MUNİSE
VE SADULLAH
Bundan
onlarca yıl önce karın hiç erimediği, yol vermez dağların arasındaki güzel bir
kasabada ikiz kız kardeş yaşardı. Ayın şavkı gibi parlayan yüzlünün adı Ay,
güneş kadar heybetlinin ise Güneş'ti. Ay ve Güneş birbirlerinden hiç ayrılmazdı.
Kız kardeşler her gün okuldan sonra evlerinin yakınındaki gölün üstünde
haftalarca kalan buz denizinde ciddiyet ve derbederlikle akşama kadar
yuvarlanırlardı. Mutluluğun ne olduğunu bilmezlerdi çünkü onlar için mutluluk
sadece beraber olmak demekti.
Bir
gün babaları eve iki kuzu getirdi. Biri kar kadar beyazdı. Öyle beyazdı ki onun
bir kuzu olduğunu ancak kobalt mavisi gözlerinden anlayabilmişlerdi. Diğeri de
kömür gibi kara tüylüydü. Kuzuları hemen sahiplenmişlerdi. Onlara isim de
vermişlerdi. Ay’ın kuzusu kapkara olandı, munis ve narindi. Güneş’inki ise eski
kedileri Sadullah gibi yaramaz. Ay kuzusuna Munise, Güneş de Sadullah dedi.
Böylelikle Munise Ay’ın, Sadullah da Güneş’in kuzusu oldu. Kuzuları öyle çok
seviyorlardı ki onlardan hiç ayrılmak istemiyorlardı. Okula bile kuzularla
gidiyor, beraber uyuyor ve saatlerce onlarla oynuyorlardı.
Kasabaya
bahar gelmişti. Karlar eridikçe toprağa işleyen bahar kokusu etrafa küstahça
yayılıyor ne insanda ne de hayvanda akıl bırakıyordu. Mis kokulu otların ve
çiçeklerin sarhoşluğuyla kardeşler kuzularıyla sokak sokak gezip oynuyordu.
Bayram yaklaşıyordu. O sabah babaları kurbanı bahçede keseceğini, bahçeye
çıkmamalarını söyledi. İşte o anda babalarının duvar kadar sert bakışı kızların
kalbine bir ok gibi saplandı. Kuzularını keseceklerdi.
O
korkuyla, hışımla evden çıkıp hep gittikleri göl kenarında buldular
kendilerini. Akşam yemeğinde Munise ve Sadullah’ı yemektense ölürüz daha iyi
deyip duruyorlardı. Ne yapacaklarını düşünmeye başladılar. Derken girmeye
cesaret edemedikleri metruk evin önüne geldiler. Kasabada herkesi ürperten terk
edilmiş büyük bir evdi. Geceleri tuhaf ve ürkütücü sesler duyulur evin içinden
çığlıklar yükselirdi. Kasabada ev hakkında korkunç hikâyeler anlatılırdı.
Kardeşler, her önünden geçişte içeride ne olduğunu merak eder ama girmeye
cesaret edemezlerdi. O gün ilk defa kapının aralığından bakmaya karar verdiler.
İlk olarak Güneş baktı. “Sicim gibi sarı ottan ve kurumuş topraktan başka bir şey
yok ki burada!” dedi. İki kardeş birden cesaretlenip evin bahçesine dalıverdi.
Uçuşan
yapraklar bahçenin duvarına çarpıp yere düşerken ince değişik bir ses
çıkarıyor, rüzgârın uğultusu insana ürküntü veriyordu. Biraz korkmuşlardı
fakat kuzuları, Munise ve Sadullah, sanki yemyeşil otlarla dolu tarlada gibi
keyifle dolaşmaya başlayınca küçük kardeşlerin aklına harika bir fikir geldi.
Kuzuları bu terk edilmiş bahçede saklamaya karar verdiler. Babalarından
saklayacaklardı. Böylelikle onlar yaşayacak ve sonsuza dek beraber olacaklardı.
Öpüp koklayıp kuzuları orada bıraktılar.
Ertesi
sabah kurban kesme telaşı vardı. Güneş ve Ay evi telaşıyla bırakıp göl kenarına
bir solukta vardı. Metruk ev her zamanki gizemli ve ürpertici görkemi ile sinsi
bir sessizliğe bürülüydü. Kardeşler korkusuzca daldı içeri. Kuzularını
çağırdılar.
“Muniseee,
Sadullahhh! Neredesiniz?”
Dört
bir tarafa baktılar. Ne bir ses ne de iz vardı. Derken arka bahçede bir de ne
görsünler? Sadullah ak pak tüyleri ile yerde boylu boyunca yatıyordu. Güneş
koşarak yanına gitti. Küçücük kalbinde kuzusunun ölmüş bedenine dokunmanın
ürpertisiyle ağlamaya başladı. “Uyan, aç gözlerini, öldün mü? Ölme ölme!” diye
haykırdı. Kuzu kaskatıydı, karnı balon gibi şişmişti. Bu sırada Ay, Munise’ yı
aramaya koyulmuştu. Avluda bir karaltı vardı. Bu Munise’ydi. Karnı zift
dökülmüş asfalt gibi parlıyordu. Yaklaşınca kara kıvırcık kuzusunun öldüğünü
gördü. Başına çöküp kaldı.
İki
kardeş hüngür hüngür ağlıyor, "Nasıl oldu? Bu nasıl oldu?" diye
bağırıyorlardı. Birbirlerine sarıldılar; o zaman daha az üzülürüz sandılar ama
geçmiyordu. O esnada yaprakların arasından bir hışırtı duyuldu. Ses onlara
doğru yaklaşıyordu. Yerde uçuşan altın sarısı yapraklar öyle fazlaydı ki
hiçbir şey göremiyorlardı. Ölü gövdenin altından ne çıksın? Dev gibi bir yılan
üzerlerine doğru geliyordu. Ne olduğunu anlamadan canhıraş bir şekilde bahçeyi
terk ettiler. Öyle bir koştular ki kendilerini evde buldular. Kan ter içinde
kalmışlardı. Kireç gibi olmuş yüzleriyle ev halkını çabucak telaşlandırmayı
başarmışlardı.
Anne
ve babalarını, onlar ne olduğunu anlamadan sürükleyerek metruk eve götürdüler. Kuzuların
cansız bedenlerini görünce bir yılanın zehirlediğini anlamışlardı.
“Kuzularınızı
yılan zehirlemiş.”
“Buraya
gelmeyin demedik mi biz size. Bakın kuzlarınız öldü…” dedi babaları.
Güneş
de Ay da ne diyeceklerini bilemiyorlardı. Üzerlerini yapraklarla kapattılar.
Kimin hangi kuzu olduğunu anlamak için Ay’ın aklına güzel bir fikir gelmişti.
Etrafa bakıp beyaz ve siyah taşlar bulup Munise’ ye siyah, Sadullah’a da beyaz
taşlardan mezar yapmışlardı.
Baba,
bir yandan kızmak istiyor diğer taraftan da kızların ağlak suratlarına baktıkça
onların ne kadar korktuğunu görüyordu. Kuzuları kesmeyi aslında hiç
düşünmediğini söylese bile onların sakinleşmeyeceğini anlamıştı. Çünkü asıl
üzüntüleri kuzularının ölümüne kendileri sebep olduğu içindi. Yapmaya karar
verdikleri şeyin sorumluluğunu da göğüslemeleri gerektiğini anlasınlar
istemişti. Böylece ne anneleri ne de babaları çocuklarını rahatlatmaya çalıştı.
Güneş ile Ay günlerce yas tutup gözleri şişene kadar ağladı. Hasta olup
yataklara düştü. Bir, Ay Güneş'i bekledi bir, Güneş Ay'ı. O günden sonra
pişmanlığın ne demek olduğunu o kadar iyi anladılar ki kuzularını bir daha hiç
unutmadılar.
Aradan
yıllar geçti. Artık iki genç kadın olmuşlardı. Ne yılan ne de kuzu olan büyük
bir şehirde yaşıyorlardı. Fakat o yaşadıkları pişmanlığı derinden hâlâ
hissediyorlardı. Bir gün büyüdükleri evi görmeye gittiler. Yanlarında Munise ve
Sadullah ile oynadıkları yaşlarda çocukları vardı. O terk edilmiş evin
önünde durdular. Kuzularının üstüne şık bir restoran açılmıştı. O zamanki
ağaçlar hâlâ duruyordu. Yanlarına dikilen genç ve daha alımlı ağaçlara gölge
oluyordu. İçeri girdiler.
“Biliyor
musunuz? Sizin yaşlarınızdayken bizim kuzularımız vardı. Onları çok severdik,
yanımızdan hiç ayırmazdık” dedi Ay çocuklara.
“Ya.
Ne oldu kuzulara?”
“Masal
oldular…” dedi Güneş, aynı hüznün oturmuş ağırlığıyla.
“Anlatsana
anne…”
“Bir
varmış bir yokmuş. Bir zamanlar Munise ve Sadullah adında iki sevimli kuzu
yaşarmış…”
Masal
edasıyla anlatmaya koyuldular. Bunca yıldır hissettikleri acıyı biraz dindirmek
için belki de bu bir fırsattı. Masalın sonunu kendi istedikleri gibi
mutlu bitirebilirlerdi. Belki acıları dinerdi, kim bilir?