21 Mayıs 2023 Pazar

Süt Irmağı

 


          

  SÜT IRMAĞI

Karlı bir kış günü soğuk zemin üzerindeyim. Hava burun deliklerimden girip içimi titretiyor. Gözlerimi henüz açamıyorum, neredeyim bilmiyorum. Birileri var yanımda. Birbirimizin üzerine basarak ulaşmak istediğimiz yere varıyoruz. Süt ırmağına! Bir hizaya giriyoruz. Sanki yüz yıllardan beri atalarımdan miras bir dürtüyle uzun tüylerin arasından ırmağın başını yakalıyorum. Bir hizada durduklarım kardeşlerim. Sonra onlardan öğreniyorum. Süt ırmağına “Anne” deniyor.

Süt ırmağı bitti bir gün. Açlık ve sefalet günleri başlıyor. Bu ana kadar hiçbir sorunumuz yokmuş meğer. Anne uyanır uyanmaz insanoğlunun yaptığı sokaklara koşuyor, karanlık çöktüğünde hışırtılı bir şeylerin içindeki kırıntılarla dönüyor eve. Üzerinde eti kalmış kemik parçası getirirse şanslıyız; ama genelde kötü kokan, tadı iğrenç tuhaf şeyler oluyor. Onlara plastik deniyor. Sadece kuru ekmek parçasıyla bitkin şekilde eve geliyor. Beslenecek başka hiç bir şeyimiz yok.

Büyüdüm. Ben de takılıyorum peşine. İnsanlar… Her yerde onlardan var. Bir de arkasında toz bulutu bırakan dev şeyler.  Berbat bir ses çıkaran o dev canavarın peşinden koşturuyoruz. Kulaklarımız savruluyor. Anne zayıf bedenini taşıyan güçlü bacaklarıyla yılmadan koşuyor. Plastik şeylerin bol olduğu bir yere dalıyoruz. Kokuları birbirine karıştırıyorum. Anne büyük bir kemik buluyor. O zaman anlıyorum ki koşarsak aç kalmayız.

Puslu mor bir hava. Böyle havalarda canavarlar doluşur ormana. Dev canavarlar sabahın köründe gelir, gece bastırana kadar etrafta dolanırlar. Pusu kurarlar. Bazen alıp götürüyorlar. Bazen de dokunmuyor, ölmüş bedenleri öylece bırakıyorlar. Neden yaptıklarına bir anlam veremiyorum. Öyleyse neden öldürüyorlar?

Yemek buluruz umuduyla yanlarına kadar sokuluyoruz fakat sadece vahşetlerine tanık oluyoruz. Onlar giderken çılgın gibi peşlerine koşuyoruz. Yetişemediğimiz zaman yenildiğimizi kabul edip bırakıyoruz.

 Sonra bizler için hüzün saatleri başlıyor. Orman adeta can çekişir böyle zamanlarda. Tüm canlılar, iki ayaklı canlıların gaddarlıklarına ağıtlar yakar. Ağaçlar hışırdayarak ağlaşır, kuşlar delirmiş gibi ciyaklayarak bir oraya bir buraya konmaya çalışır. Ağaçlarını bulamazlar yerinde. Kesilmiş gövdeler vardır. Uçmaktan helak olurlar. Çakılırlar yere. Annem yaşlandı biraz ve insanoğluna hep kızgın ama cesur. Olmak istediğim gibi, odur örneğim. 

Bir sabah tek başıma uyandım.  Uzun zaman oldu kardeşlerim de yok.  Annemle insanların sokaklarına gitmek istiyorum yine. İleride sere serpe Anne’nin yaşlı bedeni. Dev canavarın gazabı bu. Toprak serpiyorum yüzüne. Ulumalarım ulaşıyor göğe. Diğerleri duyuyor, karşılık veriyor.

Artık tek başımayım.

Düşüyorum yollara, insanların kurduğu sokaklara. Annemin getirdiği kemikli etlerden bulmak hedefim.

 

18 Mayıs 2023 Perşembe

Öykü: Uykucu

UYKUCU 

Gün bitiyor sonunda. Beni hiç bırakmayan yorgun ve umarsız duygularımla varıyorum eve. Gün boyu yaptığım gergin telefon konuşmaları, dosyalar, kalın duvarların arkasında yapılan gürültülü toplantılar, havasız odaların mekanik uğultuları, parasızlık, mutsuzluk, hayatın anlamsızlığı, tatminsizlik, sevilmemek, sevişememek ve Caner. Havada asılı bir balonun içine üflüyorum hepsini. Mayhoş yastığıma sarılıp ölü gibi uyumak ve her şeyi unutmak istiyorum. 

İtiraf etmeliyim; uykuyu ihtirasla seviyorum. Öyle ki yatağımı paylaştığım adamı bile bu ihtirasıma kurban ediyor, Caner’i kaybediyorum. Her geçen gün, kayan yıldız gibi uzaklaşıyor benden. Benim en büyük çaresizliğim. Uyurken yaşamın, bıraktığım yerde kalmadığını, sürmeye devam ettiğini bilmek beni derinden üzüyor.

Uyku, yaşarken en güzel ölüm şekli. Her gece ölüp sabah olunca dirilmek. Eşsiz bir yenilenme. Yaşamakta olduğum gerçekliklerimi hafifleten, onları görmezden gelmeme yardım eden bir uyuşturucu.  Bile isteye seçiyorum; ben bir uykucuyum.

Gündüzlerim sanal bir bulutun içinde geçiyor. Orada öyle mutsuzum ki... Ne var ki benim kaçış yerim orası. Caner’le aramızda açtığım uçurumdan, kendimden, düşüncelerimden, beni zincire bağlayan çaresizlik hissinden. Ama yine de mesai bitimine yaklaştıkça bulutu yırtıp fırlamak istiyorum. Gerçek olmayan, kafamın içinde kararan bir bulut. Yırtmak zor. Neredeyse imkânsız. Bankanın sigara içilen teras katına çıkıp uzun derin nefesler alsam da geçmiyor. Onca müşterinin ağız kokusunu çektikten sonra, odanın jalûzilerini kaldırıyor ve akşam olduğunu görüyorum. Uyumama çok az kaldığını düşünerek seviniyorum. Yoğun, özlem dolu bir tutku bu. Başka hiçbir şeyi onun yerine koyamıyorum. Ne bileyim, karmaşık bir gariplik; uykuyu ölümle bağdaştırmam. Ölünce dünyadaki korkulardan kurtulunuyorsa uyku bunun ön ödülü benim için. Uyuduğumda dertlerim ölüyor. Ama sonra, her sabah yeniden diriliyor.

Cılız göğüslerimi dimdik tutan sutyeni çıkarabiliyorum sadece. Caner daha eve gelmemiş. O gelmeden biraz uyusam… Geldiğinde uyanmayı ummaktan başka çarem yok. Uyandıktan sonrası, karşılıklı sessiz bekleyiş. Hangimizin neyi beklediğini bilmeden. Uyku öyle mi? Beklemeler yok. Yalnızlık korkusu yok. Anlar ardı ardına birbirine bağıl şekilde ve muhteşem bir uyumla ilerliyor rüyalarda. Gerçek ise bundan çok uzak. Birbirine birleşen her bir günle açılan, ikimizin arasında kalan açıklayamadığımız ve konuşamadığımız boşluklarla dolu. Onlarla doldu hayatımız. Aramızdaki o boşluğun içinde kayboluyorum uyanıkken.

Yavaşça, her soluğumdan tatmin olup süzülüyorum yatağa. Hani uykuya tam geçişte vücut titrer ya, çırpınır; kollarım ve bacaklarım titreyerek gevşiyor, yüz kaslarım yumuşuyor, kaskatı kalmış iç organlarım kendini karnımın boşluğuna sakince bırakıyor. Keyifle düşüyorum uykunun dolgun kucağına. Kedi gibi mırıldanıyorum, köpek gibi hırıldıyorum. Vahşi ve gizil duygularım bırakıyor kendini uykuya. Uykuda çözülüyor tüm susulanlar. Kafamı yastığa koyduğum anda, gün boyu özlemle beklediğim anlar başlıyor. Muhteşem çekiciliğiyle dünyalar güzeli uykum ve titrek bedenim paha biçilmez bir bedelle nihayet iç içe...

Yere sağlam bastığım hiçbir düşüm yok neredeyse. Uçurumda veya suyun altındayım genelde.  Ben, bana bakıyorum. Çorak bir vadinin bir tarafındayım. Diğer tarafta Caner. Yanına geçmeye çalışıyorum. Ben yürüdükçe vadi genişliyor. Aylardır sevişmediğimizi düşününce neden cinsellikle ilgili rüyalar görmüyorum, bilmiyorum. Aklıma sıkça gelmiyor fakat rüyada görmüyor olmam beni daha çok şaşırtıyor.

Gecenin neresindeyiz bilmiyorum. Sigara kokusunu duyumsuyorum. Uyandırıyor koku beni. Burnumun içi kaşınıyor; elim gitmiyor kaşımaya. Bu sırada, Caner’in ettiği bir iki laf geliveriyor kulağıma;

“Bir kere olsun duy beni. Ben gidiyorum. Kalk ve konuş benimle! Daha ne kadar kaçacaksın? Ladin uyan…”

Bir at kadar iyi duyuyorum Caner’i. Duyduklarımdan çok, onun benimle konuşmaya çalışması ürkütüyor beni. Uykumdan uyanmak istemiyorum. Neden susmuyor? Sus artık. Sus! En tatlı an’ım heba oluyor!  Sürekli bir şeyler söylemeye çalışmandan yoruldum. Sus, sus. Sayıklamalarım doluyor ağzıma. Ağzımdan çıkıyor mu çıkmıyor mu, bilmiyorum. Bir anlık susuyor. Oh... Vücudumun her bir santimini, ayak parmaklarımın ucunu duyumsuyorum. Kalbimin pıt pıt atışını duyuyorum. Sonra hepsi susuyor. Koyu, sert biçimsiz bir maddeden farkım yok şu an. Mikro parçacıklara bölünüyor ve yatağın her yanına dağılıyorum. Uykuya dalmam ile Caner’in sesi kulaklarımda yankılanıyor.

“Ladin. Bak. Ben başkasına aşığım. Bunu artık söylemek zorundayım. Duydun mu beni?”

Birden savrulmaya başlıyorum. Yukarı ve yatağa, sonra bir daha, bir daha. Uykuya teslim olmayı seçtim ben, her şey nafile. Ne git diyebilecek cesaretim var ne de kal diyecek gücüm. Susmayı seçiyorum. Uyumak en güzel susuş. Rüyamda ağlamak veya gülmek yoktur; sadece sabah kirpiklerim ıslaktır. Uyanmazsam, duyduklarım gerçek olmaz, rüya olur kalır düşte. Duymak istemiyorum. Aramızdaki o dev uçurum sadece rüyamda kalmalı. Ben duymazsam sen de gitmezsin. Uyanmamalıyım. Uyumalı ve bunun sadece bir düş olduğunu düşünmeliyim. Hayatla bağımı kuran tek nefesim olmalı. Rüyamda gerçek ile düşün birbirine sinsice karıştığı bir geçit var. Caner’in sözleri bu geçidin tam ortasında duruyor şimdi. Konuşmayınca gerçek olmaz. Söyleme bir şey. Söylediğinde sonsuza dek kalıyor o sözler ve hiç gitmiyor. Sus! Söyleme! 

Çocukluğumu görüyorum uykumda. Saklambaç oynuyoruz. Önüm arkam sağım solum sobe… Oyun bitmesin hemen, hadi devam. Saklanıyorum. Büzüşüyorum. Küçülüyorum. Sıkıştırıyorum bacaklarımı. Caner beni bulamıyor ve sobeleyemiyor.  Bir boşluk var, soğuk sert bir hava geliyor baldırlarıma. Kollarımdaki tüylerin kalkışını duyuyorum. İyice topluyorum bedenimi, büzüş, küçül ufal; yok, boşluk dolmuyor. Göğüs kafesimden yukarı doğru yükselen bir şey hissediyorum. İçimdeki dehlizlerden yol bulup bedenimden dışarı akıyor. Uyanır gibi olunca anlıyorum. Kollarımdan tutmuş beni savuruyor.

 “Uyansana, uyan!”

Gözlerimi mıh gibi yumuyorum. İki kolum da sanki kemiksiz, havada tüy gibi dalgalanıyor, bir sağa bir sola. Sonra yine uyuyorum. Bir kadın yatakta yatıyor. Kadının yüzünü seçemiyorum, tanımsız. Minik göğüs uçlarında ince ip sallanıyor. İpin ucu gözlerime değiyor. İğrenmem sıkılmam gerek, yok. Aksine. Uykudayım. Bir tek saçlarını tanımlayabiliyorum. Kumral iri kıvrık saçları yüzümde eserken o, kadını okşuyor. Üstünde, yanında, içinde. İniltili, kedi hırıltısı gibi ses yayılıyor. Benden küçük bedenleri. Mesafeli. Bir uzak bir yakın. Bana bakarken gözleri çekik ve kısık, yanakları parlak. Elim ıslanıyor. Caner’in yüzü dumanlı, ıslak. Kalçasını ileri geri itiyor, yavaş, ağır. Sanki kadın tek başına sevişiyor. 

 Uyanıyorum. Koca yatağa yayılmışım, bacaklarım uçtan uca sere serpe, kollarım alabildiğine açık. Ellerimin uyuşukluğu, ayaklarımın örtüden dışarı çıkan kısımlarının ürpertisiyle sanki ölümün sonrasını yaşıyorum. Bir serserilik var bedenimde. Yanımın boşluğu gözlerime, sessizliğin havada kalmış esintisi alnıma vuruyor. Kafam karışıyor. Hep karışık ya zaten. Gerçekle düş arasındaki o geçiş anında sonunda takılıp kalıyorum galiba. Gece ne oldu? Caner geldi mi? Yoksa gitti mi? Neyin düş neyin gerçek olduğunu çok iyi biliyorum. Uykumda gördüğüm o uçurumu, ben her uyuduğumda, her geçen gün açtığımı. Ben kaçtıkça daha çok uykucu olduğumu. Uyudukça daha uzaklaştığını. Korkaklığımı. Yüzleşememelerimi. Her şeyi. Kendi yüzümü görmek için bir ırmak dolusu ağlamam ve eğilip ona bakmam gerekir. Her insanın hayatı bir yenilgidir. Ama kimilerinin yenilgisi daha görkemli, benim gibi. Gözlerimdeki çapakları alıyorum tırnaklarımın içine. Kollarım kızarmış. Yataktaki yastıklardan biri, Caner’in, alabildiğine kabarık. Dün ve önceki geceler de. O an, yanımdaki boşluğu gördüğümde, onunla beraber yaşamayı kanıksadığım, göğsümdeki veya içimdeki, hiç geçmeyen ağrıyı tüm gerçekliği ile hissediyorum. Ve yine tam olarak neremin ağrıdığını kestiremiyorum. Ama bu kez sanki kalbim ağrıyor. Kalp ağrır mıydı? Hâlâ uykum var. Bir daha uyanmayı hiç istemiyorum.

 

 

 

 

 

15 Mayıs 2023 Pazartesi

Yol Öyküsü: Bir Gece Seferi

BİR GECE SEFERİ

‘Yirmi iki otuz Ankara Ekspresi hareket etmek üzeredir! Tüm yolcuların yerlerini almaları önemle rica olunur!’

Ece anonsu duyduğunda ürperdi. Tren yürümeye başlayınca babasının öne düşmüş omuzları tek bir noktaya dönüşene, istasyon karanlığın içinde yok olana kadar onu izledi. Üç yıl olmuştu. Üniversiteyi bitirdiği yıldı. O yıldan sonra annesinin her ölüm yıldönümünde bu trene biniyordu. Her seferinde, büyük bir keder ve çaresizlikle onu trene bindirmenin karşı konulmaz acısını babasının yüzünde görür ve bunu sadece oturaklı bir hüzünle karşılardı.

Devasa karanlığın içinden tren süzülmeye başladı. Rayın o tekdüze tıkırtısı Ece’nin içini parçalıyor, trenin her kıvrılışı onu adeta başka bir boyuta atlatıyordu. Böylelikle Ece annesine, onun burada, bu trende dolaştığına inandığı ruhuna ulaşacaktı. 

Yataklı odaların çoğunda bulunan küçük lavabonun kenarındaki TCDD damgalı sabunu aldı eline. Kenarda sabit duran demir koltuğa oturdu. Sabunu yüzüne sürmeye başladı. Burnuna götürüp gıdıklanana kadar kokladı. Aynı sen kokuyor sabun. Giysilerin kokardı böyle. Ben de koyuyorum giysilerimin arasına. Tatlı, küçük birkaç anı hepi topu. Çantama sığıyor... Daha fazlasını yaşamamıza izin vermedin anne! Sonra, çantasında taşıdığı eski sabunu çıkarıp lavabonun kenarına, yenisini çantasına koydu.

Raylı kapı tıklandı. Sanki evindeydi ve kapı çalıyordu. Aralayıp kedi gibi çıkardı kafasını. Biletçi üzerine düşen vazifesinin verdiği rahatlıkla içeri bakmaya çalışıyordu, “Yalnız mısınız?”, “Evet, yalnızım. ”

Biletçinin, dikkatli ve biraz da meraklıydı bakışları. Ece kapıyı açtı sonuna kadar, annesini anma törenine buyur edercesine. Ece'nin telaşlı ve yalnız hallerini hızla ve susuz yutulan bir hap gibi içine almıştı adam. Dudağının ucuna küçük bir gülücük taktı;

“Birisi daha var sandım. Yalnızmışsınız… Restoran ikinci vagonda, yemek servisi gece ikiye kadar, kahvaltı altıda başlar.”

İlk kez duyarmışçasına onu dikkatle dinledi. Biletçinin uzattığı el havlusunu aldı. Havlu öyle yumuşak ve beyazdı ki. Sıcaklığını hissetti, ısıtılmıştı. Göğsüne bastırdı. İstemsizce, vahşi, içgüdüsel bir hareketle. Utandı. Havlunun sıcaklığı tüm vücuduna yayılırken gevşedi.

 “İyi yolculuklar dilerim Ece Hanım.”

Az daha seni ele verecektim. Olmayan annesiyle konuşuyor diye beni deli sanacaktı. Delirmedim de değil! Havluya sarılışım filan! Tuhaf değil mi? Burada her şey sana ait gibi geliyor bana. Bu devasa çelik yığını, içinden geçip deldiği gecenin karanlığı, görevli, bu ranza, o sabun, havlu, hepsi senmişsin gibi. Beni içine alan bir şey var bu trende, uyuşturan bir enerji. Pencerenin camını kırıp kendimi rüzgâra bırakıversem! Tren hızını aldığı anda, birden, senin yaptığın gibi... Sana benzememden korkmuşsun ya. Şakaklarım titriyor. Ellerim buz kesti bak! Bedenini boşluğa bırakırken, tam o anda, geldim mi aklına? Raylar sonsuza uzanıyordu ve sen bu sonsuzluk büyüsüne kapıldın. Öyle mi oldu… Seni anlamam için bana bir tek şey göster, bir ipucu. İşte buradayım. Seni benden alan trenin içindeyim yine. Bak geldim yanına…

İkinci vagona, restorana doğru yürüyordu. Odaların kiminden konuşmalar, kiminden kıkırtı geliyordu. Kapıları okşayarak ilerlerken, insanların birbirlerine söylediği sıradan sözcükleri duymak acıttı onu. Duydukları değildi onu acıtan; yaşadığı şeyin ‘sıra dışılığından’, onun bile zor kabullendiği bu yokluğundan gelen bir utanç vardı içinde. Hiç geçmeyecekmişçesine mıh gibi duran bir acı. 

İçeri girdi. Restorana gelmişti. Güzellikleriyle değil de, tavır ve hareketleriyle dikkat çeken kadınlar vardı masanın birinde. Aralarında sohbete dalmışlardı. Yanlarından geçerken öyle yavaş ve dikkatliydi ki, kısacık bir süre meraklı gözlerle Ece’ye baktılar. Ağızlarından çıkan sözcükler tepelerinde bulut misali öbeklenmiş bekliyordu. Ona bakarlarken birden yüzleri hepsinin aynı oldu, beyaz soluk ve üzgün bir kaç  kararlı göz. Hepsinde annesinin yüzü belirdi. Anma töreni başlıyordu. Dumanın içinden geçerken boğazına dolan sigara dumanını, masasına oturana kadar bırakmak istemedi. Masaya oturdu ve dumanı üfledi:

Senin gibi yaptım gördün mü?... Kadınlar sana benziyor. Cam kenarında oturanın saçları seninkiyle aynı. Kumral, gür, uzun. Çocukluğumdaki gibi. Karşısındakinin büyük gözleri. Senin hayata şaşkın bakan korkak büyük gözlerin. Yanındakinin ise kemikli çökük omuzları, tıpkı son zamanlarındaki gibi. Alımlı, şefkatli, ürkek ve de ciddi. Senin bu trende, o masada olduğunu biliyorum. Benimle konuş haydi!

Yan masadaki adamla göz göze geldi o anda. Popülist kisvesi kuşanmış tavrının aksine yaşı anlaşılmayan bir adamdı. Elinde Cumhuriyet Gazetesi ile tek başına oturuyor gazetesini okuyordu. Babasına benziyordu. Onun gibi gözlüklerini burnuna yerleştirmiş gazeteyi onun gibi açmıştı. Ece’nin tuhaf hallerine rağmen ciddiyetle okumasına devam ediyor sanki manşetteki yazıyı onun görmesini sağlamak için hiç kıpırdamıyordu:

‘Kadın trenden atladı. Naaşı bulunamadı’ Bak! Babamı da yerleştirdim senin trenine. O etrafında bir şeyler olurken gazetesini okumaya ve kendince olayları böyle atlatmaya devam etsin. Tamam, yargılamayacağım bu sefer! Sadece anlamaya çalışacağım. Yolumuz uzun.

Çok geçmemişti ki tren yavaşladı, ardından acı bir frenle durdu. Girdiği başka âlemden aniden çıkmıştı. Ciddiyetle camdan dışarı baktı. Zifiri karanlıktı ve insanı ürpertecek kadar sessizdi etraf. Telaşla ayağa kalktı. Yanına garson yaklaştı.

“Niye durdu şimdi?” diye seslendi garsona. “Karşıdan gelen treni bekliyoruz,” dedi. Diğer masadaki kadınlardan biri; “Birkaç yıl önce bir kadın atlamış trenden. Gazeteler yazmıştı. Öyle olmasın da yine!”, “Atlamış mı, ölmüş mü peki?”, “Ne yazık!” dedi bir diğer kadın. “Kim bilir ne derdi vardı.”

Konuşmalar çivi gibi çakılıyordu kulaklarına. Duymak istemiyordu. Garsona seslendi. Sesleri ortadan bölmek istercesine yüksek sesle bağırdı. “Ben şarap alabilir miyim?”

Etraf sessizleşince yalnızca onun sahip olabileceği bir hüznün ağırlığı çöktü üstüne. Sırlarla dolu bir gizemle, kimsenin bilmeyeceği, sıra dışı gerçeği ile baş başa kalmak için şarabını yudumlamaya başladı. Her şey, herkes bu ana hizmet etmeli, annesini bu anda, onu son gören bu trende iliklerine kadar hissetmeliydi. Trene binme amacı, bu anma töreni değil miydi? Kimi arkasından dualar okur, kimi mezarlığa gidip otlarla bezenmiş toprak parçasına bakarak anardı yitirdiğini. Ece de böyle anıyordu annesini. Dahası anlamaya çalışıyordu onu. Bir şişe kalecik karası geldi masasına, iki içi boş küçük kadehle birlikte. Garson işini yapmaya devam etti. Kumaş peçetesi ile usta bir somelier* gibi servis yaptı. Ece, iki bardağı da doldurmasını istedi. Bardaklara usulca dolan kırmızı rengi izliyordu:

İçimin boşlukları da böyle dolar mı? Trenin durması beni altüst etti. Dışarının bu karanlığı seni korkutmadı mı? Ölmek!

İşte bu anda masalarda oturan tüm o insanlar yoktu. Her yudumla girdiği akıl yolları daha bir daraldı. Ve en sonunda Ece daldı içeriye. Şarabın kadehten ağzına aktığı gibi annesinin sesi doldu kulaklarına. Gerçekti, olduğu gibiydi. Külçe gibi ağırdı. Balyoz gibi sert. Pencereden baktığı gözleri büyüktü. İçine girip kaybolabilirdi neredeyse. Islaktı, serkeşti. Uzun açık kumral saçları beline kadar inmişti. Öyle güzeldi ki, üzgün ve olgundu. Hiç durulmayan bir nehir gibi beyazdı. Karanlık pencerede heykel gibi duran omuz başları, göz çukurları, Modigliani’nin resimlerindeki kadınlar gibi uzun boynunu kıvırışı… Sağ eliyle sol omzunu sol eliyle sağ omzunu tutuşu.

Üşümüşsündür. İncecikti bedenin. Titriyorsun işte. Demek soğuk bir gündü. Başka da bir şey bilmiyorum ve unutmaktan korkuyorum. Yüzünü, en çok da kokunu… Kokunu ve sesini anımsamak, onları canlandırmak için her yıldönümünde buradayım işte. Hani, çocuğuyum onun, demişsin ya… Beni de çocuğu yapar mı? Tren olmak isterdim. Olup biteni bağrıma basmayı ve yolumda gidebilmeyi arkaya bakmamayı…

Bir kasabadan geçiyorlardı. Dünyevi meşgalelerin varlığı, yaşadığı bu anın arka fonu. Siren sesleri, şehrin uğultusu ve dünyada tek olmadığımızı gösteren pek çok şey. Tüm bunlar onu yalnızlaştırdı. Dışarısı çok karmaşıktı. Tren ise dingin bir deniz gibi uçsuz, berrak ve huzurlu. Penceredeki sokak lambasının uzayan gölgesinde camdaki gözleri yok oldu: Kayboluyorsun gerçek hayatta. Nereye gidiyorsun? Seni neden hiç anımsamıyorum? Hem unutmamı hem de hep anımsamamı istemişsin mektubunda. Çabalıyorum. Hiçbir şey olmamış gibi hayatıma devam etmemi istiyorsun ya… Bu çok zor anne! Sabah işe koyulduğumda beynimde sadece ray sesi oluyor. Seni benden alan o ray sesi. Sonra hiçbir şey kalmıyor geriye. Geriye kalan tüm günlerde, haftalar ve aylarda o ray sesini duymanın özlemini yaşıyorum. Ben de atlamak o raylara sonsuza dek kavuşmak istiyorum.

 Garson yanına geldi. Sakin, sıcak ve ağırbaşlıydı genç garson,  “Geç oldu. Restoran kapandı. Buyurun, odanıza çekilip dinlenin.”

 Biraz daha otursak! Sohbet edelim, öylesine, havadan sudan konuşalım. Bir kadeh daha… Seninle baş başa olabildiğim tek yer burası. Seni terk etmemi istiyorsun! Sen gidince, bende yaşamaya gelmiş, sonra da vedalaşmadan çekip gitmiş düşlerim bütün ağırlığıyla yüreğime çöküyor. Saçımı okşar mısın anne? Kokunla uyumam için yanımda kal. Sabaha kadar…

Son vagondan bilet almıştı yine. Treni baştan sona yalpalayarak yürümeye başladı. Bu kez yapabilirdi belki de. Koridorlar rayların her kıvrımında uzuyor, tren kollarıyla onu çağırıyor gibi geliyordu. Vagondan vagona geçişte aradaki körükte durdu. Rüzgârın uğultusu kulaklarını acıtana kadar bekledi:

Dışarısı zifiri karanlık ve soğuk. Hayâl ettiğim gibi bu gece. Gözlerimi kapatıp kendimi karanlığa bırakırsam… Biter mi her şey? Şimdi hemen, ben de atsam kendimi… Babam. Ya o!  

Uyandığında ranzadaydı. Nasıl gelmişti buraya kadar? Belki de garson… Gün aydınlanmıştı. Tren rayın tatlı kayganlığında, tüm gizemi ve sırlarıyla sakin bir deniz gibi sessizdi.

Bu kez de başaramadım. Ben senin kadar cesur değilim belki de…

Perdenin arasından cumbalı İstanbul evlerinin çiçeklerinin renkleri doldu içeri. Bir yıldönümü daha geçti ve o annesinin sözünü tuttu, atlamadı. Giyindi, toplandı ve restorana gitti;

 “Gece uyutmadım sizi galiba...”

“Uyumak ölmek gibi bir şey, biz yaşıyoruz. Öyle değil mi? Odanıza gidin dediğimde, böyle demiştiniz dün gece.”

“Başka ne söyledim?”

“Başka. Başka bir şey söylemeyeceğime dair size söz verdim.”

“Yoksa. Her şeyi biliyor musunuz?”

Garsonun söyledikleri bir kuş gibi çırpındı havada ve kuş uçuverdi. İçi kıpırdadı Ece’nin. Artık zamanı gelmişti. Mektup hırkasının cebinde duruyordu. Elini cebine attı. Mektubu nazik hareketlerle açtı ve okumaya başladı:

‘Kızım Ece’ye bu mektup,

Hep giydiğin hırkanın cebine koyuyorum mektubu. Affet beni kızım. Dayanamıyorum. Ben çok hastayım kızım. Öyle bir hastalık ki ruhumun ilacını bulamadım. Onu yok etmek beni kurtaracak. Ruhumun enkazı bedenime çöküyor. Senin bir suçun yok. Bunu bil. Babanın da. Bana rağmen beni sevdi. O çok iyi bir baba. Çok iyi bir kocaydı, ona söyledim, yazdım ona da. Gözlüğünü ve saatini koyduğu çekmecede mektubumu bulacak. Amacım onu üzmek değil aksine, artık üzmemek için bunu seçtim. Güzel kızım, çok iyi olacaksın ve ben seni izleyeceğim. Ben şanslı değildim. Çocukluğumdan böyle. O zaman da denemiştim ölmeyi. Bu kez olacak. Kimse yoktu yanımda. Bir tek baban ve sonra sen. Baban bana rağmen beni karısı yaptı sonra anne. O beni biliyordu, yine de güvendi bana. İyileştireceğini sandı... Treni suçlama, çocuğuyum onun. İçimde yılan gibi gezinen kötü düşüncelerden, ruhuma yapışmış binlerce acıyla yaşamaktan. Şimdi mutluyum. Bedenimi bulmaya çalışma olur mu? Görme beni. Sakın kendinde suç arama. Sen bana benzeme, beni affet ve yoluna devam et. Seni çok seviyorum. Annen.’

Boğazın ferahlatan genişliği ve aydınlığı pencereden önüne serilmişti. Mektubu hırkanın cebine geri koydu. Gelecek yıldönümünde çıkarmak üzere. Tren sır dolu, karanlık dehlizlerden geçip her şeyi ardında bırakmanın ve yaşayan dünyaya ulaşmanın keyfiyle usul usul Haydarpaşa’ya giriyordu.

*iyi restoranlarda çalışan, özellikle şarap konusunda uzman kişilere verilen isim