5 Nisan 2022 Salı

Masal: Munise Ve Sadullah


MUNİSE VE SADULLAH

MUNİSE VE SADULLAH

Bundan onlarca yıl önce karın hiç erimediği, yol vermez dağların arasındaki güzel bir kasabada ikiz kız kardeş yaşardı. Ayın şavkı gibi parlayan yüzlünün adı Ay, güneş kadar heybetlinin ise Güneş'ti. Ay ve Güneş birbirlerinden hiç ayrılmazdı. Kız kardeşler her gün okuldan sonra evlerinin yakınındaki gölün üstünde haftalarca kalan buz denizinde ciddiyet ve derbederlikle akşama kadar yuvarlanırlardı. Mutluluğun ne olduğunu bilmezlerdi çünkü onlar için mutluluk sadece beraber olmak demekti.

Bir gün babaları eve iki kuzu getirdi. Biri kar kadar beyazdı. Öyle beyazdı ki onun bir kuzu olduğunu ancak kobalt mavisi gözlerinden anlayabilmişlerdi. Diğeri de kömür gibi kara tüylüydü. Kuzuları hemen sahiplenmişlerdi. Onlara isim de vermişlerdi. Ay’ın kuzusu kapkara olandı, munis ve narindi. Güneş’inki ise eski kedileri Sadullah gibi yaramaz. Ay kuzusuna Munise, Güneş de Sadullah dedi. Böylelikle Munise Ay’ın, Sadullah da Güneş’in kuzusu oldu. Kuzuları öyle çok seviyorlardı ki onlardan hiç ayrılmak istemiyorlardı. Okula bile kuzularla gidiyor, beraber uyuyor ve saatlerce onlarla oynuyorlardı.

Kasabaya bahar gelmişti. Karlar eridikçe toprağa işleyen bahar kokusu etrafa küstahça yayılıyor ne insanda ne de hayvanda akıl bırakıyordu. Mis kokulu otların ve çiçeklerin sarhoşluğuyla kardeşler kuzularıyla sokak sokak gezip oynuyordu. Bayram yaklaşıyordu. O sabah babaları kurbanı bahçede keseceğini, bahçeye çıkmamalarını söyledi. İşte o anda babalarının duvar kadar sert bakışı kızların kalbine bir ok gibi saplandı.  Kuzularını keseceklerdi.

O korkuyla, hışımla evden çıkıp hep gittikleri göl kenarında buldular kendilerini. Akşam yemeğinde Munise ve Sadullah’ı yemektense ölürüz daha iyi deyip duruyorlardı. Ne yapacaklarını düşünmeye başladılar. Derken  girmeye cesaret edemedikleri metruk evin önüne geldiler. Kasabada herkesi ürperten terk edilmiş büyük bir evdi. Geceleri tuhaf ve ürkütücü sesler duyulur evin içinden çığlıklar yükselirdi. Kasabada ev hakkında korkunç hikâyeler anlatılırdı. Kardeşler, her önünden geçişte içeride ne olduğunu merak eder ama girmeye cesaret edemezlerdi. O gün ilk defa kapının aralığından bakmaya karar verdiler. İlk olarak Güneş baktı. “Sicim gibi sarı ottan ve kurumuş topraktan başka bir şey yok ki burada!” dedi. İki kardeş birden cesaretlenip evin bahçesine dalıverdi.

 Uçuşan yapraklar bahçenin duvarına çarpıp yere düşerken ince değişik bir ses çıkarıyor, rüzgârın  uğultusu insana ürküntü veriyordu. Biraz korkmuşlardı fakat kuzuları, Munise ve Sadullah, sanki yemyeşil otlarla dolu tarlada gibi keyifle dolaşmaya başlayınca küçük kardeşlerin aklına harika bir fikir geldi. Kuzuları bu terk edilmiş bahçede saklamaya karar verdiler. Babalarından saklayacaklardı. Böylelikle onlar yaşayacak ve sonsuza dek beraber olacaklardı. Öpüp koklayıp kuzuları orada bıraktılar.

Ertesi sabah kurban kesme telaşı vardı. Güneş ve Ay evi telaşıyla bırakıp göl kenarına bir solukta vardı. Metruk ev her zamanki gizemli ve ürpertici görkemi ile sinsi bir sessizliğe bürülüydü. Kardeşler korkusuzca daldı içeri. Kuzularını çağırdılar.

“Muniseee, Sadullahhh! Neredesiniz?”

Dört bir tarafa baktılar. Ne bir ses ne de iz vardı. Derken arka bahçede bir de ne görsünler? Sadullah ak pak tüyleri ile yerde boylu boyunca yatıyordu. Güneş koşarak yanına gitti. Küçücük kalbinde kuzusunun ölmüş bedenine dokunmanın ürpertisiyle ağlamaya başladı. “Uyan, aç gözlerini, öldün mü? Ölme ölme!” diye haykırdı. Kuzu kaskatıydı, karnı balon gibi şişmişti. Bu sırada Ay, Munise’ yı aramaya koyulmuştu. Avluda bir karaltı vardı. Bu Munise’ydi. Karnı zift dökülmüş asfalt gibi parlıyordu. Yaklaşınca kara kıvırcık kuzusunun öldüğünü gördü. Başına çöküp kaldı.

 İki kardeş hüngür hüngür ağlıyor, "Nasıl oldu? Bu nasıl oldu?" diye bağırıyorlardı. Birbirlerine sarıldılar; o zaman daha az üzülürüz sandılar ama geçmiyordu. O esnada yaprakların arasından bir hışırtı duyuldu. Ses onlara doğru yaklaşıyordu. Yerde uçuşan altın sarısı yapraklar öyle  fazlaydı ki hiçbir şey göremiyorlardı. Ölü gövdenin altından ne çıksın? Dev gibi bir yılan üzerlerine doğru geliyordu. Ne olduğunu anlamadan canhıraş bir şekilde bahçeyi terk ettiler. Öyle bir koştular ki kendilerini evde buldular. Kan ter içinde kalmışlardı. Kireç gibi olmuş yüzleriyle ev halkını çabucak telaşlandırmayı başarmışlardı. 

Anne ve babalarını, onlar ne olduğunu anlamadan sürükleyerek metruk eve götürdüler. Kuzuların cansız bedenlerini görünce bir yılanın zehirlediğini anlamışlardı.

“Kuzularınızı yılan zehirlemiş.”

“Buraya gelmeyin demedik mi biz size. Bakın kuzlarınız öldü…” dedi babaları.

Güneş de Ay da ne diyeceklerini bilemiyorlardı. Üzerlerini yapraklarla kapattılar. Kimin hangi kuzu olduğunu anlamak için Ay’ın aklına güzel bir fikir gelmişti. Etrafa bakıp beyaz ve siyah taşlar bulup Munise’ ye siyah, Sadullah’a da beyaz taşlardan mezar yapmışlardı.

Baba, bir yandan kızmak istiyor diğer taraftan da kızların ağlak suratlarına baktıkça onların ne kadar korktuğunu görüyordu. Kuzuları kesmeyi aslında hiç  düşünmediğini söylese bile onların sakinleşmeyeceğini anlamıştı. Çünkü asıl üzüntüleri kuzularının ölümüne kendileri sebep olduğu içindi. Yapmaya karar verdikleri şeyin sorumluluğunu da göğüslemeleri gerektiğini anlasınlar istemişti. Böylece ne anneleri ne de babaları çocuklarını rahatlatmaya çalıştı. Güneş ile Ay günlerce yas tutup gözleri şişene kadar ağladı.  Hasta olup yataklara düştü. Bir, Ay Güneş'i bekledi bir, Güneş Ay'ı. O günden sonra pişmanlığın ne demek olduğunu o kadar iyi anladılar ki kuzularını bir daha hiç unutmadılar.         

Aradan yıllar geçti. Artık iki genç kadın olmuşlardı. Ne yılan ne de kuzu olan büyük bir şehirde yaşıyorlardı. Fakat o yaşadıkları pişmanlığı derinden hâlâ hissediyorlardı. Bir gün büyüdükleri evi görmeye gittiler. Yanlarında Munise ve Sadullah ile oynadıkları yaşlarda çocukları vardı.  O terk edilmiş evin önünde durdular. Kuzularının üstüne şık bir restoran açılmıştı. O zamanki ağaçlar hâlâ duruyordu. Yanlarına dikilen genç ve daha alımlı ağaçlara gölge oluyordu. İçeri girdiler.

 “Biliyor musunuz? Sizin yaşlarınızdayken bizim kuzularımız vardı. Onları çok severdik, yanımızdan hiç ayırmazdık” dedi Ay çocuklara.

“Ya. Ne oldu kuzulara?”

 “Masal oldular…” dedi Güneş, aynı hüznün oturmuş ağırlığıyla.

“Anlatsana anne…”

“Bir varmış bir yokmuş. Bir zamanlar Munise ve Sadullah adında iki sevimli kuzu yaşarmış…”

Masal edasıyla anlatmaya koyuldular. Bunca yıldır hissettikleri acıyı biraz dindirmek için belki de bu bir fırsattı. Masalın sonunu kendi istedikleri gibi  mutlu bitirebilirlerdi. Belki acıları dinerdi, kim bilir?

Hiç yorum yok: