12 Nisan 2022 Salı

Anı: Ve Perde


VE PERDE

 

“Burayı hatırladın mı?”

“Her yer çok başka görünüyor. Neresiydi burası? Yavaşla da bir bakayım.”

“Eh Çağla! Nasıl unutursun? Eski sokağımızın köşesi işte. Ben bile çok iyi anımsıyorum. Ne çok giderdik sinemaya…”

Çağıl sinema deyince birden kıvılcımlar çaktı. “Tabi ya. Anneciğim her filme götürürdü bizi…” dedim ve sustum…

 

Bizim sokağın köşesinde yılların Kültür Sineması vardır. Her ay en az bir yeni film gelir. Büyük renkli afişler asılır. Bazen de günler hatta haftalarca sinema perdesinin açılmadığı olur. O zamanlarda sabırsızlıkla yeni bir film gelmesini bekler, beklerken de kendi filmlerimizi çekeriz arkadaşlarımla. Evet, evet film çekeriz. Her yer bizim film setimizdir. Yazarız, kurgularız, oynarız.  

Sonunda bu hafta başında yeni bir film geldi. Bulutların arasından görünen gökkuşağı gibi afişi çarpıyor gözlerime. Sevinçten çıldırıyorum.  Annem ve diğer çocuklarla hep beraber filmi izlemek için hafta sonunu iple çekiyorum.

İşte sonunda o an geldi. Filmin başlamasına on dakika kala giriyoruz salona. İçim içime sığmıyor. Bordo perdenin görkemli bir açılışla yerini beyaza bırakmasını heyecanla bekliyoruz. Hiçbirimizden çıt çıkmıyor. Rengârenk ve masalsı görüntülerin başlama anını saniye saniye özümsüyoruz. Işıklar sönene kadar etrafı izliyor heyecanımı bastırmak için elimde sıkıca tuttuğum kese kağıdından bir buzlu badem atıyorum ağzıma. Bademin serin ekşimsiliği çocuk dilimde dolaşırken gözlerim büyüyor. Buzlu badem damağımda eridikçe sinemanın büyüsüne daha da yaklaştığımı hissediyor ve heyecanlanıyorum.

 Koltuğa kurulmak benim için önemli, hemen oturmuyorum. Belki de hem yaş hem de boy olarak küçük olduğum için sinema salonunun koltukları öyle büyük ki, uzay mekiği kaptanının koltuğuna oturuyormuşum gibi geliyor bana. İşte o an tüm salon uzay aracına dönüşüyor. Düşlerim ‘salondan uzay gemisinin’ içinde, ben de ‘kaptan koltuğunda’. Uçmaya hazırım. Bundan sonra olacaklar gözlerim kadar gerçek. Hayallerim önümde. Sanki kalbim atmıyor, nefes bile almıyorum. Büyülü ve renkli dünyanın içine dalıp filmde oynamaya başlıyorum.

Arabamla havalanıyorum. Tarihte geçmişe gidiyorum. Sonra ‘geleceğe dönüyor’, yetişkin halimi izliyorum. Bir kameranın arkasında film çekiyorum. Hiç bitmeyen bir merak, bir tutku, bir heyecan. Sinemanın büyüsüne kapılmış onunla nefes alıyorum ben. Bisikletimi yıldızlı gökyüzüne doğru hızla sürüyorum. Sepetimde uzaylı yeni dostumla. Herkes onu sevimli buluyor. Sihirli tozlardan alıp kötülerin üzerlerine döküyor, kafalarını küçültüyorum. Bir yunusun kuyruğunda geziniyorum maviliklerde. Sonra bir köpek balığı görüyor çıkıyorum korsan yelkenlisinin tepesine; serkeş bir korsan gibi bakıyorum güneşi batıran ufka. Tüm bunları perdenin içine giriyor ve ben yapıyorum. Bir aktris olmak değil derdim; ben, o karakterler olmayı seviyorum.

 Bir ben değilim böyle. Arkadaşlarım, Seren, Ongun, Devin ve Çağıl, beşimiz de aynı duygularla filmin içindeyiz. Dünyaya tepeden bakıyoruz ayın üstünde. Her şey küçük, basit, sevimli. Ve hepsi bize ait. Köpeklerimiz, fillerimiz ve foklarımızla hep beraber. Kötülere karşı savaşacak uçaklarımız, oklarımız ve atlarımız var. Sadece bizim bildiğimiz ve kullandığımız ağaç evimizin içi oyuncak ve kitaplarla dolu. Yırtık, askılı şortlarımızdan çıkan cılız bacaklarımız çizik, çamurlu. Büyük şapkalarımızın altında şakaklarımız terli…

Ama en favorimiz uzaydır. Uzay gemisini çalıştırıyor dünyanın çevresinde tur atıyoruz. Ayın kuyruğuna oturup ayaklarımızı sallayarak oltamızı gökyüzüne bırakıyoruz. Hayallerin de ötesine gidiyoruz çoğu zaman. Aramızda kaç defa iddiaya girmişliğimiz var. Hangisinin gerçek olacağına dair… Yılmadan, vazgeçmeden film çekiyoruz. Kendi kurguladığımız filmlerimize aktörler buluyoruz. Benim çekeceğim filmlerde Tom Cruise oluyor mutlaka. Gerçekten film çekeceğim zaman belki de onu seçmeyeceğim halde mutlaka hayalimdeki sinemada oynatıyorum Tom’u.  

Biz sokak çocuklarıyız. Sokakta oynadığımız en ciddi oyundur bu. Adı bile vardır; “filmcilik”.  Zamansız bizim filmlerimiz, gecesi gündüzü yok. Yılı, yaşı yok. Hiçbir yere sığdıramayız; ne evdeki kutuya ne de aklımıza. Sadece bize aittir. Film çekerken o an, yaşadığımız o büyülü an gerçek oluverir. Beyaz perde canlanıverir gözlerimizde. Bizim beyaz hayallerimizin adıdır, sinema… 

                                               ***

  Perde kararlı ve işini bilen bir aktör edasıyla sessizce açılıyor. En sonunda film başlıyor. Unuttuğum nefes ciğerlerime ferah bir havayla giriyor. Düşlerimin izdüşümünü şimdi gözlerimle görüyorum. Hayallerimdeki kadar güzel ve canlı. Kendimi ondan alamıyorum. Annem olabildiğince kısık bir sesle bize sesleniyor. Sanki büyünün bozulmaması için özen gösteriyor. Sesini kulağımın bir kenarında taze tutmak beni güvende hissettiriyor. O zaman daha cesur, atak ve galiba çok daha tutkulu bir hayalperest oluyorum. Annem, Çağıl ile benim elimizdeki soğuk kese kâğıdını alıp buz kesmiş parmaklarımızı ovuyor. İşte o an gerçekle düşün birleştiği an oluyor. Annem olmasa, kendimi içinde kaybedecek ve bu anın gerçek olduğuna inanamayacağım. Kolumdan tutup oturtuyor beni. “Güzelce seyredin,” diyor. Sanki üzerinde çok düşünerek bulmuş gibi bir cümleyle devam ediyor, “Bu anda kalın...” Bırakıyorum vücudumu sinema koltuğuna ve ‘bu anda’ sadece filmi izliyorum. Tabi, hayâl ettiğim gibi kaptan koltuğumda.

 

“Ne oldu? Sustun kaldın? Sorduğuma pişman etme beni!”

“Yok kardeşim yok. Aklımdan film çekiyordum. Tıpkı o günlerdeki gibi... Özlemişim…”

5 Nisan 2022 Salı

Masal: Munise Ve Sadullah


MUNİSE VE SADULLAH

MUNİSE VE SADULLAH

Bundan onlarca yıl önce karın hiç erimediği, yol vermez dağların arasındaki güzel bir kasabada ikiz kız kardeş yaşardı. Ayın şavkı gibi parlayan yüzlünün adı Ay, güneş kadar heybetlinin ise Güneş'ti. Ay ve Güneş birbirlerinden hiç ayrılmazdı. Kız kardeşler her gün okuldan sonra evlerinin yakınındaki gölün üstünde haftalarca kalan buz denizinde ciddiyet ve derbederlikle akşama kadar yuvarlanırlardı. Mutluluğun ne olduğunu bilmezlerdi çünkü onlar için mutluluk sadece beraber olmak demekti.

Bir gün babaları eve iki kuzu getirdi. Biri kar kadar beyazdı. Öyle beyazdı ki onun bir kuzu olduğunu ancak kobalt mavisi gözlerinden anlayabilmişlerdi. Diğeri de kömür gibi kara tüylüydü. Kuzuları hemen sahiplenmişlerdi. Onlara isim de vermişlerdi. Ay’ın kuzusu kapkara olandı, munis ve narindi. Güneş’inki ise eski kedileri Sadullah gibi yaramaz. Ay kuzusuna Munise, Güneş de Sadullah dedi. Böylelikle Munise Ay’ın, Sadullah da Güneş’in kuzusu oldu. Kuzuları öyle çok seviyorlardı ki onlardan hiç ayrılmak istemiyorlardı. Okula bile kuzularla gidiyor, beraber uyuyor ve saatlerce onlarla oynuyorlardı.

Kasabaya bahar gelmişti. Karlar eridikçe toprağa işleyen bahar kokusu etrafa küstahça yayılıyor ne insanda ne de hayvanda akıl bırakıyordu. Mis kokulu otların ve çiçeklerin sarhoşluğuyla kardeşler kuzularıyla sokak sokak gezip oynuyordu. Bayram yaklaşıyordu. O sabah babaları kurbanı bahçede keseceğini, bahçeye çıkmamalarını söyledi. İşte o anda babalarının duvar kadar sert bakışı kızların kalbine bir ok gibi saplandı.  Kuzularını keseceklerdi.

O korkuyla, hışımla evden çıkıp hep gittikleri göl kenarında buldular kendilerini. Akşam yemeğinde Munise ve Sadullah’ı yemektense ölürüz daha iyi deyip duruyorlardı. Ne yapacaklarını düşünmeye başladılar. Derken  girmeye cesaret edemedikleri metruk evin önüne geldiler. Kasabada herkesi ürperten terk edilmiş büyük bir evdi. Geceleri tuhaf ve ürkütücü sesler duyulur evin içinden çığlıklar yükselirdi. Kasabada ev hakkında korkunç hikâyeler anlatılırdı. Kardeşler, her önünden geçişte içeride ne olduğunu merak eder ama girmeye cesaret edemezlerdi. O gün ilk defa kapının aralığından bakmaya karar verdiler. İlk olarak Güneş baktı. “Sicim gibi sarı ottan ve kurumuş topraktan başka bir şey yok ki burada!” dedi. İki kardeş birden cesaretlenip evin bahçesine dalıverdi.

 Uçuşan yapraklar bahçenin duvarına çarpıp yere düşerken ince değişik bir ses çıkarıyor, rüzgârın  uğultusu insana ürküntü veriyordu. Biraz korkmuşlardı fakat kuzuları, Munise ve Sadullah, sanki yemyeşil otlarla dolu tarlada gibi keyifle dolaşmaya başlayınca küçük kardeşlerin aklına harika bir fikir geldi. Kuzuları bu terk edilmiş bahçede saklamaya karar verdiler. Babalarından saklayacaklardı. Böylelikle onlar yaşayacak ve sonsuza dek beraber olacaklardı. Öpüp koklayıp kuzuları orada bıraktılar.

Ertesi sabah kurban kesme telaşı vardı. Güneş ve Ay evi telaşıyla bırakıp göl kenarına bir solukta vardı. Metruk ev her zamanki gizemli ve ürpertici görkemi ile sinsi bir sessizliğe bürülüydü. Kardeşler korkusuzca daldı içeri. Kuzularını çağırdılar.

“Muniseee, Sadullahhh! Neredesiniz?”

Dört bir tarafa baktılar. Ne bir ses ne de iz vardı. Derken arka bahçede bir de ne görsünler? Sadullah ak pak tüyleri ile yerde boylu boyunca yatıyordu. Güneş koşarak yanına gitti. Küçücük kalbinde kuzusunun ölmüş bedenine dokunmanın ürpertisiyle ağlamaya başladı. “Uyan, aç gözlerini, öldün mü? Ölme ölme!” diye haykırdı. Kuzu kaskatıydı, karnı balon gibi şişmişti. Bu sırada Ay, Munise’ yı aramaya koyulmuştu. Avluda bir karaltı vardı. Bu Munise’ydi. Karnı zift dökülmüş asfalt gibi parlıyordu. Yaklaşınca kara kıvırcık kuzusunun öldüğünü gördü. Başına çöküp kaldı.

 İki kardeş hüngür hüngür ağlıyor, "Nasıl oldu? Bu nasıl oldu?" diye bağırıyorlardı. Birbirlerine sarıldılar; o zaman daha az üzülürüz sandılar ama geçmiyordu. O esnada yaprakların arasından bir hışırtı duyuldu. Ses onlara doğru yaklaşıyordu. Yerde uçuşan altın sarısı yapraklar öyle  fazlaydı ki hiçbir şey göremiyorlardı. Ölü gövdenin altından ne çıksın? Dev gibi bir yılan üzerlerine doğru geliyordu. Ne olduğunu anlamadan canhıraş bir şekilde bahçeyi terk ettiler. Öyle bir koştular ki kendilerini evde buldular. Kan ter içinde kalmışlardı. Kireç gibi olmuş yüzleriyle ev halkını çabucak telaşlandırmayı başarmışlardı. 

Anne ve babalarını, onlar ne olduğunu anlamadan sürükleyerek metruk eve götürdüler. Kuzuların cansız bedenlerini görünce bir yılanın zehirlediğini anlamışlardı.

“Kuzularınızı yılan zehirlemiş.”

“Buraya gelmeyin demedik mi biz size. Bakın kuzlarınız öldü…” dedi babaları.

Güneş de Ay da ne diyeceklerini bilemiyorlardı. Üzerlerini yapraklarla kapattılar. Kimin hangi kuzu olduğunu anlamak için Ay’ın aklına güzel bir fikir gelmişti. Etrafa bakıp beyaz ve siyah taşlar bulup Munise’ ye siyah, Sadullah’a da beyaz taşlardan mezar yapmışlardı.

Baba, bir yandan kızmak istiyor diğer taraftan da kızların ağlak suratlarına baktıkça onların ne kadar korktuğunu görüyordu. Kuzuları kesmeyi aslında hiç  düşünmediğini söylese bile onların sakinleşmeyeceğini anlamıştı. Çünkü asıl üzüntüleri kuzularının ölümüne kendileri sebep olduğu içindi. Yapmaya karar verdikleri şeyin sorumluluğunu da göğüslemeleri gerektiğini anlasınlar istemişti. Böylece ne anneleri ne de babaları çocuklarını rahatlatmaya çalıştı. Güneş ile Ay günlerce yas tutup gözleri şişene kadar ağladı.  Hasta olup yataklara düştü. Bir, Ay Güneş'i bekledi bir, Güneş Ay'ı. O günden sonra pişmanlığın ne demek olduğunu o kadar iyi anladılar ki kuzularını bir daha hiç unutmadılar.         

Aradan yıllar geçti. Artık iki genç kadın olmuşlardı. Ne yılan ne de kuzu olan büyük bir şehirde yaşıyorlardı. Fakat o yaşadıkları pişmanlığı derinden hâlâ hissediyorlardı. Bir gün büyüdükleri evi görmeye gittiler. Yanlarında Munise ve Sadullah ile oynadıkları yaşlarda çocukları vardı.  O terk edilmiş evin önünde durdular. Kuzularının üstüne şık bir restoran açılmıştı. O zamanki ağaçlar hâlâ duruyordu. Yanlarına dikilen genç ve daha alımlı ağaçlara gölge oluyordu. İçeri girdiler.

 “Biliyor musunuz? Sizin yaşlarınızdayken bizim kuzularımız vardı. Onları çok severdik, yanımızdan hiç ayırmazdık” dedi Ay çocuklara.

“Ya. Ne oldu kuzulara?”

 “Masal oldular…” dedi Güneş, aynı hüznün oturmuş ağırlığıyla.

“Anlatsana anne…”

“Bir varmış bir yokmuş. Bir zamanlar Munise ve Sadullah adında iki sevimli kuzu yaşarmış…”

Masal edasıyla anlatmaya koyuldular. Bunca yıldır hissettikleri acıyı biraz dindirmek için belki de bu bir fırsattı. Masalın sonunu kendi istedikleri gibi  mutlu bitirebilirlerdi. Belki acıları dinerdi, kim bilir?