

“Buradan başka bir yer de mi var?"

 "Bilmediğin çok şey var. Karışık, tehlikeli bir yerdesin. Kendini korumalısın.” 

“Neden korumalıyım?”

O sırada bir el tepeden inip yaşlı taşı alıyor. Pırıl bakakalıyor arkasından. Söyleyeceği pek çok şeyi diyemeden gidiyor sevgili yaşlı taş. Pırıl bir bakıyor ki, bu dünya düşündüğü gibi değil. Güneşin ve rüzgârın olmadığı, kuşların gökyüzünü kanatlarıyla çizmediği, karanlık bir dünyada. Her şey sönük, ölü gibi sessiz, boğucu ve korkutucu. Zaman geçiyor, aylar belki yıllar dolusu zaman kaybolup gidiyor. Pırıl çok kötü hissediyor, yanmış bir dal gibi kuru. İyodun üzerinde bıraktığı yol yol ışıltısını kaybeden, dalganın değmediği bir köşede unutulan zavallı bir taş gibi. 

“Hiç güneş doğmuyor. Böyle ne kadar zaman geçiyor anlamıyorum. Yüzyıllardır buradayım galiba…”

 Derken bir gün, yaşlı taş gittiğinden beri ilk defa, ortalık aydınlanıyor. Bir kadın çıkıyor ortaya. Aynı kadın olduğunu düşünüyor Pırıl. Kadifenin üstündeki taşlardan birini eline alıyor. Sonra bir tane daha. Bir tabloya yapıştırmaya başlıyor. O kadar büyük bir tablo ki, tüm duvar taşlarla doluyor. Onları boyuyor. Kırmızı, mavi, yeşil, sarı, turuncu, mor yollar yapıyor.

“Bu gökkuşağına benziyor,” diyor ve heyecanlanıyor Pırıl.

Tüm taşlar yerleştirilirken, Pırıl kadifenin üstünde kalıyor. Hırsı bir kat daha artıyor. Ne o çok sevdiği yumuşacık kadife yer, ne Alacan. Artık tek amacı tablonun üstünde olmak. O da gökkuşağının renklerine bürünebilir, çekici bir taş olabilir. Hiçbir şey bundan daha önemli değil... 

“Beni eline al. Ben de tabloda olmalıyım. Burada tek başıma kalamam…”

Derken sonunda Pırıl tablonun en üstüne yerleştiriliyor. Gece kadar karanlık oluyor Pırıl. Diğerleri gökkuşağı renklerine boyanırken o siyah oluyor. Kadın her gün onu okşuyor, fırçalıyor ve parlatıyor.

Gecenin Gökkuşağı tablosu, göz kamaştırıcı parlak ışıklı bir yere götürülüyor. Burası hiç karanlık olmuyor. Önünde durup onu izleyen bir sürü insan. Gözlerinde kendini ve insanların büyülenerek ona baktığını görüyor. Onlar tabloyu övdükçe Pırıl en güzel ve biricik olanın sadece kendisi olduğuna emin oluyor.

“Bir zamanlar ayaklar altında eziliyordum. Şimdi bakın bana! En değerli taş benim.”

Diğer taşlarla arası açılıyor iyice. Onlara büyüklük taslamaya başlıyor.

“Benim sayemde buradasınız. Ben bir taneyim, tekim. Olmasaydım bu tablo bir hiç!” 

Sürekli küçümseyen aşağılayan sözler söyleyip kendinin övülmesini isteyen küstah bir taşı kim sever? Onun üzgün, kederli yalnızlığını paylaştığı diğer taşlar böylesine alçaklık yapmasını nefretle karşılıyor ve onu içlerine almıyorlar. Her geçen gün büyüyen kibrine kimse engel olamıyor. Korkutucu ve dehşet verici yanılgının farkına varmasına artık imkân yok.

 “Herkes bana bayılıyor. En gözde benim. Ben olmasam bu tablo bir hiç…”

Bir gün kadın elinde başka bir tablo getiriyor. Pırıl’ı duvardan alıp yeni tabloyu asıyor.

“Neler oluyor, sen ne yaptığını sanıyorsun? Beni indiremezsin!”

O sırada bir kırılma anı oluyor ve Pırıl boşlukta savruluyor, kendini tablonun dışında yerde buluyor. Diğer tablonun üstünde onu görüveriyor. Alacan’ı. Her zamankinden daha parlak, renkli ve görkemli. Alacan’ı görünce tek anımsadığı mutsuzluğu oluyor, yalnız ve çaresiz geçen günleri.

“Sahilde insanlar seni ellerine alıp sevip oynarlarken bir kenarda durup izlerdim. Keşke beni de ellerine alsalar derdim. Onlar geçmişte kaldı. Bak şimdi neredeyim…”

 Bakışmaların dondurduğu havayı Alacan’ın sıcak gülüşü ısıtıyor. Pırıl o sıcaklığı aklının derinlerinde bir yerlerde hayâl meyal anımsayınca tamamen unutmadığını ayrımsıyor ve telaşa kapılıyor, kekeliyor. Ne diyeceğini şaşırıyor.

“Be-ben de bir ta-tabloyu süslüyorum. Üstelik b-baş taş-ş olarak. Bak işte orada! Hey! Tabloma koysanıza beni artık!”

“Seni gördüğüme çok sevindim. Az daha tanıyamıyordum, çok değişmişsin. Buraya nasıl geldin?”

“Sahilden beni de aldı kadın.”      

 “Sahile dönmenin yolunu aradım durdum. Seni çok merak ettim Pırıl. Çaresizdim!”

“Artık çok başarılı bir taşım ben. Burada en gözde benim.”

Kadın yerden onu alırken, Pırıl Alacan’a sesleniyor; “İşte, ait olduğum yere konuyorum bak! Çok güzel değil mi?”

Gururlu ve harika hissediyor. Çünkü giden o, yani terk eden. Çok daha güzel bir yere gitmek üzere olduğunu, Alacan’ın bu eskimiş yerde kalarak mutsuz olacağını düşündükçe göğsü kabarıyor.

“Bu sefer giden ben oldum, bak. Zavallı Alacan. Üzülme sen de bir gün iyi bir yerde olursun belki.”

Alacan arkasından sesleniyor.

“Kal benimle, atla! Ben de atlarım. Sahilimize geri dönelim.”

“Ben buraya aidim, anlamıyor musun? Sahile dönmem artık. Hoşça kal.” 

Tablo ilk zamanlardakinden daha izbe ve kötü kokan bir yere konuyor. Kadın gidince zifiri bir karanlığa bürünüyor her yer. Pırıl zamanın ne hızla geçtiğini bilmeden beklemeye başlıyor. Sahilde Alacan ile yeniden birlikte olmak yerine Pırıl tablonun üstünde bekliyor, yıllarca, yüzyıllarca bekliyor.

“Hey bakın, ben olmasam siz bir hiçsiniz. Baksanıza! Tablonun en gözde taşı benim!”