Sahibi şimdi anımsayamadığım çok uzak
ülkelerden birine yerleşmek isteyince, onu da evin emektarı bir saksı çiçeğiymiş
gibi bir çiçekçi dükkânına koyup gitmişti. Çiçekçinin dediğine göre, terk
edildiği gün açlık grevine başlamış, günlerdir su bile içmeden adeta ölüm orucu
tutuyormuş.
Kızımızın adı mı neydi? Onun adı Lessi…
Alıp eve geldik, yorgun ve bitkin
kızı. Önce evin her yerini dolaştı. Bir yandan da beni ve Aykut’u gözden
kaçırmıyordu. Satın almaya gelmiş asil bir hanımefendi gibi keşfini yaptıktan
sonra sakince bir koltuğa oturdu. Evi sahiplenen ağırbaşlı halleri beni de
keyiflendirmişti. Yanına yaklaşıp saçlarını okşamaya başladım. Bir süre böyle
seviştik. Sonra birden, sakin hali yerini hırçınlığa bıraktı. Saldırgan bir
sokak kızına dönüştü birkaç saniyede. Ne olduğunu anlayamadan ağzıyla hızla
elimi tuttu ve bir hamlede dişini geçiriverdi.
Elimi ağzından kurtarıp musluğa
koştum. Biraz ürkmüştüm fakat en az onun kadar inatçıydım. Sakince bir daha yaklaştım.
Sağlam elimle onu sevmeye başladım. Az önceki hırçın kız gitmiş, gülümseyen
sevimli kız geri gelmişti. Parmaklarımı boynuna doğru götürdüm yavaşça.
Gülümsüyor ama çok da tedirgin duruyordu. Sanki yapmamı istemiyor gibiydi. Bir
yandan da benden hoşlandığını söyler bir hali vardı. Boynunu hafifçe okşamaya
devam ettim, bana alışmasını istiyordum. Kafasını kucağıma yatırdı. Tedirginliği
geçmişti, benim de öyle.
Konuşuyorduk, sözlerle değil
yüreklerimizle konuşuyorduk. Anlıyorduk birbirimizi. Yumuşacık tüylerinde elim
kanatlanıp uçuyordu sanki. O an âşık olduk birbirimize. Okşadım, dakikalarca
hiç ses etmedi, huzurluydu. Sevmeye devam ederken, yumuşacık teninde ayırt
edebileceğim kadar sert bir şey elime değdi. İlk anda ne olduğunu anlayamadım. Saçlarını
kaldırdım. Gördüğüm karşısında ürpermiştim. Boynu paramparça, kaskatı ve şişti.
Kan, pis bir çamur gibi tüm boynuna sıvanmıştı. Çok acı çekiyor olmalıydı. Ne
de masum ve ürkekti. O an anladık ki hırçınlıkları acı çektiği içindi.
Kucakladığım gibi doktora götürdüm. Boynuna
bağlanan ip, o büyüdükçe derisini kesip içine girmiş ve iltihapla dolmuştu. Bir
başkası olsaydı acısıyla yeri göğü inletirdi ama o gıkını çıkarmıyordu. İyileşmesi
haftalar aldı.
Zaman ilerledikçe daha bir bağlandık
birbirimize. Sakin mizacı, güler yüzü bir yana kibarlığı sadece beni değil
herkesi büyülüyordu. Uzun, ince muntazam bacakları cılızdı ama hışımla
koşabiliyordu. Saçlarını savuruşunu izlemek keyiflerin en güzeliydi. Cefakârdı
kızımız, olgunluğu bundan geliyordu sanki. Hayatın yükünü omuzlarında taşımayı
başarmış bilgeydi adeta. Sadakati ve zekâsı insanı kendisine aşık etmek için
kullandığı güçleriydi galiba. Ve güzeldi, çok güzeldi.
Tam on üç sene birlikte mutlu olduk,
çok mutlu. On üç yılın ardından bir gün, kara bulutlar tepemize toplandı.
Karaciğeri iflas etmişti. Acısını içinde yaşayıp yüzümüze gülümseyen güzel
kızımız ne ağrılar ne acılar çekmiş olmalıydı, ah! Öyle masum ve güzeldi ki; sanki o güzel yüzü
kadar içi de, organları da tertemiz gibi gelmişti bize. Yanılmıştık; o çok
hastaydı. Kalbinin güzelliğinden başka bir şey değildi, yüzündeki gülümseme. Nasıl
anlayamadık hasta olduğunu?
Öldüğü gün kocaman bir kor düştü
içimize. Altı yıl geçti ama hâlâ sönmeyen bir kor! O bir sevgiliydi, bir dost,
bir arkadaş, hiç bir yerde tanık olamayacağınız kadar sadık ve tutkulu; hayata,
iyiye, güzele, sevgiye tutkulu bir melekti.
Öldüğü sırada yanında değildim.
Haberi geldiğinde üzüntümden kahroldum. Şimdi düşününce, ne kadar fedakâr
olduğunu bir daha anlıyorum; Ölmeyi ertelemişti sırf beni çok üzmemek için acı çekmeye
devam etmiş, ölmek için yanından uzaklaşmamı beklemişti. Gördüğüm en büyük
fedakârlıktı onunki. Bir insanın yap(a)mayacağı bir özveri.
İşte; masum kızımız böyleydi. Kızımızın adı mı neydi? Onun adı Lessi…
Yazan: Özlem Y. Uçak
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder