31 Temmuz 2023 Pazartesi

Anı: Döl


                       DÖL

Dağlar denize Akdeniz’de paralel, Ege’de dik uzanır. Bunu unutmadım hiç. Şimdi bu manzaraya bakarken, coğrafya bilgimi kendime ispatlıyorum. Denizi dimdik kesen bir dağın karşı sahilinde, küçük bir kasabadayım, Sığacık’ ta.

Sırtı çarşıya, denizi sola verip yürürken yol kenarında dizilmiş iki katlı binaların sonuncusunda bir pansiyonda kalıyorum. Sahibesi Çağlar Hanım, Kanada’nın Amerika sınırında bir sanayi kentinde yirmi sekiz yıl yaşadıktan sonra, gelmiş buraya. Oraların eksi yirmi derecelerdeki soğuğunda donmuş kanını burada ancak ısıtır, diye geçiyor aklımdan. İnsanlar ailesinin gömülü olduğu toprakların üzerinde ölmek istiyor. Galiba  kan çekiyor.

 Kasaba, pansiyonun az ilerisinde bitiyor. Denizin ardından yükselen yaban bir dağ saklıyor kasabayı. Güneşin batışını izlemek için pansiyonun önünde kaldırıma dizili küçük tahta masalardan birine oturuyorum. Ilık bir rüzgâr esiyor. Dingin, telaşsız bir hava. Tablo gibi bir manzara duruyor önümde. Kollarımı uzatsam sarılacak kadar yakınımda. İçine giriverecek gibiyim.  Doğanın sakinliğinin ardındaki o büyüleyici coşkuyu hissediyorum. Benimle konuşuyor gibi geliyor bana. Belki de olağan karşılanan bir durumdur burada. Alacalı deniz ve karşıdaki dağla saatlerce dertleşmek. Bir parçası olduğumu düşünmeden edemiyorum. İçindeki enerji, damarlarımda akan kan kadar canlandırıcı ve güzel.

 Pansiyon çalışanlarından yanık  tenli ve genç olanı mutfak penceresinden bir göz attı bana. Elinde domates bıçağıyla adeta evindeymiş gibi seslendi sonra:

“İçecek bir şey ister misiniz?”

Yanıma kadar gelmeye gerek görmüyor. Göstermelik tavırlardan, büyük laflardan bıkmıştım,  bu rahatlık hoşuma gidiyor. Ne içsem diye düşünürken, delikanlı:

 “Güneş batışına soğuk bir beyaz şarap iyi eşlik eder. Bir şişe açmıştık. Bir kadeh verebilirim size.”

 “ İyi fikir.” diyorum.

Önümde halı gibi serili denizin ardına bakıyorum. Yamaçtaki ıssız eve gözüm dalıyor. Tepesindeki tekdüze rüzgâr türbinleri olmasa yalnız, ürkek, adeta rengi alınmış tek başına bir ev. Manzaraya enteresan bir çekicilik, sebebini tanımlayamadığım bir hüzün vermiş bu ev. Evin içinde yaşayan hayatları merak ediyorum o anda. Delikanlı, buğulu kadehte şarapla masama geliyor. Soruyorum ona: “ O evde… Şu karşı evde. Birisi yaşıyor mu?”

“Ben geldim geleli orada kimseyi görmedim. Ama geceleri ışığı yanar evin. En iyisi siz onu Çağlar Hanım’a sorun,” diyor ve imalı bir bakış atıyor.

Çağlar Hanım bir müşterisini odaya yerleştirip yanıma geliyor. İlginç yaşamı, hayata farklı bakışı, enerjisi, pansiyona başka bir hava veriyor diye düşünüyorum o yanıma otururken. Yüzünde ilk bakışta anlamlandıramadığım ama zamanla düşüncelerime yerleşen harika bir uyum var. Mona Lisa’nın yüzü gibi ikiye bölünmüş. Bir tarafı hüzünlü ve umarsız, diğer tarafıysa Akdeniz enerjisinin ve ölçülü rehavetin neşesiyle gülümsüyor. Onda bir şeyler anlatmak ister bir hava var. Tıpkı doğa gibi; doğallık ve naiflik akıyor üstünden. Dudaklarının ucunda bekleyen kelimelerin sabırsızlığını seziyorum.

 “Karşıdaki evi sormuşsun. Madem yazıyorsun sana bir hikâye anlatayım, yazarsın belki,” diyor. İşte diyorum içimden, bu doğanın konuşması…

“Savaş zamanı kimsecikler vermedi bu dağları. Geçit yok dediler.” Deyip susuyor Çağlar Hanım. Bekliyorum. Sonra, sesi daha derinden çıkmaya, galiba ondan sonra yüreğiyle konuşmaya başlıyor;

“ Düşman gitti ama kirli postallarının kanlı çamurunu evlerin içine, kadınların yüreklerine bırakıp gitti. Ben sana bir şey diyeyim mi? Zafer kadınların fedakârlıklarıyla kazanıldı…”

Gözlerimle onayladım. Henüz daha konuya girmediğinin farkındayım. Sanki anlatmak istediği hikâye için cesaretini toplamaya çalışıyor; akmıyor sözcükler, durağan.  Kafasıyla o evi gösterdi, yüzü ciddileşti:

 “Yaşlı bir adam tek başına yaşar orada," dedi.

Ev gözümün önüne kadar geliverdi. Çıplak, mezar kadar sessiz görünüyor. Birden sis bulutları kaplıyor üstünü. Gerçekten de o an bir bulut dolaşıyor. “Yağmur geliyor.” diyorum. Ama büyüyü bozmak niyetinde değilim, susuyorum.

"Gelmez. Ne zaman bu konuşulsa bulutlar saklar evi. O zaman anlarız anlatıldığını...”

O anda, içime sığmayan merak duygusu tüm vücudumu sardı. Kahkahaları duyulan bir araba geçiyor yanımızdan. Bunu duyuyor fakat umursamıyoruz ikimiz de. Bazı anlar vardır ki hiçbir şey o anki duygu yoğunluğunu bozmaz. O anlardan birini yaşıyoruz. Çağlar Hanım konuşmaya devam ediyor:

 “Savaş bitmiş. Sokaklarında acı kolay kolay diner mi? Kasabalıda çaresizlik, bir başınalık, yokluk. Kadınlar hem erkek hem anne, işçi, savaşçı da. Tencereler boş. Cepheye gitmeyen kadınlar birebir vuruşmasa da heyhat en dibine kadar yaşıyor savaşı. Öyle yaşıyor ki, içine işleyen korku ve dehşeti sonrasında yıllarca atamıyor..."

“Siyahlara bürünen Anadolu gibi.”

“Evet. Ama ateş bu kıyılara bir başka düşmüş. Düşman yatak odalarına kadar girmiş…” diyor ve yutkunuyor.

Dünya kuruldu kurulalı tüm savaşların başı ve sonu arasında olan her şey aynı. Gerçek hiç değişmiyor. Galip taraf için bile savaşın sonunda insanlar aynı yarayı alıyor. Yıkım, acı, keder, kayıp, bitimsiz bir yokluk. Deniz kokan güzel bir günde, elimde soğuk beyaz şarabım, önümde doğa manzarası var ama ben kendimi savaşın acısına sürüklemekte nedense zorlanmıyorum. Çağlar Hanım devam ediyor:

“Savaş bitince Türk komutanlar Yunan askerinin denize döküldüğünü müjdelemek için köy köy kasaba kasaba gezmişler. Buraya da gelmişler. Halk hâlâ savaşta olduğunu sanıyor düşmanın yok edildiğine bir türlü inanamıyormuş. Kasabanın sokaklarında delirmiş gibi bas bas bağırırlarmış kadınlar: - Düşman gitmedi. Hâlâ burada…- Askerler ne diyeceklerini, ne yapacaklarını şaşırmışlar. Her yanı al bayraklarla donatmışlar. Ne var ki gencecik kadınların yürekleri bir türlü ferahlamazmış. Delirenler, kaçanlar, kendini öldürenler olmuş.  Evet, evet! Savaştan çıkıp intihar eden elleri kınalı kadınlar. -Bu vatan bizim, bu topraklar, bu dağ, deniz. Erin eve dönsün hele, biter her şey.-  dermiş asker ama kadın yüzüne bakamazmış. Karnına karnına vururmuş. Asker özgürsün dedikçe daha da çok dövünürmüş…”

 “-Nedir sizi bu kadar üzen deyin hele?- demiş bir asker.

“-Benim savaşım bitmedi. İçimde döl yaşıyor. Karnımdaki ne olcek! Ne olcek onaaa? Ya bana? Erimin yüzüne nasıl bakacam?-   deyip bağıra bağıra atmış bir kadın kendini denize. Oracıkta kaybolup gitmiş. Bulamamışlar onu. Bebeği kalakalmış öksüz.”

Yüreğime bir fırça darbesi gibi değiyor kadının sözleri. O an tarihte onlarca yıl geriye gidip denizin kızıllığını görüveriyorum. İçim ürperiyor. Şu anki zaman diliminde havadaki boşluğun varlığını ayrımsıyorum. O sözler, genç kadınların elleri, yürekleri, o boşlukta asılı kalmış. Karşı dağa vurup sesleri kulağıma doluyor. Karnımdaki döl ne olcek, ne olcek bana… Sanki kulağımdan hiç gitmeyecek gibi yerleşiyor.

 Çağlar Hanım, benim sindirmemi istermişçesine sessizleşiyor. O sırada içeriden sesleniyorlar. Bana bir işaret yapıp gidiyor. Güneş dağın arkasına geçerken tatlı bir serinlik başlıyor. Deniz ölü bir göl kadar kıpırtısız. Bu deniz, dağ, ağaçlar her şeye şahit. Onlar gördü. Doğa güzel olanı gösteriyor. Çirkini, kötüyü nasıl da içinde yok ediyor. Belki de şahit olduğu ve gizlediği kötülükleri kapatmak için bu kadar mükemmel ve güçlü görünüyordur. Ama eve bakınca insanlığın ne kadar acımasız ve vahşi olduğunu görüyorum, dehşetle ürperiyorum. İnsanların neler yapabileceklerini düşündükçe deli gibi korkuyorum ve bu ılık yaz akşamı birden üşüyorum. Diğer yandan insanın düşmanı da dostu da insan diyorum. Bu ikircikli duygularıma ilaç olan tek şey bu hissettiğim doğanın gücü. Onun sayesinde içimden taşan nefret hafifliyor ve katı duygularım duruluyor.

Çağlar Hanım tekrar yanıma geliyor. Daha sonra ne oldu, diye soramıyorum. Sonra olanın ne önemi var ki. Öykü anlatmak, korları eşelemek gibidir, parmakları yanar insanın. İçime bir acı düştü bir kere. Karşımda duran manzara, çığlığın içindeki sessiz ev, coşkusunu yitirmiş kadın gibi duran deniz, sonrasında olanları anlatıyor bana. Kadının karnındaki döl orada yaşıyor. Denizin ardındaki dağ yurdu olmuş onun. Güneş evin arkasında battı. Yarın yine doğacak. Her şeyin bir sonu ve başka şeylerin başlangıcı olduğunu göreceğim. Sokak lambaları yanıyor. O sırada pansiyonun bahçesinden hafif bir müzik duymaya başlıyorum. Delikanlı bitmiş kadehimi doldurmaya geliyor. Ben denize dalıp gitmişken eliyle evi gösteriyor: “Bakın. Akşam oldu, ev ışıklarını yaktı. Demiştim size. Hep yanar.”

Çağlar Hanım etrafta dolaşıyor diğer müşterilerle şakalaşıyor. Az önce anlattıklarını unutmuş gibi. İşini bilir bir tekdüzelik hissettiriyor bana. Tıpkı bu hayat gibi. Hayatın her daim sürmesi gibi…

 “Mangalı yaktırayım artık. Acıktık değil mi?” diye soruyor.  “Evet” diyorum. “Acıktık.”

 

30 Temmuz 2023 Pazar

Seremoni -Gerçek Bir Hikaye-


SEREMONİ

Aylardır gezginim. Uzaklara, yaşadığım bu hayattan çok daha ötesine gittiğimi, başka bir hayat yaşadığımı kızlarım bilmez. Aramızdaki uçurumun büyüyeceği korkusuyla anlatamıyorum. Kızlarımın, nereye, niçin gidiyorsun gibi olağan, sağlıklı soruları da olmuyor. Duyacaklarından sonra nasıl davranacaklarını bilmedikleri için ses etmediklerinin farkındayım. Bendeki değişikliği kabullenemeyeceklerinden korkuyorum. Ben kaçıyorum, onlar sessiz kalıyor. Ben saklıyorum, onlar susuyor. Bunca zaman böyle geçip gitti. Tüm olanları, utançlarımı, gerçek duygularımı anlatabilecek miyim kızlarıma? Buna hâlâ hazır değilim.

Uzun seyahatimin son günlerini, eve gitmeden önceki birkaç günümü, Hanae’nin Cihangir’deki evinde geçirmek istiyorum. Bu kez yalnız değilim.  Karmaşık duygularla atıyorum kendimi Hanae'nin dingin göğsüne. Öyle hızlı, sonsuz ve öyle yoğun ki duygularım; artık nefesim kesiliyor. Hanae nasıl yapıyorsa dağılan duygularımı bir bardağa akıtıp bir nefeste içmemi sağlıyor. Onun bir geyşa olması, ilk aklınıza geldiği gibi bana geyşalık yaptığı anlamına gelmesin. Hanae ile dostluğumuz yaşama dair ve derin sebeplerden.  Geyşa olması, bol bol yeşil çay içmemizi sağlıyor, o kadar. Benden on yaş büyük olmasına rağmen çok daha genç, hayatı olduğu gibi yaşayan biri. Sırrının çimen rengi yeşil çay içmek olduğunu söylüyor. Öyle olmadığını bilsem de bir çayın, seyahat etmenin ya da bir seremoniye katılmanın mucizeler yarattığına inanıyorum. Çünkü yaşıyorum.

Hanae ile hep yaptığımız gibi yeşil çayımızı içtikten sonra sake içiyoruz.  Hanae neden eve gitmediğimi, önce ona geldiğimi soruyor. Aslında tek amacım  seyahatim boyunca vermeye çalıştığım kararı temize çekmek. Gitmek mi kalmak mı? Artık birini seçmem gerektiğini söylüyor. Hem gidip hem kalamam. Haklı. Onun haklı olduğunu bilmek beni telaşlandırıyor. Düşünmeye başlıyorum.

Sonra birden bir kadın giriyor içeri. Çelik mavisi gözleri, yere doğru berrak bir damla gibi akan beyaz tenli, olgun vücuduyla dikkat çekiyor Adima. Babası Alman. Sırf bu yüzden Türk kanını görüntüsüne uymuyor fakat Türk kanı fışkırıyor Adima’nın yüzünden. “İlginç bir evi vardır Adima’nın…” diyor Hanae, haylazca gülümsüyor,  “Evi görünce nedenini anlarsın…” Bunu söyledikten sonra bir anda Adima’nın gizemli evinde bir Çay Seremonisi yapılacağını söylüyor. Hanae evi ısrarla görmemi, tüm bunların bana iyi geleceğini söyleyince merakım daha da artıyor. Ve tabii çay seremonisine de. Alelade bir davet değil bu. Yapılacak törenin  anlamı ve Hanae 'nin bunca ısrarı benim için önemli. Kabul ediyoruz.

Adima'nın evindeyiz. Yüz yıllık hantal binalarla kurulmuş eski bir sokak. Cihangir’in dışarıdan ilginçliği tahmin edilemeyen, gizil evlerinden.  Dünyanın her yerinden renkli insanlar barındıran, dar köşelerinde küçük sandalye ve masaları olan, dışarıdan bakınca oldukça sıradan ve basit görünen apartman, içinde iki kıtayı birleştiren boğazı saklıyor. Daha kapıdan adımımı attığım anda beni baştan çıkaran bir enerji sarıyor ruhumu. Onca yeri dolaşmama rağmen evimin birkaç kilometre ötesinde, yoğun, bambaşka bir enerjiyle karşılaşmak şaşkınlık verici. Salondan bir ırmak gibi uzayan koridordan geçip banyoya giriyorum. Tamamen kendimi kaybediyorum; boydan boya bir kitaplık var banyoda. Pırıl pırıl, tertemiz. Cam kapaklı dolapların içine havlu, sabun gibi bilindik banyo malzemeleri yerine kitap konulmuş. Banyonun içinde adeta bir kütüphane, bir daha düşününce tersini söylemem daha doğru olur; kütüphanenin ortasında banyo var. Rüyalarımda gördüğüm evi kanlı canlı gözlerimle görüyorum. Cilt cilt ansiklopediler, İkinci Dünya Savaşı Almanya’sı ile ilgili almanaklar, resimli büyük hamur kâğıda basılmış eski dergiler. Hepsi özenli bir şekilde dizilmiş.  Tek boş duvarda bir pencere var. Hayatımdaki küçük, sırlarla dolu pencereler gibi, kendimi durduramadığım merak duygusuyla boş kalan duvardaki devasa buz camlı pencereyi açarken karşıma çıkacak manzaranın beni büyüleyeceğini biliyorum. Martı sesi dolduruyor banyoyu.  Tüm boğaz önümde serili. Denizin tam ortasındayım. Bir apartman dairesinde değil de sanki aklımda capcanlı tuttuğum rüyalarımdaki o gerçeküstü yerdeyim. Fakat burası gerçek. Hayatıma dair onca karmaşa onca hengâme bir anda yok oluveriyor içimde. Düşsel bir yolculuğa çıkmış gibiyim fakat her şey tüm gerçekliğiyle önümde serili. Bir martının içeri girme olasılığı çok yüksek, pencereyi küçük aralıyorum. Klozete oturunca kitaplık uzanma mesafesinde. Bunun konforunu tecrübe ediyor olmak muhteşem… Boğazın mükemmel görüntüsü ve kitaplar bir tuvaletin içinde. Hayâlden de öte. Hayatım boyu kullanacağım bütün tuvalet anlarını şimdi burada kullanmak istiyorum. Salondan seslendiklerini duyunca orada bir süredir kaldığımı fark ediyorum. Salona doğru yürüyorum. Renkli kapakları olan iri kitaplar banyoya giden uzun ve dar koridora yerleştirilmiş. Koridor canlı bir şölen yerine dönmüş. Bunu bilerek yaptıklarını anlayıp gülümsüyorum. Koridor adeta, “Sabırla ilerleyin! Sonunda karşınıza muhteşem bir şey çıkacak,” diyor. Yasunari Kavabata’nın Uykuda Sevilen Kızlar’ın Türkçeye çevrilmiş ilk baskısı hemen gözüme çarpıyor. Bu kitabı ne çok aramıştım. Derken, alt rafta bir miğfer görüyorum. Aşina olduğum bir şey değil tabii ama üzerindeki şekli hemen tanıyorum. Adima’nın kocasına ait. Bir Nazi subayının torunu olduğunu Hanae 'nin bana fısıldadığını anımsıyorum. Böyle biri ile ilk kez karşılaşıyorum. Dedesinin Nazi subayı olmasından utanan bir adam. Belki de kendi saf ırkından olmayan biriyle, Adima ile bu yüzden evlendi. İçimden fışkıran, miğfere dokunma dürtüsüyle parmağımı üzerinde gezdiriyorum. Ürpertici şekilde soğuk, sert ve nefret dolu. Ama bir yandan da neden olduğunu tam kestiremediğim, bir acıma duygusu hissediyorum. Hem atalarından utanıp hem de onları kabullenerek bu miğferi saklaması çok erdemli bir davranış. Hanae parmağını yavaşça ağzına götürüp benim ne gördüğümü, neden şaşkın olduğumu bilir bir ağırbaşlılıkla yere, yanına oturmamı söylüyor. 

Evin salonundayız. Sonunda Çay Seremonisi başlıyor. Seremoniyi Rafael sunacak.  Köşede duran pikaptan, tek bir müzik aletinden bir melodi odaya yayılıyor.  Geçmişin kapısı aralanmış, müzik oradan şimdiye ulaşıyor ve sonsuza dek hiç kapanmayacak gibi. Aklımın dehlizlerinde bir bu an’ı bir öncesindekileri ardı ardına yaşıyorum. Rengârenk bir halının üzerinde oturuyoruz. Bir İran halısı olduğunu, köşelerinde sembolik şekillendirilmiş farsça harfleri sorduğumda öğreniyorum. Ortama mistik bir enerji veren bir yanı var. Rafael Japonya’daki gerçek çay seremonilerinde aslında tahtanın üzerinde ince yastıklarla oturulduğunu ve başka bir sürü ayrıntıdan bahsediyor. Bu andan itibaren  kimseden çıt çıkmıyor.

Rafael. Eve girdik gireli yerde oturuyor. Öyle yakışıklı ki. Gösterişli, büyük, muntazam elleri yumuşak ritimle kıpırdıyor. Ona baktıkça kalbim hızlı atıyor.  İçimin ürpertisini, hayatın bana getireceklerine karşı duyduğum heyecanımı bastıramıyorum.  Japonya'ya gitmiş olsam bile avukat, gezgin ve Katalan birinin gerçek bir geyşa okulunda öğrendiği çay seremonisini yeniden, kendi ülkemde izleyecek olmak beni büyülüyor. Görüntüsü ile el hareketlerinin zıtlığı öyle ahenkli ki sadece bir bütün olmasına bile hayran kalıyorum. Nasıl becerdiyse uzun bacaklarını altına almış. Sıra dışı görünüyor. Rafael, diğerlerine hayatını anlatmaya başlıyor. Olgun gözlerinde bir çocuğun katıksız merakı ve masum haşarılığını yakalıyorum. ‘Kendimi onunla tamamladım’ diyor. Eşinden ayrılıp avukatlığı bırakması. Japonya’ya gidip bir geyşa okulunda zengin kültürü ve çay seremonisi geleneğini öğrenmesi yıllarını alıyor. Geldiği yerde etrafındaki insanlar, iş arkadaşları, anne babası, çocukları bu yaptığına bir anlam veremiyor. Gerçek benliğini bulmak için kurduğu hayattan vazgeçmiş.  Ürkerek ve biraz da gıpta ile bakıyorum ona. Ve sonra birden hayranlık duyuyorum. Şöyle bir bakınca, evdeki herkesin bambaşka dünyalardan insanlar olması tuhaf. Bir o kadar da sıradanlığın olağanüstü bir yansıması. İnsanlar yabancı, alıştıklarının dışında olana karşı çekingen olur; burada böyle değil. Farklılıklarımız sadece yaşadığımız ülkeler değil, yaşam biçimlerimiz, hayatımıza kattığımız değerler ve burada bulunma sebeplerimiz de başka. Tek ortak noktamız duygular. Seviniyoruz, üzülüyoruz, ağlıyoruz, acıkıyoruz, uyuyoruz. Ama farklı şekillerde. Büyüsü de burada değil mi? 

“Bastırmak zorunda bırakıldığın cinsel tercihini özgürce yaşamak için çok şeyden vazgeçmen ne acı,” diyor Adima, Rafael'e. 

 “Bu evrensel bir sorun. Bir trajedi demek daha doğru...”  

Evdeki diğer misafirin duru, bilge ve yumuşak sesi dolduruyor havayı. Buğulu ve âşık gözlerle Rafael’in bakışını görüyorum. Birbirlerine ait olduklarını, aralarında oluşan güzel, tutkulu bağı görüyorum. O an, bir anda sonsuz bir huzur hissediyorum. Sevgiye bir sınır konmamalı. İçten gelen masum bir inanışla, dümdüz sevmeli insanlar birbirini. Derken bu diğer misafir, sevgiye dair konuşmaların arasında; “Kızlarımı çok özledim,” diyor. Buram buram babacanlık ve güven yayılıyor etrafa. Kızlarından uzaklaşmak zorunda hissettiğini söylerken, vazgeçtiği hayatından ona kalanın büyük bir acı ve özlem olması beni öyle üzüyor ki. Bu acıyla yaşamak için seçtiği hayatına ve değerlerine sıkı sıkıya tutunuyor. Yaptığının doğru olduğuna inanıyorum. O anda onu anladığımı fark ediyorum. Baba olmasından gelen yoğun duyguları yaşarken, cinsel tercihinin ne olduğunun bir önemi olmuyor belli ki. Duygularını düzenli bir şekilde ayrıştırıp mükemmel bir dengede tutmak. Düşünüyorum ve bu uyuma hayran kalıyorum. Gülümsüyorum kendi kendime. Oranın büyüsünü bozmaya korkuyor nefes bile almamaya çalışıyorum. Geniş pencerelerden dışarı bakınca Kız Kulesi’ni çırılçıplak görüyorum. Siyah beyaz bir fotoğraf gibi ya da kara kalemle çizilmiş bir tablo. Hemen karşımda ve çok uzak. Benim ona baktığım gibi o da bana bakıyor ve beni küçücük görüyor. O hep orada dururken ben küçük, biçimsiz bir şekil gibi İran halısının üstüne kondurulmuşum ve bütününün bir parçası olmuşum. Hem kendi başıma bir anlamım var hem de o bütünlüğün içinde bir uzuv gibi gerekliliğim. Bu duyguyla daha bir yayılıyorum halının üstüne. 

 Rafael’in parlayan çocuksu gözlerine bakıyorum. Bir anı geliyor aklıma. Şişli ile Kurtuluş arasında küçük bir mahallede yaşardık. Evimizin karşısında diğerlerinden farklı başka bir ev vardı. Kimlerin yaşadığını pek bilmediğimiz ecnebi bir aile otururdu. Arada bir, bahçeye iki ergen çocuk çıkardı. Merakıma yenik düşüp onları gözetlerdim. Öyle düzgün ve nizami oyunlar oynarlardı ki izlerken hayran kalırdım. Katılmaya çekinirdim aralarına, ama bir o kadar da çok isterdim. İçlerinde olmayı istemekten ötürü nedense endişeye kapılırdım. Dışarıda sessiz bir gölge gibi kalmayı yeğlerdim. Bu hayatım boyu böyle devam etti. Ta ki içlerinden biri beni çağırana kadar...  O çocuklar, tıpkı Rafael ve arkadaşı gibi, güzel, disiplinli, hüzünlü, özlemli ve uçuk kaçık iki birey olarak yaşamlarını sürdürdüler.

İnce porselen fincanlara yeşil çay dolduruyor. Yosunu andıran bir koku yayılıyor etrafa. Omzuna koyduğu mor ipek mendil ile fincanların çevresini temizliyor, adeta okşuyor. Aheste aheste, hiçbir anı kaçırmadan, özümseyerek yapıyor her bir hareketi. Konuşmuyoruz ama her duyumuzla birbirimizle iletişimdeyiz. O ne yaparsa ben de yapıyorum. Bacaklarımızın üzerinde eğilerek alıyoruz fincanı. Çay seremonisinde sıranın önemi büyük; Hanae, Adima ve kocası, Rafael’ in erkek arkadaşı  ve en son Rafael. Çayın ekşimsi, acımsı tadı hiç bitmeyecekmiş gibi ağzıma yayılıyor. “Ruhunuzdaki acıları yok edecek. Bunu bilerek içmenizi istiyorum...” diyor. Yüzünde buyurgan, uzun ve keskin  bir ifade beliriyor. Rafael kendi halleriyle o kadar ilgili ki, yolculuğunu yaparken yanındaki insanları sağalttığının ve kendi yolculuklarına çıkmalarını sağladığının farkında değil. Bacaklarının üstüne naif bir kibarlıkla oturuşundan, dünyanın tüm nimetlerine ilahi bir güçle saygılı oluşundan, merakını gideriş biçimlerinden bu kibre sahip olmadığını görebiliyorum.

Bir süre daha yerde oturmaya devam ediyor, Rafael’i izliyorum: O benim masum, serseri, gezgin ve çocuk yanım. Sonra Hanae'yi izliyorum. Hanae benim kadınsı tarafım. Ardından Adima ve kocasına bakıyorum. Alman disipliniyle büyütülen, entelektüel ve bir Türk köylüsü kadar mütevazı Adima’nın bunca mozaiğine karşın yetimliği, en bildiğim ve yaşadığım duygum. Nazi subayı büyük babasından miras kalan, üzerine sinen suçluluk duygusuyla yaşayan koca, benim insaflı, ürkek ve insancıl yanım. Hepimiz birleşmiş ‘beni’ oluşturuyoruz. Bütünü oluşturduğumuz çiçek tarhının ortasındayım. Her birimiz kendi çiçeğinin ortasında. Bu andan aldığım hayat enerjisi benim yarım kalmışlıklarımı tamamlıyor... Sonra birden, içime bitimsiz bir ferahlık veren banyoya, o masalsı yere, bu eve ilk geldiğim günün heyecanıyla tekrar giriyorum. Göz göze geliyoruz. Bana sıcacık gülümsüyor. Aylardır burada başlayan seyahatim boyunca gördüğüm o gülümse. Hep aynı sıcaklıkta ve aşk dolu. İşte o an, hayatla örülü bir mozaiğin içinde olduğumu, her ne yaparsam yapayım, ister hiç kıpırdamadan hatta konuşmadan, sadece içinde durayım; olduğum yerin, an'ların, gerçekleşen olayların bir parçası olarak var olduğumun ve bu bütünden kopamayacağımın, kendimden, gerçeğimden kaçamayacağımın;  böylelikle kendimi tamamladığımın farkına varıyorum. İşte o an benim yıllara yayılan uzun seremonim tamamlanıyor.

“Dalıp gittin! Sen kızlarını özlediysen artık eve gitme vaktin gelmiş demektir…” Hanae’nin sesiyle bacaklarımın uyuştuğunun ve aynı anda ne yapmam gerektiğinin, özlemlerimin farkına varıyorum. Yine bu evde, bu İran halısının üstünde onu görünce başlayan sonsuz, tutkulu, aşk, sevgi ve yeniliklerle dolu hayatım,  şimdi yine aynı yerde yeni başlangıçlara evriliyor. Gitmeye karar veriyorum. Aynı zamanda kalmaya. Kızlarımı yıllar sonra, gerçeğimle, bu hayatımla, Rafael ile tanıştırmaya ve onunla burada, kendi evimde kalmaya.