17 Ağustos 1999 Salı

Yıldızlar Ne Diyor?


YILDIZLAR NE DİYOR?
Issız evimde sıradan bir gündü. Çöl kadar sıcak bir akşam. Bu yetmez gibi bir de gelecek kaygısıyla bunalıyordum. Beş aydır işsizdim ve bıçak kemiğe dayanmıştı. Eve kapanmıştım. Hani tutulursunuz. Kaygı yerini uyuşukluğa bırakır. Uzuvlarınız hareketsiz kalmayı seçer ama beyin durmak bilmez tam gaz ilerlemektedir. İşte ben de öyleydim. Aklımdan geçenleri dize getirecek hiç bir şeyi yanıma yaklaştırmıyordum. İstemsiz aldığım nefes de olmasaydı; ev mezar ben de ölü olurdum. Yalnız, parasız, amaçsız ve isteksiz...
İçim sıkılıyordu. Deli gibi. Patlıyor, sonra parçalarımı yerden toplayıp yine takıyordum beynime. Stefan Zweig’in Satranç romanını okumak bana nedense iyi geliyordu. Dr.B’nin, hiçliğin korkunç baskısı altında sinirlerinin nasıl bozulduğunu okudukça sonumun Dr.B gibi olabileceğini düşünüp rahatlıyordum. En zoru da güçlü bir vakum gibi içime çeke çeke sessizliği dinlemek oluyordu. Sanki bir şeyi bekliyordum. 
Gece ile en denk olduğum an, gökyüzünde binlerce belki de milyonlarca yıldızın arasında  gezindiğim zamanlardı. Elimi uzattım, neredeyse tutacaktım. Kendi kendime mırıldanmaya başladım;
“Ne parlaksınız bu gece! Nedir sizi coşturan sıcak ağustos gecesinde? Rüzgâr utanıyor bu halinize. Rüzgâr! Es yüreğime, ferahlat böğrümü. Ey uyku! Özlemle bekleyen bu cana değ de yaşadığını bilsin!” 
Uyku bana küstü, ben rüyalara; rüyalar hayallerime; hayallerse örtük geleceğime. Bir karmaşa içinde yaşıyorduk. Hayaller, gelecek planlarım ve ben. 
“Yıldızlar! Hiç olmazsa siz gösterin mucizenizi, avunmaya hazır bu başıboş serseriye!”
Haykırıyordum sessizce. Gönlümdeki ses göğe ulaştı mı bilmem, birden yıldız kaymaya başladı. Bir çok kez. Derken, uyku uzak yoldan gelen yüklü bir tren gibi ihtişamla üstümde durdu. Daldım.
Gecenin körüydü. Havada uçuyor, arada boşlukta asılı kalıyordum. Minik insancıklar bir sağımdan bir solumdan saçlarımı çekiştiriyordu. Bir altımdan yumrukluyorlardı, bir üstümden. Bu kadar uzun kendimle baş başa kalmanın sonunda belki de gerçekten deliriyordum. Kulaklarıma biteviye uğultular gelmeye başladı. Gerçekti. Odamın tavanındaki makrome avize kafasından uydurduğu müziğe uymaya çalışan yeteneksiz bir dansçı gibi anlamsızca etrafında dönüyordu. Hemen bitsin istedim. Ama bitmiyordu. Bariz duyumsadığım şey, tartışma götürmez uğultuydu; nereden geldiğinin ayırtına varamıyordum. Yıldızlar hâlâ odamda duvardan duvara çarpışıyorlardı. Gökyüzüne dönmek istiyor ama sanki yapamıyorladı. Sonra birden ışık topu gibi sıçramayı kesip yeryüzünü izlemeye başladılar. 
Dış kapının tokmağı güçlü bir şekilde vurulunca gittiğim tuhaf dünyadan hayata döndüm. Evden çıkmamı söyleyen korkmuş bir sesti. Aynı anda apartmanın koridorunda çoluk çocuk hırçınlıkları, harala gürele ayak sesleri ve şaşkın bir telaşı sezinliyordum. Güçlü bir merak duygusuyla birden canlandım. Ne bir araba sesi, ne de şehrin gürültüsü vardı. Kulaklarım tıkalı, gözlerim kördü sanki.  Zifiri bir karanlığın içinde derin bir sessizliğe hapsolmuş gibiydim.
Deprem olmuştu. Kendi içimde de büyük değişiklikler olmuş bir şeyler yer değiştirmişti. İlk şoku atlattıktan sonra telefonumu evde bıraktığımı fark ettim. Yıldızların aydınlattığı sokaktan karanlık apartmana girerken bir hayli ürktüm. Tıpkı dört duvar arasında boğuk ve havasız bir boşlukta sıkışıp kalmak gibiydi. İşte o an yerin altında olmanın duygusunu yaşadım. Ürpermiştim. Eşyalar yerinden oynamıştı. İznim olmadan evde gezinmiş bir şeyin varlığını, eve hırsızın girmiş olmasıyla hemen hemen aynı duyguyu hissettim. Yalnızlık sanrısı gibiydi. 
Etrafımda korkmuş insanlar vardı. Daha önce deprem yaşamış bir kaç aiĺe panik yaşıyordu. Bilmenin insanı korkutan bir şey olduğunu görüyordum. Küçük kızın saçlarını okşadım. Nasıl yaptığımı bilmeden, çocuğu sakinleştirmiştim. O an üzerimdeki ölü toprağı silkelendi. Asıl rahatlayan bendim; kız çocuğu aylardır derinlerime kadar hissettiğim asalaklıktan beni kurtardığının farkında değildi. 
Neler olduğunu öğrenmek için tek aracımız komşulardan birinin getirdiği pilli radyoydu. Hemencecik, bir kaç kişi toplandı.
“Saat üçü iki geçe İzmit Gölcük’te yedi nokta iki şiddetinde bir deprem… Tam kırk beş saniye. Çok ciddi hasarlar ve ölüm. Ölümler! Duyduğum o uğultu! Yerin altından geliyor olabilir miydi? Yardım haykırışları olmadığını kim bilebilirdi?
Sabahın altısına kadar sokakta öylece bekleştik. Kimse eve girmek istemiyor, herkes birbirinden güç alıyordu. Ölüm lafı geçtikçe çaresizlik, yüzlerde bir maske gibi oturuyordu. Neler olduğunu bilmemek öğrenmekten daha acı veriyordu.
Gün aydınlanıp, yıldızlar yok olunca ne olursa olsun yeni bir günün başladığının idrakine varan insanlar evlerine girdi. Her girenin ardından diğerleri de cesaretlendi. Ben de. O sırada elektrikler geldi. Sanki tehlikenin geçtiğinin ifadesiymiş gibi bir oh çektim. Televizyonu açtım.
Koca bir bölge yerle bir olmuştu. Sakınımsız bir toplumdan geriye kalan, tam bir kabus, kaos, acı, yıkım ve ölümdü. Deprem yerinden durumu anlatan gazetecinin sesi titriyor, isyankârlığını bastırmaya çalışıyordu. Yardım diye bağırıyordu insanlar. Kıyamet bu olmalıydı. Elim ayağım buz kesildi, beynim hâlâ o kırk beş saniyedeki gibi uğulduyordu. Boğazıma bir ağırlık çöktü. Televizyon her şeyi ayrıntısıyla gösterirken ben dövünüyordum.
Telefon çaldı. Kendimi toparlamak için biraz bekledim. Annemin endişesi sesinden anlaşılıyordu. Hemen gelmemi istiyordu. Ama yapamazdım. İtiraz etmeye yelteneceğini anlayıp ona fırsat vermeden telefonu kapattım. Yıldızlar dün gece bana ne söylemiş beni neye hazırlamıştı?
Kurtarma konusunda tecrübeli birkaç dağcı arkadaşım İzmit’e gidiyordu. Ne yapacağımı bilmiyordum ama aklım beni o yola götürüyordu. Arka odaya girdim; her şey yerli yerinde dururken aylardır gardrobun tepesinde duran sırt çantam ve uyku tulumum yere düşmüştü. Şaşkındım. Toparlanmam yalnızca on dakika sürdü. Cesaretim ve kararlılığım hiç ummadığım kadar makul ölçülerdeydi. Saat sabahın altı otuzuydu. Ulaşmak istediğim bir yer ve insanlar vardı. Hayatta artık bir amacım vardı.


Hiç yorum yok: