29 Ocak 2023 Pazar

İSTİLA*

İSTİLA

Hana, Nayiri ve yeni doğmuş gürbüz bebeklerinden oluşan üç kişilik bir aile onlara ait olmayan bir dünyada yaşıyordu. Yaşadıkları bu dünya başkalarınındı. Onlara ‘Uçanlar’ diyorlardı. Gece karanlığı çöktü mü dünyanın o asıl sahipleri, yani Uçanlar, gökyüzünde beliriyordu. Karanlığı delen, kulakları rahatsız eden bir çınlama ile etrafta geceleri geziniyor, insanlardan arta kalanlarla besleniyorlardı.  Bu çekirdek aile, Uçanlar’ın dışarıda ne yaptıklarını bilmeden, dahası merak etmeden küçük evlerinde sessizce sabahı bekliyordu. Uçanlar geceye yayılmaya başlayınca bizim küçük aile gibi diğer hiç kimse de çıkmazdı dışarı. Sabah olunca, Uçanlar kendi kuytu yerlerine çekilir koca dünya sanki sadece insanlarınmış gibi herkes kaldıkları yerden devam ederdi hayatına. Böylelikle ellerindeki tek  yaşam alanı olan bir dünyayı paylaşabiliyorlardı. Fakat bu gece diğer gecelerden farklıydı, tuhaf bir sessizlik hâkimdi. Sağır edecek kadar bir derinliği vardı sessizliğin. Bu sessizlik pek hayra alamet değildi. Uçanlar, insanların var olduklarını bilmiyormuş gibi ortalıkta uçmalı, anlamsız, ürkütücü, insanı dehşete düşürecek kadar tiz sesler çıkarmalılardı. Ama çıt çıkmıyordu.

Hana yatağa uzanmış Knut Hamsun’un Açlık romanını okuyordu. Hışırdatmamaya büyük bir özen göstererek kitabın sayfasını çevirdi. Nayiri hemen yanında uyuyordu. Kaşınarak koca kıllı cüssesini yatağa iyice yaymıştı. Hana şöyle bir yüzüne baktı. Öyle yorgun görünüyordu ki, uyanmak bir tarafa gözünü dahi açacak hali kalmamıştı. Birkaç gün önce sabahın ilk ışıklarıyla evden çıkmış, etraftan topladığı elektrik kabloları, tabletler, telefonlar ve kullanılıp tüketilmiş pilleri toplayıp merkezdeki devasa çöp konteynerine atmaya gitmişti Nayiri. Günlerce sırada bekledikten sonra, onca emeğini, bir somon ekmek, bir kibrit kutusundan biraz daha büyük tereyağı ve ailesindeki kişi sayısı kadar elma ile ödüllendirmişlerdi. Nayiri eve yiyecek bir şeyler getirmenin kısacık, geçici huzuruyla gergin bir uykudaydı.

Hana kitabını okumaya devam ederken bir yandan da, kulaklarını dikip sessizliği dinliyor bir şeyler duymaya çalışıyordu. Derken sağ işaret parmağının ilk boğumundaki bir nokta kaşındı. Tırnağını tenine sürttükçe çıkan hışırtı sessizleşen odayı gürültüye boğdu. Kendi gürültüsünden endişe duydu. Bedeninde bir şeyler yürüyordu sanki. Birden içini bir korku sardı. Kaşınmak, gelecek olan facianın yaklaşmakta olduğunun ilk belirtisi olabilirdi. Uçanlar, insanlardan daha küçük ama daha çoklardı. Akıllı değillerdi. İçgüdüleri ile hareket eden disiplinli ve vahşi yaratıklardı. İnsanların varlıklarını hissettikleri anda bulundukları yere geliyor, ne olduğunu anlayamadan onları ısırıyor ve kaşıntı ile öldürüyorlardı. Silahları yoktu. Daha doğrusu silahları kaşıntıydı. Isırdıkları anda çılgın bir kaşınma dürtüsüyle insan kendi kendini parçalayarak öldürüyordu.

Hana ve Nayiri bundan birkaç yıl önce buraya gelmiş kendilerine küçük bir hayat kurmuşlardı. Nereden geldiklerini onlar bile unutmuşlardı. Bebekleri Ayka burada dünyaya gelmişti. Doğduğunda içlerini yersiz, dizginlenemez bir huzur kaplamıştı o zaman. Her şeyin insanlığa yaraşır bir güzellikte olacağına inanmaya başlamış ve kendilerinden alamadıkları bu duyguyu bastırmayı bırakmışlardı. Yaşadıkları bu yeri iyice benimsemiş ve artık başka bir yere ihtiyaçları kalmadığını düşünür olmuşlardı. Bu rehavetin, dahası bu yalan umutlanışın sonu korkunçtu. Bir sokak köpeğinin tekmeler gördüğü acımasız hayatında şefkate alışması gibiydi bu durum. Çünkü burası hiçbir zaman onlara ait olmayacaktı. Beklemedikleri bir anda yerlerinden olacaklarını düşünmeden geçirdikleri bir gün, bir an dahi yoktu. 

Hana, “Belki de zamanı geldi,” dedi ağzının içinden. Nayiri'ye baktı. Uykusunda debeleniyor, orasını burasını kaşıyıp duruyordu. Alnına bir şaplak attı. Kızartana kadar kaşıdı. El bileklerini ve sonra yanağını. Ensesini. Domino etkisiyle açıkta duran her yeri ardı ardına acıtırcasına kaşıyordu. Hana belki de yemek bozuktu, onlar değildir, dedi kendi kendine. Buna inanmak istiyor, bir yandan da gerçeğin böyle olmadığını içten içe hissediyordu. Ayka’nın sesiyle doğruldu. Hızla göğsünün birini açtı.  Memenin mor ucunun etrafına yayılmış şişkin hareleri dahi kaşınıyordu. Ürkek, çekingen ve tedirgin, serçe parmağının ucuyla memesini yavaşça kaşıdı. Çünkü kaşımaya başladığında kendini durduramayıp çıldırmışçasına bir hazla sonu ölümle biten bir yola girmiş olabilirdi. Hemen elini çekti. Dayanmalıydı. 

“Bebeğin her yerinde kızarıklıklar var,” dedi telaşla. Ayka’nın minik ayak parmakları, bacak boğumları kanıyordu. Bebeği yemeye başlamışlardı. Nayiri sıçrayarak uyandı. Eli omzunda çıldırmış gibi kaşınmaya devam ediyordu. Hana hafif devinimlerle bebeğin bacak boğumunu, kollarını kaşıdı. Tırnağını her sürtüşünde bebek susuyor parmaklarını çekince ağlıyordu. Bir yandan kendini kaşımaya çalışırken bir yandan da Ayka’yı rahatlatmaya çalışıyordu. Nayiri korkusunu belli etmeden dışarıya çıktı. Etrafa baktı. Hava sakin görünse de bu sinsi sessizliği ne zaman olsa tanırdı. Uçanlar'dı bunlar. Hem uçabiliyorlardı hem de onları görmek kolay değildi. Nayiri içeri girdi, kapıyı sessizce kapatıp Hana’ nın kulağına eğildi; “Bizi fark ettiler…" dedi.

 “Yoksa…" dedi Hana, yutkundu ve devam etti; "gitmeli miyiz? ”

Ayka çığlık çığlığa ağlayarak çırpınırken Hana haykırmaya başladı; “Ona dokunmayın, bırakın onu! Gidin evimden!”

Bebeklere ve çocuklara daha güçlü ve korkusuz saldırıyorlardı. Uçanlar'ın insanoğlunu nereden zayıf düşüreceklerini bilecek kadar duygusal zekâya sahip olmaları şaşırtıcıydı. Belli ki onların hayatlarında  aile, çocuk ve ev kavramları vardı. Ve bu duyguyla dünyalarını korumaya çalışıyorlardı. Hana, Nayiri’nin odadan çıktığını fark edince telaşa kapıldı. 

“Nayiri, seni görmesinler. Yoksa!”

“Çıkmayın dışarı sakın! Evi sarmışlar… ”

Odanın dışından güçlü ve ritmik sesler geliyordu;  ‘Dan, dan!’

Hana gergin bir şekilde beklemeye başladı. Ardından birkaç tane daha; ‘Dan dan, pat pat, dan dan, pat pat…’

Ses hiç durmuyordu. Hana kapının deliğinden olanı görmeye çalıştı. Nayiri gözü dönmüş şekilde etrafa vuruyordu. Korku, gücüne güç katmış, gözlerini karartmıştı. Bu zaferi kazanmak ve hayatta kalmak için ne gerekiyorsa yapmaya hazır bir savaşçı, çıktığı arenada var gücüyle savaşırdı.

“Alın bakalım. Gelin, hepiniz birden gelin! Alın bakalım!” diye bağırıyordu. Kan revan içindeydi. Ne acısını duyuyordu ne de yaptığının bir sonucu olmadığını görüyordu. Uçanlar her yerdeydi. Ne zaman bu kadar çoğalmışlardı? Ne ara akıllanmışlardı?  Çok kararlı ve saldırgandılar. Bu anı sabırsızlıkla beklerken, doğanın kanunu gereği hayatta kalma güdüsüyle bilenmişlerdi. Bu kararlılıkları insanın kanını dondurabilirdi.

Nayiri’nin her darbesiyle yaratıklar parçalara ayrılıyor, etrafa sıçrayan koyu çamur bedenleri tekrar birleşerek eskisinden daha güçlenmiş şekilde uçmaya devam ediyorlardı. Dolap arkasına, koltuk altına, kapı içlerine yerleştiklerini ve orada sessizce beklediklerini Hana ve Nayiri nasıl fark edememişlerdi? Bu dünyanın onlara ait olduğu yanılgısı gözlerini kör etmişti. Küstahça ve bonkörce harcamışlardı her şeyi.  Dışarısı yapay çöp yığınlarıyla doluydu. Uçanlar’ın saklanabilecekleri ve üreyebilecekleri tek yer evlerin içerisiydi. Başka hiçbir yer kalmamıştı. Doğada yaşayamıyorlardı. Yaşamak için insanların gitmesi ve çöplerini de götürmesi gerekiyordu. Günlerdir belki de aylardır bugünü bekliyor ve çoğalıyorlardı.

Hana ne kadar çok olduklarını görünce dehşet dolu gözlerle, elleri ağzında bakakaldı. Kurduğu hayat gözünün önünde yok oluyordu. Her şey parçalanmış, kırılmıştı. Hiçbir şey aynı değildi. Bir anlık güçlü bir dürtü ile  öldürmenin basit, can alıcı ve gerekli bir eylem olduğuna inancı arttı. Öldürmek gerekiyordu. Ya birilerini ya da bir şeyleri. Ya onları öldürecekti ya da yaşam umudunu. Karıncaya bile zarar veremezken şimdi bunu yapabilirdi. Yaşamak için, hayatını yok etmeye çalışanları öldürecekti. Bu savaşı onlar başlatmıştı. Eline geçirdiği her sert eşyayla vurmaya başladı. Her darbede etraf kana bulanıyor, kalanlar kaçışıyor sonra tekrar toplanıyorlardı.

Sabaha kadar süren savaştan bitkindi ikisi de. Vücutları paramparça olmuş, akan kanları üzerlerinde kurumuştu. Yorgunluktan kıpırdayamıyorlardı. Güneş doğuyordu. Nayiri usulca elindeki küreği bıraktı, üzgün ve çaresiz bir şekilde kafasını sağa sola sallayarak;

“Gitmeliyiz buradan. Bizi öldürene kadar durmayacaklar…” dedi.

Hana hıçkırarak,  “çok alışmıştım buraya,”dedi.

“Ayka’nın eşyalarını topla. Bize de birkaç şey al. Herşeyi alamayız.”

“Onca şeyi bırakıp nereye gideriz, nasıl yaşarız? Burası bizim dünyamız olmuştu.”

“Burası bizim değil, hiç olmadı.”

“Her şey bitti mi?”

“Ne yazık ki bu kadarmış. Diğerleri de gelecek. Ve onlar daha acımasız olacak. Zamanın geldiğini anlasana Hana! Biz buraya ait değiliz. Burası onlara ait. Hep öyleydi. ”

“Kalıp savaşmayacak mıyız? Hemen pes mi edeceğiz? Kurduğumuz hayat ne olacak? Eşyalarımız, evimiz...”

 “Bizi yok edene kadar bırakmazlar. Kalırsak yok oluruz. Başka bir dünya bulmalıyız. Bizi kabul edecek başka bir yer. Böyle olmak zorunda… Lütfen zorluk çıkarma artık.” 

Bir çanta aldı eline diğer eline bebeğini. Yola çıktıklar. Bir de gördüler ki, binlercesi yola çoktan düzülmüştü. Suçlu ve sakınımsız bir şekilde yürüyorlardı. Hem bir kabulleniş vardı hem de umarsızlık. Ne bir dünyaları vardı ne de toprakları. Onlar hiçbir yere ait değillerdi. 

Gecenin sessizliği başlamıştı yine. Şimdi hayatta kalmak için vicdandan ve merhametten sıyrılmaları, gerekirse öldürmeleri gerekiyordu. Tekinsiz bir güç hissetti ikisi de. Kim haklıydı? Gitmek zorunda olan kimdi? Burası kime aitti, neden birileri gitmeliydi? Acıktıklarında, tehdit edildiklerinde ve zarar gördüklerinde yapacaklarını, bilinçlerinde dolaşan itici bir güçle biliyorlardı. Tıpkı okuduğu Açlık romanındaki gibi buldukları ne varsa yiyeceklerdi. Sorgulamadan, onlara ait olup olmadığına bakmadan bir yeri ele geçireceklerdi ve oradakileri öldüreceklerdi. Onların yaşamda kalması için gereken buydu. Ancak böyle yaşayabilirlerdi.

Yeni dünyalarını bulmak ve orayı işgal etmek için günlerce yürüdüler. Hiç bir yerin onları kabul etmediğini görüyor ve böylelikle öldürmeye daha çok alışıyorlardı. Büyük çöp merkezinin yakınında bir ev vardı. Küçük ama korunaklı bir evdi. Pencerelerinde perdeleri olan bir ev. Perdesi olmayan pencereye eğilip içeri baktılar. Odada küçük bir ışık yanıyor, yatağın ışığa yakın tarafında biri oturuyordu. Elinde kitap tutuyordu. Diğer tarafında iri bir adam kollarını alabildiğine açmış adeta bir ölü gibi gözlerini yummuştu. Nayiri, "Burası tam bize göre bir ev," deyip Hana'ya eğildi. "Sessiz ol. Ben hadi deyince içeri saldıracağız... Ben iri olana saldıracağım. Sen de, bak bir de bebek var, ona yumul. "

Hana, kararlı, gergin ve kendinden emin bir tavırla "Tamam" dedi, "Hazırım." Yoksunluk içinde ve insafsızca savaşmalı, soğukkanlı şekilde, onlardan olmayan her şeyi yok etmeliydiler.  Hayatta kalmak, çoğalmak ve kendi dünyalarını kurmak için ne gerekiyorsa yapacaklardı. Onlar istilacıydı. 

 

 

 

 

 

Hiç yorum yok: