13 Ekim 2024 Pazar

MÖÖ


MÖÖ

Yazan, Özlem Y. Uçak

 

Küçük kardeşim Kerem’e, ineklerin nasıl ses çıkardığını öğretmeye çalışıyorduk. Ama bir türlü söylemiyordu. Özel eğitim öğretmenleri, ben, annem hepimiz seferber olmuştuk. Bir gün üst komşumuz Sema teyze bize geldi. Hafta sonu için Ata Çiftliği’ne gideceğini, sütlerinin çok güzel olduğunu söyledi. Annem evde kefir yapardı. Kerem otizmli olduğu için ona çok faydalı bir içecekti. Sema teyze çiftliğe bizi davet etti. Annem kabul edince sevinçten havalara uçtum. Kerem nereye gideceğimizi anlamamıştı. Ata Çiftliği’nin fotoğraflarını göstermemiz gerekiyordu. Sema teyze telefonundan fotoğrafları gösterdi. “Kerem bak! Hafta sonu bu inekleri görmeye gideceğiz,” dedim. Kerem fotoğraflara baktı ve gülümsedi. 

O sırada annem, “İnekler nasıl ses çıkarır?” diye sordu. Yine söylemiyordu. Ona bunu nasıl öğretecektik?

Hafta sonu gelip çatmıştı. Güneş gökyüzünde pırıl pırıl parlıyordu. Sema teyze kapımızı çaldı. “Hazır mısınız?”, “Hazırız,” diye sevinçle bağırdım. Kerem de heyecanlıydı. İnekleri göreceğini bildiğini anlamıştım. 

Çiftlik alanına girer girmez bir koku duyumsadım. Kokunun ne olduğunu sordum. Çiftliğin sahibi amca, ahır kokusu olduğunu inek çiftliklerinde böyle bir koku duyulduğunu söyledi. Şimdi inekleri görmek için daha da sabırsızlanmıştık. Gerçekten de o kadar büyükler miydi acaba? Merakımı az sonra giderecektim. 

Kerem’in elinden tuttum. Amcayı takip ediyorduk. Büyük bir otlak alanına geldik. Onlarca inek alanda dolaşıyordu. Güneş kadar canlı, kahverengi, parlak tüyleri, kocaman baş ve gövdeleri ve uzun kuyrukları vardı. Düşündüğümden çok daha iri hayvanlardı. 

Kerem birden çitin kapısını açıp ineklerin olduğu yöne koşmaya başladı. İnekler sürü halde yürüyorlardı aralarına girdi. Çok eğleniyordu. 

Amca kucağında bir buzağı ile yanımıza geldi. Hayatımda gördüğüm en güzel buzağıydı. Karamel rengi tüyleri, kocaman yuvarlak gözleri vardı. Kerem buzağının yanına çökmüş onu okşamaya bile başlamıştı. 

Tam bu sırada diğer ineklerden biri ‘Möö’ dedi. Bir süre sonra hepsi ‘Möö’ diye sesleniyorlardı. “Bak Kerem! İnek möö diyor,” diye coşkuyla söyledim. “İnekler nasıl ses çıkarır?” dedim. Kerem bana döndü, gözlerime baktı ve net bir şekilde ‘Möö’ dedi. Kulaklarıma inanamamıştım. Burada, ineklerin arasında hemencecik söyleyivermişti. Anneme baktım. Sevinçten gözleri dolmuştu hem de gülüyordu. 

Akşama kadar çiftlikte hiç unutamayacağımız bir gün geçirdik. Eve dönme vakti gelmişti. Öyle yorulmuştuk ki Kerem de ben de arabada uyuyakaldık. Bir ara uyandım. Kerem uykusunda sayıklıyordu. Ne mi diyordu? ‘Möö!’ diye sesleniyordu.  

                                               ***

 

 

Sinemada Film Arası Neden Var?

 

Sinemaya gidenler bilir. Filme başlarsınız. Filmin tam ortasında hop sinema salonunun ışıkları açılır. Koca beyaz perdede FİLM ARASI yazar. Seyirci bunu bildiği için sinirlenmez. Neden mi?

Sinema salonuna gidecek ve bir film izleyecekseniz bilirsiniz filmin ortasında salonun ışıklarının açılacağını ve 10 dk ‘lık film arası olacağını. Çünkü Türkiye’de sinema salonlarında gösterilen filmlerde film arası vardır. Bu Türkiye’de bir gelenektir.

Gelin, Türkiye’de neden film arası vardır, biraz irdeleyelim. Önce Türkiye’de sinemanın tarihinden biraz bahsetmek gerekiyor.

Türkiye’de Sinema

Türkiye’de ilk sinema gösterimi 1910 yılının 19 Martında İstanbul’da bir açık alanda gerçekleşmişti. Türk sinemasının ilk eseri bir belgeseldi. Ne yazık ki belgeselin hiçbir kopyası günümüze ulaşamamış. Sinemanın önemi daha sonra 1. Dünya Savaşı sırasında artmış. Dönemin Osmanlı Başkomutanı,  Alman ordusunun izlettiği filmler ile kendi askerlerini eğittiğini görür ve 1915 yılında Merkez Ordu Sinema Dairesini kurar. Böylelikle sinemacılık ve sinema sektörü Türkiye’ye giriyordur.

Uzun metraj filmler 20’li 30’lu yıllarda tek bir film şeridinde, yani tek bir bobine sarılı değildi. Bir film iki bobine sarılı olurdu. İlk bobin biter, projeksiyon cihazı durdurulur, ikinci bobin takılırdı. Sinemalarda görev yapan sinema makinistleri ( bir diğer adı projektör) film makinesini durdurmak ve ikinci bobini yerleştirmekle görevliydiler. İşte, bu bobinleri değiştirme anında geçen süreye Film Arası denmekteydi.

60’ larda projeksiyon cihazları tek bobine geçtiği halde Türkiye’de film arası geleneği devam etti. Günümüz teknolojisinde artık bobin de kullanılmayıp 2000’lerin başında dijitale geçildi. Türkiye’de sinemalarda film arası geleneği yine de bırakılmadı.

Dünya Sinemasında Film Arası Diye Bir Şey Yok

Avrupa ve Amerika sinema salonlarında böyle bir uygulama yok. Başka bir ülkeye gidip sinemaya girerseniz filmi baştan sona aralıksız izlemeniz gerekecektir. Çünkü bu Türkiye’ye has bir alışkanlık. Uygulanmasındaki tek sebep ise eskilerden gelen bir gelenek haline gelmiş olması yaşatılmaya devam edilmesidir.

Sadece Festival Filmlerinde Film Arası Yoktur

Dünyadaki tüm film festivallerinde olduğu gibi Türkiye’de de film festivallerinde filmler ara vermeden izlenir.  Filmler bir yarışma için seyirciyle buluşur. Belli bir sürede festival programında olan tüm filmlerin gösterimleri yapılmak zorundadır. Dolayısıyla film arası vermeye gerek görülmez.

Film Arası İle Antraktın Farkı

Antraktın kelime anlamı “ara” dır. Fransızcadan dilimize geçmiş bu kelime bir tiyatro terimi. Tiyatrolarda sahnedeki dekorun veya oyuncuların kostümlerinin değişmesi için verilen kısa aralardır Antrakt. Film arası ise sinemada gösterimi olan bir filmin ortasında filmi durdurup 10 dakika ara vererek kaldığı yerden başlaması anlamına gelmektedir.

Film Arası Türkiye’de Bir Gelenek Olarak Sürdürülmektedir.

Bu sinema tarihinin ilk zamanlarından gelen eski alışkanlık Türkiye’de güzel bir gelenek olarak kalmış ve ihtiyaç olmadığı halde sinema salonlarında film arası verilmeye devam edilmiştir.

Özlem Y. Uçak

 

 

 

 

29 Şubat 2024 Perşembe

Distopik Öykü: Leke

 


                                                                                        
  ‘Bugünün bir daha asla doğmayacağını düşün.’ Dante                                          

LEKE

Erkeklerin hepsi öldü. Kıllı bedenleri bir anda alev aldı ve diri diri yandılar. Biz kadınlar yanışlarını izledik çaresizce. Hayatımızda sanki hiç olmamışlar ve böyle daha iyi olabilecekmişiz gibi erkeklerimiz olmadan bir süre yaşamaya çalıştık. Becerebilirdik, eğer güneş izin verseydi. Artık tek bir katilimiz var. Güneş. Saklanmıyorduk önceleri. Geçeceğini, zamanla biteceğini sandık. Yanıldık. Güneşin her geçen gün artan yakıcı gücüyle baş etmek artık imkânsız. 

Tüm bu olanlardan önce ilk, güvercinler öldü. Uçarlarken kıvılcım gibi parlayan küçük toplar şeklinde yere düştüler. Sonra çiçekler, ağaçlar, diğer hayvanlar. Sırayla hepsi yanarak öldü. Külleri bile yok oldu bu kavurucu sıcakta. Bugün, hemen şu anda veya birkaç saat, birkaç dakika sonra yanarak yok olacağım. Ben ve bebeğim. Bir kadın ve bir bebek. Belki de sadece biz kaldık. Beklemekten başka çarem kalmadı. Bir gün öleceğini beklemek kadar kolay değil bu anki bekleyiş. Sessizlik. Etrafta hiçbir şey, hiç kimse yok. 

Hayat oyalıyordu bizi eskiden. Ölüm sırasını bekliyor ama yaşıyorduk hayatı. Şimdi, güneş yakıcı yüzünü,  yani en parlak ve sıcak yüzünü göstermeye başlayınca sonunu bilmediğimiz bir yere varmak için küçülerek bekliyoruz. Evet dünya küçülüyor, ben küçülüyorum. Her geçen gün bir uzvum çalışmaz oluyor. Bir duyum yok oluyor. Bunların tek bir sebebi var. Güneş.

İşin tuhaf tarafı bu olay başladı başlayalı bebeği olan kadınlar ölmüyor. Küçülen dünyamızda anneler ve bebeklerinden başka hiçbir canlı kalmadı. Değişim kadınların varlığıyla, diğer bir değişle yok olması ile gerçekleşiyor. Vicdan azabı ve günah keçiliği yine kadınların payına düştü. Yaratılış hikâyesindeki yasak elmayı yeme meselesini düşününce yaşamın başlangıcında böyleydi, sonunda da böyle olmasına şaşmamalı. Sona gelindi. 

Birden olmadı bunlar. Dünya erimeye iki binlerin ilk yıllarında  çoktan başlamıştı. Ben çocuktum. Güney yarım küre okyanuslara karışmış yok olmuştu. Dünya bir küre değildi artık. Dağların beyaz, okyanusların mavi  olduğu o görkemli  yeryüzü artık bir yarım küreydi. Kuzey yarım kürede yaşayanlar, tüm bu olanları ve  olacakları hiç umursamadan  hiçbir şey olmamış gibi kaldığımız yerden tüm olanca ihtişamımızla devam ettik yaşamaya. Yürüyerek sahile giderdik annemle. Boylu boyunca çakıl taşlarına uzanır, hiç batmayan güneşi izlerdik.  Milyonlarca kilometre uzaklıktan nasıl da öldürüyor bizi, derdi annem. Onun bizi öldürüyor olmasına inanamazdım bir türlü. Kemiklerimi ısıtıyor, içime yaşam sevinci veriyordu. Güneş nasıl kötü olabilirdi? Çıplak gözlerimle güneşe bakmak isterdim annem izin vermezdi. Ben büyüyordum aynı anda ve aynı hızla güneş de büyüyordu. Sonra bir gün, onu anlamaya başladım. Bizi istemiyordu. Kötü olan insanlardı. O, dünyayı kurtarmaya çalışıyordu. Dahası onu hak etmediğimizi düşünüyordu. Adım adım yaklaştı ve  bizi içine hapsetti. Sadece 'onun' olmasını isteyen tutkulu bir sevdalı gibi dünyaya sahip oldu. Bunu hak ettik biz evet, ama ya yeni doğanlar. Ya oğlum, masum bebeğim Arda?...

                                              ***

Bugün bildiğimiz bu dünyanın son günü. Saat sabahın sekizi. Sıcaklık altmış yedi derece. Güneş perdenin erimiş deliklerinden içeri sızıyor. Arda’nın beşiğinin köşesi erimeye başladı. Bebeğimi kaptığım gibi odadan çıkıyorum. 

Dışarıdan uğultuyla bağrışma karışık sesler geliyor. Bebek ağlamaları, bağrışmalar. Bir kadın, “Aldı. Sonunda kızımı aldı benden.” dedi. Kadının soğukkanlı ve umarsız hali sesindeki donukluktan belli. Adeta duyguları alınmış ve yerine bir parça beyaz et bırakılmış gibi. Kadın devam ediyor konuşmaya; “Diri diri yanmayı beklemeyeceğim.” Bunu söyledikten sonra kadının sesi kesildi. Ardından, güneşin delice kavurduğu asfalt zemine çakılma sesi. Güm... Bu kaçıncı. Etraf kadınların vücutlarından kalmış toz küllerle dolu. Bebekleri elinden alınmış kadınlar bir bir intihar ediyor. Bedenleri yanarak kül oluyor. Benim için de zaman yaklaşıyor. Belki de öylesi daha iyi. Ölmediğimizde sonumuzun ne olacağını bilmemek korkutuyor beni.

O kadar sıcak ki nefes almakta zorlanıyorum. Güneş, evin pencerelerinden içeri girip önüne gelen her yeri eritiyor. Koltuklar, sehpalar, dolaplar, tablolar, her ne varsa eriyerek bir ırmak gibi akıyor. Alevin parlaklığı öyle güzel ki... Gözlerimi ondan alamıyorum. İşte o an bir duyumu daha, görme yetimi, kaybediyorum. Gözlerimin önünde parlak bir ışık. Başka hiçbir şey görmüyorum. Kendimi ona sakin ve huzurla vermeye hazırım artık. Ama ya oğlum. Arda! 

Güneşin direkt giremediği yer koridor. Yere çöküp sürünerek koridora geçiyorum. Arda doğduktan sonra bacaklarımı kullanamaz oldum. Hiçbir yere dokunmuyorum.  Dokunduğum anda vücudumun alev alması ve yanan kuşlar gibi kıvılcım toplarına dönüşmem an meselesi. Vücuduma iğneler batmaya başlıyor. Arda uyanıyor. Mememi ağzına veriyorum. 

 İlk önce burnum koku almamaya başladı. Yanmış et ve kanlı toprak kokusunu duymayınca kendimi iyi hissetmiştim. Ardından duyma ve dokunma duyularımı kaybedince oğlumu duyamayacak ve dokunamayacağım. Öyle halsiz ve yorgunum ki, hareketlerim yavaş, ağır. Yığılıp kalmamak için çok çabalıyorum.

Kurmalı duvar saatinin gongu her saat başı çalıyor. Eski zamanlardan kalma bir saat. Yere düştü, parçalandı ama bozulmadı. Dönüşen sadece dünya değil, asıl zaman dönüşüyor. Çocukken zamanın bonkör olduğunu, hayatı sakince, sindirerek ve doyasıya yaşatacağını sanırdım. Ama şimdi geldiğimiz yere bakınca, yokuş aşağı inen bir lokomotif kadar hızlı ilerlemesi artık canımı acıtmıyor. Aksine çaresizce beklemek yerine sonuma beni çabucak ulaştıracağı için seviniyorum. 

Dokuz, on, on iki. Gong durdu. Demek öğlen oldu. Dünya eriyor. Bulunduğum alan daralıyor. Ortalık öyle sessiz ki dünyada bir ben ve Arda kalmış olabiliriz diye geçiyor aklımdan. Koridorun iki duvarı birbirine biraz daha yaklaştı. Ortasında durabilmek için kollarımı ve bacaklarımı büküyorum. Dar alanlarda kısıtlı yaşayabilme alışkanlığına sahibim. Kollarımı, özellikle bacaklarımı kullanmayı uzun süre önce unuttum. Nefes almam değişti. Ciğerlerim küçülüyor veya parçalanıyor olabilir, hangisi oluyor anlayamıyorum. Neyse ki oksijen Arda için yetiyor. 

Kulağının arkasına sığınmış sarı lüle sırılsıklam olmuş. Hissizleşmiş parmaklarımın arasına alıyorum lülelerini. Onun bu hali beni deli ediyor. Güneşte kavrulmak yerine güneşli günlerin insana tattırdığı hazzı yaşasaydı. Ona bu güzellikleri gösteremediğim için üzülüyorum. Arda’nın yüzüne baktıkça pırıl pırıl kara gözlerinin içinde kendimi küçücük görüyor ona veremediklerim için utanıyorum. Çok geç. Her şey için çok geç.

Ağzımda tuttuğum havayı lülesine üflüyorum, ensesine biraz da böğrüne. Pörsüyen memelerimi bir şeye yetişmeye çalışır bir telaşla emiyor. Bebek saflığıyla mı, başka bir güç mü bilmiyorum fakat olanların gayet farkında. Bir yüce huzur var onda, sanki bir yere gitmek için hazırlanan bir asker cesareti.

Gonk bir kere çaldı. Saat bir. Her yer karanlık. Güneşin parlaklığını da görmüyorum artık. Tamamen kör oldum. Gözlerimde kalan tek resim, o son parlaklığı. Bir kez daha görebilseydim Arda’nın yüzünü... Sıcaklık artıyor. Yatak odasından aceleyle çıkarken termometreyi unuttuğumu fark ediyorum. Şimdi en az seksen olabilir. Etrafın rutubetlenmesi beni şaşırtıyor. Aynı anda yeraltından uğultular geliyor. Dışarıdan gelen tuhaf seslerin ne olduğunu bilmemek. Duymanın görmekten daha korkutucu olduğunu ayrımsıyorum ve korkuyorum. Galiba deprem oluyor. Teslim olmamak için zavallı dünya kalan son gücünü kullanıyor. Ama nafile!

Derken “Güm güm!” sesleri ile irkiliyorum. Yere çakılan insan vücutları. Yine birileri intihar etti. Sağlam kalmış metruk binalardan birinin tepesine çıkıp topluca aşağıya atladılar. Artık kanıksıyorum. Korku düşünülenin aksine insana cesaret veriyor. Böyle bir yaşam sürmek yerine bir seçim yapma hakkına sahip olmak ve ölmeye karar vermek cesurca ve belki de bu şartlar altında doğru bir davranış. Bilmiyorum, belki de onlar haklı. Nasıl öleceğini bilememenin verdiği korku, ölüm şekline kendi karar vermesi için  insanı cesaretlendiriyor. Ben de ölmeyi istiyorum hemen şimdi şu anda... Arda gözlerini açtı, tatlı bir bakış var yüzünde. Sakin, dingin. Hatta huzurlu.

“Yarım şişe su kaldı. Son suyumuz. Dünyadaki son su. Sana daha fazla süt veremem artık.” Arda gülümsüyor. Suyu içiyorum ve son kez emziriyorum. Görevlerimden birini tamamlamış olmanın verdiği bir gururla ağzımdaki ekşi tükürüğü yutkunuyorum. Arda’ ya sarılıyorum. Çok sıcak. Bu esnada bir gürültü daha kopuyor. Ardanın kulaklarını kapatıyorum. Sesten kulaklarım zonkluyor.  Duvar yürüdü,  diğer duvarın köşesine kadar geldi. Ev daraldı, üçgen gibi bir şekle dönüştü.

Saat iki. Onca şey yanıp yok olurken kalan tek şey, zaman. Koridorda sürünerek salonun kapısına kadar geliyorum. Arda oyun sanıp kıkırdıyor. Yüzüme toz geliyor ve sıcak rüzgârı duyumsuyorum. Bu rüzgâr! Ellerimle etrafı anlamaya çalışıyorum. Bebek sesleri geliyor. Ne ağlamak gibi ne de gülmek, sanki konuşuyorlar.

 “Beni duyuyor musunuz? Yardım edin, burada sıkıştık.”  

Yanıt alamıyorum fakat bebekler daha güçlü bağırıyorlar. 

 “Anneleriniz nerede? Yalnız mısınız siz ?”

Onlarca belki yüzlerce bebek var dışarıda.

“Neler oluyor, orada neler oluyor?”

Gong saatin üç olduğunu söylüyor. Birden keskin bir sessizlik kapladı etrafı. O an Arda’ nın gün boyu hiç ağlamaması aklıma geliverdi. Benim küçüldüğümü ve aynı anda onun büyümekte olduğunu ve büyümeye devam edeceğinin ayrımına şimdi varıyorum. Buruşturulmuş bir kâğıt parçası gibi iyice büzüldüm. Koku almıyorum, gözlerim görmüyor. Şimdi de sağırım. Hiçbir şey duymaz oldum. En son duyduğum, dışarıdan gelen bebek sesleri. Kulağımda çınlıyorlar. Dokunma duygum hâlâ duruyor. Arda’ya dokunuyorum. Yüzüne ağzına. Rahat ve sakin. 

Rüzgâr yine dokunuyor bana. Esiyor bir yerden. Nereden geliyor bu rüzgâr? Aylardan sonra ilk kez hissediyorum. Ne güzelmiş serinlik, esinti. Bedenimde duyumsayınca heyecanlanıyorum. Bir çıkış olabilir diye geçiyor aklımdan. Vücudumu sürüyerek rüzgâra doğru gidiyorum. Duvar bitti. O an birden bebeklerin ılık sakin nefesleri vuruyor yüzüme. İp gibi incelmiş, hissetmediğim bacaklarımın üstünde Arda kıpırdamadan duruyor. Bir karar vermeliyim!

“Sen her şeyin farkındasın değil mi bebeğim? Dışarıda seni bekleyen bir şey var. Orada bir hayat var!”

Ellerimi yüzünde gezdiriyorum, dudaklarına dokunuyor, öpüyorum. Tekrar tekrar, defalarca. Sonra Arda’yı tüm gücümle kapıdan dışarı doğru itiyorum. "Hoşça kal oğlum!"

Büyük bir patlama oluyor. Bu diğerlerinden çok daha büyük. Sanki dünyadan bir şey koparıldı. Ateş topuna dönen bir parçanın içinde güneşe doğru gidiyorum. Arda diğer tarafta, tüm bebeklerle kaldı. Orası yeni dünya. Dünya kendine yeni bir yaşam inşa ediyor. Burada benim olduğum yerde ne bebek sesi ne uğultu ne rüzgâr var. Biz bile yoğuz. Vücudum yok, yetilerim yok. Ölmeyi seçmek için seçeneğim bile yok artık. Keşke ölseydim. Anlıyorum. Bizlere verilen en mükemmel ceza bu olmalı. Kendi alevimizin içinde sonsuza dek yaşamak. Buna yaşamak denmez. Küçük bir nokta olarak burada ölmeyi bekleyeceğiz. Bir leke gibi.