EVREN
Bir sabah yatağın kenarına oturmuş
duvardaki Eiffel resmine boş boş bakarken telefonuma bir mesaj geldi. Sıkıntıdan
açtım ve okumaya başladım. Uzun bir yazıydı. Yazıyı okudukça merakım
arttı, merakım arttıkça okudum. Akşamüstü bir saat boyunca evren dilek
kapılarını ardına kadar açacak ve ne dilenirse hepsini gerçekleştirecekti; ‘güneşin batmasına yarım saat
kaladan battıktan yarım saat sonraya kadar ne dilediğine dikkat et.’ İddiası büyüktü. Bunların
gerçekleşeceğine ikna olan insanlarla doluydu ortalık. Ben de, isteklerin bir
gün olacağına inanarak bir bir sıraladım. Hemen oracıkta, yatağın kenarında
otururken dilek tutmanın tadını çıkardım.
Küçük bir kız çocuğu gibi masum ve saf duygularla neler diliyordum
neler:
İstiklâl'de beş dakika da olsa her
gün girdiğim o kitap cafe benim olsa. Hani, içinde kahve de içilen, sağlı sollu
raflarla dolu büyük kitapçı... Vitrinde benim kitaplarım da dursa… Üzerinde
yılın kitabı yazsa... Evim de hemen yakında mesela Cihangir'de olsa, büyük
pencereleri olan geniş bir ev… para, oldukça para olsa... falan olsa, filan da
olsa. Bir başlandı mı sonu bir türlü gelmiyordu. İnsan olarak doğamız gereği
talepkâr ve hep daha fazlasına ulaşmaya güdümlü değil miyiz? Bir hayvandan
farkımız bitmek bilmeyen istek ve arzularımız değil de ne? Bir köpek, kulübem
bir de deniz manzarasına bakıyor olsa, diye aklından geçirir mi? Daha
fazlasını, en büyüğünü, en çoğunu istemek sadece insanların özelliği. Ben de
tipik, sıradan bir insanoğlu örneğiydim. Evren gibi devasa bir vericinin
karşısında kendimi durduramıyordum. Deftere yazmaya başladım. Sayfa, ...olsun,
...gelsin cümleleriyle doldu. Kanun yazar gibi, madde madde. Şu olursa ardından
şu. Sonsuza ulaşan bir istek deryası içinde yüzüyordum. Hem eğleniyor hem de ne
çok beklentim ve hayalim olduğunu fark ediyordum.
Bunların boş işler olduğunu
biliyordum. Hiç olacak şey miydi? Ya olursa diye düşünmeden edemiyordum. ‘Ya
evrenin bir dilek kapısı varsa ve o bir saat gerçekten ne istersen oluyorsa…’ Benim alma evrenin verme
kapasitesinin sınırı yoktu. Sadece istemek yeterliydi. Evren gerçekleştirirdi.
Kolunu bile oynatmadan her şey önüne serilecekti. İşte buydu asıl püf
nokta; olmasını istemek. Evren muhteşemdi.
Düşündükçe aklım başımdan gitti. Durduk
yere. Karşı apartmanın çatısına tünemiş kargayı kulağımın yanında ötüyor, üst
kattaki bebeğin ağlamasını yan odada uyuyor gibi duyuyordum. Belki de evrenin
yapmaya çalıştığı şey buydu. Algılarımı açıp bir şeylerin farkına varmamı
sağlamak. Duvarın arkasındaki sesleri algılamak değildi herhalde. Başka bir şey
vardı. Bedenimde enerji yüklemesi hissediyordum. Yatağa sırt üstü yatıp
gözlerimi kapattım. Çıplak ayakla basabileceğim yumuşak çimi olan muhteşem bir
bahçedeydim. Çim ayağımı gıdıklıyordu. Gerçekten gıdıklandım. Hamakta uzanıyordum.
O an vallahi sallandım. Başka bir dünyadaydım. Bu bildiğimiz evren değildi. Her
şey güzeldi. Dünya ıssız bir adaymışçasına sakin, dingin ve huzurluydu.
Sessizdi. Ama dilsiz değildi. Herkesin hamağı, çimi ve ağacı olan, gürültüsüz
ama konuşabildiğimiz bir dünya. Çok güzeldi.
Derken, telefon çaldı. İçime bir
külçe oturdu sanki. Bakmayı hiç istemedim. Gürültü ve uğultular arasından keskin
bir ses seçebildim. Sonra, duyduklarım mahşer yerinden gelen bir çığlıktı;
“Sinan Yamanalp yaralı...”
Yaralı!‘Bir patlama mı?’ Neydi patlayan? ‘Sinan ile ne ilgisi vardı?’ Ayak parmaklarımdan saç telime kadar
bir ürpertiyle sarsıldım. Birden sanki hiç bitmeyecek bir kâbusun içine girdim.
Ne dilime ne de kalbime komut gitmiyordu. Ölüm çok yaklaşmıştı. Kesif bir
kan kokusu dolandı burnuma. Hayat bize hep güzel ve daim değil miydi? Evden
çıkarken ne giydiğini anımsıyordum. Bordo ince çizgili gömleği vardı üstünde.
Benim hiç buruşmasın diye ütülediğim. Pardösüyü son anda eline alıvermişti.
Ona, onlar kadar yakın olmayı istedim. Neden bu kadar uzağındaydım? Evrenin işiydi
bu! O an tek inandığım şey bu oldu. ‘Bir daha gücünle dalga geçmem, seni
küçümsemem asla. Sen misin patlayan?’
Hastaneye girerken kalbim
fırlayacak gibi oldu. Bir kenarda durup sakinleşmeye çalıştım. Evren tüm
dilekleri yerine getirecek kadar şımarık ve bonkörse eğer... Ona bir şey
olmasın diyen iç sesim içimde yankılanıyor kulağımda bir bıçak gibi çınlıyordu.
Ameliyathanenin kapısına gelebildim ve yere yığılıp kaldım.
Odaların birinde kolumda serum
takılıydı. Sinan dedim. Ses yok. Herkes dilsiz gibi öylece susuyordu. Neler
olduğunu öğrenmem çok sürmedi. Tren istasyonunda büyük bir patlama olmuştu.
Sinan o esnada garın yakınındaymış. İçimin parçalandığını, kızgınlığımı görmemek
için kimse bana bakmıyordu. Kendi başıma isyan bayrağını kaldırdım. Sinan’ı
görmeliydim. Sabahki haliyle bulmak için dua ederek gizlice yanına girdim.
Hiçbir şey aynı değildi. Yara bere
içinde ve baştan aşağı sargılıydı. Hüzün, ürküntü ve masumiyet her tarafına
çöreklenmiş uyuyan yüzünde ne bir huzur ne de güven görünüyordu. Dudaklarım
büzüldü. Zor tutuyordum kendimi. Yüzümü yatağa gömüp deliler gibi bağırmak
istedim. Neden iyilerin başına kötülük geliyordu? Bu dünya öyle gerçek ki
hayaller bile bundan etkilenip yok olurdu.
Onu hastanede bırakıp lime lime
olan içimle eve döndüm. Ayna aynı duruyordu karşımda ama sabahki yüz yoktu
içinde. Bir günde bir yıl yaşlanmış bir surat görüyordum. Saate baktım. Kadran
bomboştu. Ne akrep gördüm ne yelkovan. Zaman durmuş herhalde dedim. Belki de
dünya artık dönmüyordu. Ama güneşin gidişini pencereden izliyordum.
Unutmamıştım. Evrenin kapıları şimdi açılıyordu. Fırlattığım defter sayfaları boş
şekilde yerde duruyordu.
1 yorum:
HIC YORUM YOK...DIYE YAZMIS YAYINCI...ELBETTE OLMAZ..BIZDEKI INSANLARIMIZIN OKUMA ALISKANLIGI YOKSA NE YAPACAKSINIZ?...OKUMADIKLARI ICIN YORUM DA OLAMIYOR ELBETTE...SALDIM CAYIRA...MEVLAM KAYIRA GIBI GECEN BOS HAYATLARIN YORUMU OLMASADA OLUR ZATEN...ANLAYANLAR..ANLAMAYANLARA ANLATSINLAR LUTFEN.VIPA PRESSE PARIS...2017.OSMAN VANCIN.
Yorum Gönder