Yağmur günlerdir hiç durmadan yağıyordu. Gök, kıymetli küçük çocuğunu terbiye etmeye çalışan sert bir baba misali, işaret parmağını bir aşağı bir yukarı sallayarak kahredici şimşeklerini yeryüzüne gönderiyor, yedi başlı bir ejderha gibi homurdanıyordu. Yeryüzü, korkudan altına kaçıran minik bir çocuk gibiydi ve zifiri karanlığa sığınmış, biran önce havanın aydınlanmasını bekliyordu.
Soğuk ve nemli bir
kasım sabahı; Ecenur, sıcak yatağını terk etmeye öyle isteksiz ki, kendisini yataktan zorla kazıyıp, banyoya
atıyor. Uyanmanın en iyi yolu olarak da buz gibi suyu yüzüne çarpıyor. Ve
nihayet uyanıyor.
Yüzünden akan su damlacıklarını seyretti aynadan. Soğuk suyla tüm
sinir uçları, tüm hücreleri uyanmıştı şimdi. Formasını giyip, saçlarını arkadan
ördü ve spor malzemelerini sırt çantasına tıkıp okul yoluna koyuldu.
Babası; Hun İmparatorluğu’nun büyük hükümdarı Atilla’dan almıştı
adını. Tarih kitaplarında yazdığı gibi kısa boylu, koyu tenli, sert görünümlü imparatorun aksine, o,
uzun boyu, kumral teni, renkli büyük ve romantik bakan gözleriyle, bir erkek için güzel sayılabilecek
düzgün yüz hatlarına sahipti. Yakışıklıydı yani. Ruhu yüzüne yansıyor, gülen
yüzü kalbinin anlayışlı ve modern yönünü gösteriyordu. Peyzaj mimarıydı.
Mesleğini yapmayı yıllar önce bırakıp çiçek serası almıştı. Çağımızın acımasız
yaşam koşulları göz önünde bulundurulduğunda; hoş mizacı, karşısındakine
cesaret veren yumuşak yüz hatları, otoriter bir ticaret adamı olamayacağını düşündürse de, o Antalya’nın en
büyük ve en çok kazanan çiçekçisi olmayı başarmıştı kısa zamanda....
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder