YILDIZLAR NE DİYOR?
Issız evimde sıradan bir
gündü. Çöl kadar sıcak bir akşam. Bu yetmez gibi bir de gelecek kaygısıyla
bunalıyordum. Beş aydır işsizdim ve bıçak kemiğe dayanmıştı. Eve kapanmıştım.
Hani tutulursunuz. Kaygı yerini uyuşukluğa bırakır. Uzuvlarınız hareketsiz
kalmayı seçer ama beyin durmak bilmez tam gaz ilerlemektedir. İşte ben de
öyleydim. Aklımdan geçenleri dize getirecek hiç bir şeyi yanıma
yaklaştırmıyordum. İstemsiz aldığım nefes de olmasaydı; ev mezar ben de ölü
olurdum. Yalnız, parasız, amaçsız ve isteksiz...
İçim sıkılıyordu. Deli
gibi. Patlıyor, sonra parçalarımı yerden toplayıp yine takıyordum beynime.
Stefan Zweig’in Satranç romanını okumak bana nedense iyi geliyordu. Dr.B’nin,
hiçliğin korkunç baskısı altında sinirlerinin nasıl bozulduğunu okudukça
sonumun Dr.B gibi olabileceğini düşünüp rahatlıyordum. En zoru da güçlü bir
vakum gibi içime çeke çeke sessizliği dinlemek oluyordu. Sanki bir şeyi
bekliyordum.
Gece ile en denk olduğum
an, gökyüzünde binlerce belki de milyonlarca yıldızın arasında gezindiğim
zamanlardı. Elimi uzattım, neredeyse tutacaktım. Kendi kendime mırıldanmaya
başladım;
“Ne parlaksınız bu gece!
Nedir sizi coşturan sıcak ağustos gecesinde? Rüzgâr utanıyor bu halinize.
Rüzgâr! Es yüreğime, ferahlat böğrümü. Ey uyku! Özlemle bekleyen bu cana değ de
yaşadığını bilsin!”
Uyku bana küstü, ben
rüyalara; rüyalar hayallerime; hayallerse örtük geleceğime. Bir karmaşa içinde
yaşıyorduk. Hayaller, gelecek planlarım ve ben.
“Yıldızlar! Hiç
olmazsa siz gösterin mucizenizi, avunmaya hazır bu başıboş serseriye!”
Haykırıyordum sessizce.
Gönlümdeki ses göğe ulaştı mı bilmem, birden yıldız kaymaya başladı. Bir çok
kez. Derken, uyku uzak yoldan gelen yüklü bir tren gibi ihtişamla üstümde
durdu. Daldım.
Gecenin
körüydü. Havada uçuyor, arada boşlukta asılı kalıyordum. Minik insancıklar
bir sağımdan bir solumdan saçlarımı çekiştiriyordu. Bir altımdan
yumrukluyorlardı, bir üstümden. Bu kadar uzun kendimle baş başa kalmanın
sonunda belki de gerçekten deliriyordum. Kulaklarıma biteviye uğultular gelmeye
başladı. Gerçekti. Odamın tavanındaki makrome avize kafasından uydurduğu
müziğe uymaya çalışan yeteneksiz bir dansçı gibi anlamsızca etrafında
dönüyordu. Hemen bitsin istedim. Ama bitmiyordu. Bariz duyumsadığım şey,
tartışma götürmez uğultuydu; nereden geldiğinin ayırtına varamıyordum.
Yıldızlar hâlâ odamda duvardan duvara çarpışıyorlardı. Gökyüzüne dönmek istiyor
ama sanki yapamıyorladı. Sonra birden ışık topu gibi sıçramayı kesip
yeryüzünü izlemeye başladılar.
Dış kapının tokmağı
güçlü bir şekilde vurulunca gittiğim tuhaf dünyadan hayata döndüm. Evden
çıkmamı söyleyen korkmuş bir sesti. Aynı anda apartmanın koridorunda çoluk
çocuk hırçınlıkları, harala gürele ayak sesleri ve şaşkın bir telaşı
sezinliyordum. Güçlü bir merak duygusuyla birden canlandım. Ne bir
araba sesi, ne de şehrin gürültüsü vardı. Kulaklarım tıkalı, gözlerim kördü
sanki. Zifiri bir karanlığın içinde derin bir sessizliğe hapsolmuş
gibiydim.
Deprem olmuştu. Kendi
içimde de büyük değişiklikler olmuş bir şeyler yer değiştirmişti. İlk şoku
atlattıktan sonra telefonumu evde bıraktığımı fark ettim. Yıldızların
aydınlattığı sokaktan karanlık apartmana girerken bir hayli ürktüm. Tıpkı dört
duvar arasında boğuk ve havasız bir boşlukta sıkışıp kalmak gibiydi. İşte o an
yerin altında olmanın duygusunu yaşadım. Ürpermiştim. Eşyalar yerinden
oynamıştı. İznim olmadan evde gezinmiş bir şeyin varlığını, eve hırsızın girmiş
olmasıyla hemen hemen aynı duyguyu hissettim. Yalnızlık sanrısı gibiydi.
Etrafımda korkmuş
insanlar vardı. Daha önce deprem yaşamış bir kaç aiĺe panik yaşıyordu. Bilmenin
insanı korkutan bir şey olduğunu görüyordum. Küçük kızın saçlarını okşadım.
Nasıl yaptığımı bilmeden, çocuğu sakinleştirmiştim. O an üzerimdeki ölü toprağı
silkelendi. Asıl rahatlayan bendim; kız çocuğu aylardır derinlerime kadar
hissettiğim asalaklıktan beni kurtardığının farkında değildi.
Neler olduğunu öğrenmek
için tek aracımız komşulardan birinin getirdiği pilli radyoydu. Hemencecik, bir
kaç kişi toplandı.
“Saat üçü iki geçe İzmit
Gölcük’te yedi nokta iki şiddetinde bir deprem… Tam kırk beş saniye. Çok ciddi
hasarlar ve ölüm. Ölümler! Duyduğum o uğultu! Yerin altından geliyor olabilir
miydi? Yardım haykırışları olmadığını kim bilebilirdi?
Sabahın altısına kadar
sokakta öylece bekleştik. Kimse eve girmek istemiyor, herkes birbirinden güç
alıyordu. Ölüm lafı geçtikçe çaresizlik, yüzlerde bir maske gibi oturuyordu.
Neler olduğunu bilmemek öğrenmekten daha acı veriyordu.
Gün aydınlanıp,
yıldızlar yok olunca ne olursa olsun yeni bir günün başladığının idrakine varan
insanlar evlerine girdi. Her girenin ardından diğerleri de cesaretlendi. Ben
de. O sırada elektrikler geldi. Sanki tehlikenin geçtiğinin ifadesiymiş gibi
bir oh çektim. Televizyonu açtım.
Koca bir bölge yerle bir
olmuştu. Sakınımsız bir toplumdan geriye kalan, tam bir kabus, kaos, acı, yıkım
ve ölümdü. Deprem yerinden durumu anlatan gazetecinin sesi titriyor,
isyankârlığını bastırmaya çalışıyordu. Yardım diye bağırıyordu insanlar.
Kıyamet bu olmalıydı. Elim ayağım buz kesildi, beynim hâlâ o kırk beş
saniyedeki gibi uğulduyordu. Boğazıma bir ağırlık çöktü. Televizyon her şeyi
ayrıntısıyla gösterirken ben dövünüyordum.
Telefon çaldı. Kendimi
toparlamak için biraz bekledim. Annemin endişesi sesinden anlaşılıyordu. Hemen
gelmemi istiyordu. Ama yapamazdım. İtiraz etmeye yelteneceğini anlayıp ona fırsat
vermeden telefonu kapattım. Yıldızlar dün gece bana ne söylemiş beni neye
hazırlamıştı?
Kurtarma konusunda tecrübeli birkaç
dağcı arkadaşım İzmit’e gidiyordu. Ne yapacağımı bilmiyordum ama aklım beni o
yola götürüyordu. Arka odaya girdim; her şey yerli yerinde dururken aylardır
gardrobun tepesinde duran sırt çantam ve uyku tulumum yere düşmüştü. Şaşkındım.
Toparlanmam yalnızca on dakika sürdü. Cesaretim ve kararlılığım hiç ummadığım
kadar makul ölçülerdeydi. Saat sabahın altı otuzuydu. Ulaşmak istediğim bir yer
ve insanlar vardı. Hayatta artık bir amacım vardı.